Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

En hayırlı insan



Sizce en hayırlı, beğenilen, takdir edilen, sevilen kimse kimdir?

İsterseniz Efendimize (asm) göre “en hayırlı kimse”nin kim olduğunu öğrenelim. Buyuruyorlar ki: “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân: 2)

Nasıl “en hayırlı” olmaz o insan ki her şeyin sahibi ve maliki olan on sekiz bin âlemin sultanının kelâmını öğrenmektedir?

O İlâhî kitap ki hayat programıdır, manevî katalog, dünya ve ahiret mutluluğunun temel taşıdır. İki cihanda dost, kabirde candaş, kıyamette şefaatçi, sıratta burak, cennette arkadaş, dünyada da her türlü hayırlı işte rehber ve kılavuzdur.

O İlâhî kitap ki Mu’cizât-ı Kur’âniye (25. Söz) Risâlesinde denildiği gibi, şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi, görünen ve görünmeyen âlemlerin bir müfessiri, yerde ve gökte gizli Esmâ-i Hüsnânın manevî hazinelerinin keşşafı, Rahman’ın ebedî iltifatları, Sübhan olan Allah’ın ezelî hitapları, manevî bir âlem hükmünde olan İslâmiyetin güneşi, temeli; ahiret âlemlerinin mukadder bir haritası, insanlığın mürebbîsi, en büyük insaniyet olan İslâmiyetin âb-ı hayatı ve ziyası, insanlığın hakikî mürşid ve yol gösterici; hem bir din, bir duâ, bir hikmet, bir kulluk, bir emir ve dâvet, bir zikir, fikir kitabıdır. (Sözler, s. 330)

Daha birçok özellikleri bulunan Kur’ân, kendini okuyan ve emirlerini yaşayan insan için şefaat eder, bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre şöyle duâ eder Cenâb-ı Hakka: “Ya Rabbi, Kur’ân ehli olan kimseleri nurunla süsle.”

Bunun üzerine ona bir şeref tâcı giydirilir. Bu defa Kur’ân, “Sözünü arttır ya Rabbi” der. Sonra ona bir şeref elbisesi giydirilir. Sonra da Kur’ân, “Ya Rabbi, ondan razı ol” der. Allah da ondan razı olur. Sonra da ona, “Oku ve yüksel” denilir. Her bir âyet karşılığında o kişiye bir derece verilir. (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 18)

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Su-i zan hüsn-ü zan dengesi



İzmir’den okuyucumuz: “Alış veriş için gelen müşterilere hırsızlık yapabilir düşüncesi ile tereddütlü bakmamızın mahzurları var mıdır? Dükkânımızdan bir şey kaybolduğu veya eksildiği zaman müşteriden şüphe etmemiz sû-i zanna girer mi? Müşterilerin bazıları için, ‘Bunları gözüm tutmadı’ diyebilir miyiz?”

Hayat risklerle doludur. Her işin bir rizikosu olduğu gibi, ticaretin de riskli yanları var şüphesiz. Müşteri kılığında gelen kişi, alacağı mallar için seçim yaparken, hatta göz boyamak için bir kısmını alırken, aynı zamanda bir hırsızlığın eylem plânını yapıyor da olabilir. Pişkince yapıyorsa, bizim gözümüzden de kaçabilir.

Fakat biz, her müşteriyi böyle töhmet altında bırakamayız. Çünkü dükkânımıza genelde hırsızlar girip çıkmıyor; çoğunlukla müşteriler girip çıkıyorlar.

Muhatabın içinden geçeni bilen hiçbir meslek yoktur. Her müşteri hakkında kötü tahmin yürütmekle haksızlık yapılmış olacağı şüphesizdir. Herkes hakkında hüsn-ü zan edelim; ama adem-i itimadı da elden bırakmayalım. Yani, “Hüsn-ü zan, ama adem-i itimat” eksenini muhafaza etmekte fayda var. Hüsn-ü zan ve adem-i itimad, ne haksız yere suçlamayı ve ithamı ihtiva eder, ne şüpheye ve tereddüde meydan verir, ne de art niyetli birisine imkân sağlar! Yani gerek müşteri-satıcı ilişkilerinde, gerek esnaf-bayi ilişkilerinde, gerekse her türlü ticarî işlemlerimizde hüsn-ü zannı esas tutalım; bizimle alış-veriş yapanın başka türlü bir art niyet taşımadığını var sayalım. Fakat bu varsayımımız, onunla ilgili gerekli tedbirleri almayacağımız mânâsına da gelmesin; yani âdem-i itimadı esas alalım.

Meselâ, dükkânı veya kasayı ona güvenip bırakıp gitmeyelim, satış reyonlarında kendi başına kalmasına izin vermeyelim, ortada kıymetli eşya bırakmayalım, müşteri olmadığı izlenimini uyandıran davranışlarını gördüğümüzde nazikçe uyarıp dükkânın kapısını gösterelim. Veya malları sardırdıktan sonra, “Parasını az sonra getireyim” diyen birisini eğer tanımıyorsak, bırakmayalım, önce parayı getirmesini nazikçe isteyelim.

Bu ve buna benzer tedbirler sû-i zanna girmez. Nezâketi elden bırakmamak kaydıyla, tedbir her müşteri için alınabilir. Hatta davranışları şüphe uyandıran müşteriler için “gözüm tutmadı” denebilir ve davranışları hakkında yorum yapılabilir. Bunlar tedbir sınıfına girer.

Dükkânımızdan veya ortalık yerden bir şey kaybolduğunda iki ihtimal gündeme gelir: Ya biz onu başka bir yere almışızdır ve unutmuşuzdur. Ya da birisi almıştır. Birisi almışsa, dostluğumuza güvenip, kullanıp geri getirmek niyetiyle almış olma ihtimalini de düşünmek lâzım. Yani başlangıçta mümkünse suçlamasız bir seçenek aramalı, suçun bir kısmını kendi üzerimize de almalıyız.

Nezaketi elden bırakmayalım; ama müşteri kırılacak veya gücenecek diye tedbir almamazlık da yapmayalım.

***

Sakarya’dan okuyucumuz: “Hazret-i Âdem’in (as) çocukları nasıl evlendiler? Kardeş değiller miydi?”

Fıtrat da, şeriat da, yaratılış da, hüküm de Cenâb-ı Hakka aittir. O dilerse hükmünü ve şeriatını değiştirir, dilerse fıtratları ve yaratılışları değiştirir. Hüküm ve irâde onundur. Biz buna iman ediyoruz.

Cenâb-ı Allah nasıl ilk insanın harcını bizzat kudret eliyle yoğurdu ve yarattıysa, ikinci ve üçüncü sıradaki insanlar için de ya doğrudan kudretiyle, ya hükmüyle, ya da şeriatıyla bir yaratılış modeli elbette getirmiştir. Bunu bizden soracak değil.

Cenâb-ı Hak kardeşlerin evlenmesini haram kılmış ve bu haramlığı insanın fıtratına yerleştirmiştir. Bu gün hak dine inansın inanmasın, kardeş evliliği dünyada hiçbir toplumda yoktur. Fakat insanlığın yeni çoğalmaya başladığı o günde, Cenâb-ı Hak o insanların fıtratlarıyla da örtüştürdüğü farklı bir şeriatı pekâlâ uygulayabilir. Fıtratlarımız, kalplerimiz, nefislerimiz ve hayatlarımız Cenâb-ı Allah’ın elinde ve iradesindedir.

Hazret-i Âdem’in (as) ilk çocuklarının nasıl çoğaldıklarıyla ilgili Kur’ân’da açık bir bilgi yok. Öyleyse bizim o konuyu merak etmemize gerek de yoktur. Bir takım rivayetler—ne derece güvenilir, tartışılır—sıralanabilir. Ama ne gerek var? Kur’ân’ın bildirmediği bir konuda bize teslimiyet düşüyor. Binlerce yıl sonra Hazret-i İsa’yı (as) Hazret-i Meryem’in rahminde babasız yaratarak bir örnek gösteren Cenâb-ı Allah, Hazret-i Âdem’in (as) kızlarının rahminde babasız çocuklar yaratmaya kadir değil mi? Elbette kadirdir. Zaten bu durumda bile, ilk karından sonra bu çocuklar birbirleriyle en yakın teyze veya akraba çocukları oluyorlar ki, böylece birbirleriyle evlenebilmeleri bizim şeriatımızla da mümkün oluyor.

Bununla beraber Cenâb-ı Allah onlara farklı bir şeriatla da muamele buyurabilir. Meselâ—yaygın olan şekliyle—ikiz doğmayanları birbirleriyle kardeş kılmayabilir ve böylece evlenmelerine imkân vermiş olabilir. Allah’ın hikmetinden suâl sorulmaz.

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Din ve savaşlar



İnsanlığın akıl, kalb, vicdan, kısaca ruhunu/duygularını ancak din tatmin eder, doyurur. Psiko-sosyoloji tarihi de göstermiştir ki, din hissinin yerini medeniyet fantaziyeleri ve başka bir şey tutamaz. Çünkü, fıtrî olan hak dinin sözü daha faydalı, hükmü daha yüce, tesiri daha etkilidir.1

Kendimizden biliyoruz ki, vicdanımızın dinden başka âmiri ve müşevviki yoktur. Din, vicdanın istikameti; mutluluğun ışığıdır. Özellikle Hak din mutluluğun fihristesidir.2

Keza, hak din olmazsa dünya bir zindan olacağı;3 ve dinsizlik medeniyetin tahribatçısı olduğundan4 merhametsizlik, diyanetsizliğin sonucu olduğu;5 kalbin sadefinde hak dinin cevheri bulunmazsa beşerin başında maddî-mânevî kıyametler koptuğu;6 sık sık-özellikle dünya savaşlarından da müşahade ediliyor.

Akla takılan soru şu: Madem semâvî kitaplar keyfîlik, haksızlık ve zulmü önler, acaba neden bunca zulüm, haksızlık ve savaşlar, katliâmlar sürüp gidiyor?

Dini inancı olmayan bir sabun imâlâtçısı bir vaize:

“Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor! Bunca zaman geçmesine rağmen, dünya kötülerle dolu.”

O sırada, çamur içinde oynayan bir küçük çocuğun yanından geçiyorlarmış. Vaiz demiş ki:

“Sabunun da pek bir fayda getirmediği anlaşılıyor. Zirâ, dünya pis ve pislerle dolu!”

“Ama, sabun kullanıldığı zaman faydalıdır.”

“Evet, din de aynen öyledir. Eğer öğrenilir, anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa dünyaya ve herkese iyilik getirir.”

Tahakkuk etmiş gerçeklerdendir: Çirkin, kötü, menfî haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.7

Şu sosyolojik tesbitler dinin fıtrî olduğunun da bir göstergesi: Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.8

Hadiseler göstermiştir ki, dinsiz insan en bedbaht bir yaratıktır.9 İnsanlık, kâinatın hücümlarına karşı dayanacağı ve sınırsız isteklerine neşv ü nemâ verecek ve istinadgâhı olacak hak dini elde etmezse, yaşayamaz. Çünkü, dinsiz bir millet yaşamaz. Öyle ise, beşer dinsiz olamaz. Artık uyanan insanlık dinsiz yaşayamayacağını anlamıştır.10 Bundandır ki, herkesin kalbinde hak dini arama meyli başlamıştır.11 Bediüzzaman bu sosyolojik öngörüsüyle ‘istikbâlde insanlığın fıtrî dini İslâmiyet olacak’12 müjdesini verir.

İnsanlığın ruha, maneviyata, dine yönelmesi, bunun en müşahhas delili, ispatı değil mi?

Dipnotlar:

1- Münâzârat, s. 45.; 2- Lem’alar, s. 130.; 3- Sözler, s. 38.; 4- Divân-ı Harb-i Örfi, s. 70.; 5- Muhakemat, s. 38.; 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 31.; 7- Münâzârât, s. 45.; 8- Der Spigel, 1998.; 9- Sözler, s. 38.; 10- Münâzarât, s. 86.; 11- Hutbe-i Şâmiye, s. 31.; 12- Münâzarât, s. 86.

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Tutucu’ olmaktan korkma!



Televizyonların çirkinliklerine ‘alışan’lar olduğu gibi, tepki gösterenler de çıkıyor. Bazı tepkiler, ‘zararın kendilerine ulaşmasından sonra’ olsa da yine de takdire değer.

Aynı zamanda televizyonlarda da yöneticilik yapan bir yazar, TV’lerdeki ‘edepsizliklere’ karşı çıktığını ilân etmiş. “Gerçeklere gözlerini kapayanlar”dan gelmesi muhtemel ölçüsüz tepkileri göğüslemek için de en başta, “Bilirsiniz, pek tutucu biri sayılmam” açıklamasını yapmayı da ihmal etmemiş!

En başta şunu söyleyelim: Eğer ‘tutucu’luk, iyiye ve güzele taraftarlık ise, bundan ürkmeye, korkmaya ne gerek var? Aile mefhumunu savunmak, müstehcenlik ve her türlü ‘çirkin’liğe karşı çıkmaya birileri ‘tutuculuk’ diyor diye, ‘tutucu’ olmaktan ürkmemek lâzım!

Övünmek gibi olmasın, ama biz; aile mefhumunu savunarak, çocukları ve gençleri çirkinliklere, uyuşturucu bataklarına, alkole çağıranlara karşı; ‘doğru’luğun yanında ve doğruları ‘tutucu’yuz!

Müstehcenlik ve ‘çirkinlik’ alevlerinin bütün toplumu hedef aldığı ortama dikkat çeken ve ateşin lavlarının ‘kendi hanesi’ni de tehdit ettiğine kanaat getiren yazar/yorumcu ne demiş: “Bilirsiniz, pek tutucu biri sayılmam. Ama ‘edepsizliğe’ genelde karşı çıkarım. (...) Geçen pazar akşamı televizyon kanalları arasında dolaşırken, (...) bir yarışmaya gözüm takıldı. (...) İşten anladığı varsayılan bir jüri, model adaylarını eleştiriyor ve vatandaşlar da SMS yoluyla eliyordu. Programı biraz izleyince gözlerime inanamadım.

“15-16 yaşında kız çocukları boyanmış, süslenmiş arz-ı endam ediyor, jüri üyeleri (...) de bu çocukların ‘mankenlikleri’ konusunda ‘ahkâm kesiyorlar.’ Manken adayı diye sunulanlar alenen çocuk. (...) Bir an kendi kızımı düşündüm. Bu düşünceyi hızla kafamdan uzaklaştırdım. İçim kaldırmadı. Ufacık kızlar orada geziyor, televizyon başında yüzbinler, belki de milyonlar onlara ‘oy veriyor.’ (...) Ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemedim. Yapılan ‘rezalete’ ad koyamadım. Çok iyi biliyorum ki, o televizyon kanalının sorumluları kendi kızlarını asla böyle bir yarışmaya sokmazlar, böyle dolaştırmazlar. (...) Kendi çocuğunuzu görmek istemediğiniz bir yerde başkalarının çocuklarının görünmesinden hoşnut musunuz?” (Fatih Altaylı, Sabah, 26 Temmuz 2006)

Zararın kendisine dokunma ihtimali karşısında isyan eden Altaylı’ya, “Gerçeklere hoşgeldiniz” diyor ve bu tepkisinde yerden göğe kadar haklı olduğunu ifade ediyoruz. Ancak televizyonlarda sergilenen ‘çirkinlik’ler sadece bu ve benzeri yarışma programlarıyla sınırlı değil. Pek çok yayın kuşağında ‘gerçekler’ gizleniyor ve aileler adeta bombalanıyor.

Tabiî ki ‘çirkinlik’ler sadece televizyon yayınlarıyla da sınırlı değil. Gazetelerdeki yayınları da aynı gözle değerlendirmek lâzım. ‘İyi’ her zaman iyi ve ‘kötü’ de her zaman kötüdür. Zararı bize dokunsa da, dokunmasa da ‘çirkinlik’lere kökten karşı çıkmalıyız. Bu karşı çıkışımız, ‘tutuculuk’ olarak isimlendirilse bile gerçekleri ifade etmekten geri kalmamalıyız.

Daha acı ‘gerçekler’le yüzleşmeden, ‘gerçek’leri görelim...

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Savaşın adaleti



Meşhurdur, bir muharebede dördüncü Halife Hz. Ali (r.a.) Efendimiz, rakibini yere sermiş tam kılıcı vuracağı sırada ölümü kaçınılmaz olan hasmı, can havliyle yüzüne tükürmüş. Bu saniyeden sonra Hz. Ali Efendimiz hasmını öldürmekten vazgeçmiş ve onu serbest bırakmış. “Ya Ali, beni niçin öldürmekten vazgeçtin? Ben seni öfkelendirmek ve ölümümü çabuklaştırmak için senin yüzüne tükürdüm. Oysa tam tersine sen beni serbest bırakıyorsun?” sorusu üzerine Adalet-i Mahza kahramanı, ihlâs âbidesi, Allah’ın aslanı Hz. Ali (r.a.) şu düşündürücü cevabı vermiş: “Ben seni Allah için öldürecektim. Cihad sırf Allah için savaşmaktır. Oysa sen son anda yüzüme tükürdün. İşin içine şahsî öfkem ve nefsime ait hırs karıştı. Bu halimle seni öldüremezdim. Zira cihad sırf Allah için yapılır. Onun için seni serbest bırakıyorum.”

Birinci halife Hz. Ebûbekir-i Sıddık (r.a.) Efendimizin, yanılmıyorsam Zeyd bin Üsame komutasındaki İslâm ordusuna Medine’den çıkışta uğurlama konuşması yaparken insanlık ve adalet tarihine altın harflerle geçecek ve bize göre her milletin ve devletin askerî okullarının ve kışlalarının en görünen yerine, en büyük ve muhteşem harflerle yazılması gereken savaş hukukunu ve savaştaki adaletin anayasasını şu maddelerle belirlemiştir. 10 maddeye tekabül eden bu öğüt ve direktifleri kısaltarak yazarsak: Çocuklara; kadınlara; yaşlı, sakat ve hastalara; mabedinde Allah’a ibadetiyle meşgul din adamlarına asla dokunulmayacaktır. Düşman arazilerinde bile olsa meyve veren ağaçlara, yeşilliklere, bağ ve bostanlara zarar verilmeyecek; hayvanlar öldürülmeyecek, telef edilmeyecek; düşmandan ele geçen ganimet sahiplenilmeyecek; kadınlara, kızlara tecavüz edilmeyecek; yaralı düşman askerine kötü muamele yapılmayacak; esir olanlara iyi davranılacaktır.

Bu sırdandır ki İslâm orduları Hz. Peygamber (asm) Efendimizin vefatından sonra, çok değil, 30-33 sene içinde milyon kilometrelik topraklara fütuhatla yayılmış ve farklı dil, din ve milletlere adaletle hükümranlık yapabilmişlerdir. İnsanlık hâlâ o devirden kalan adalet hasretiyle yanmaktadır ve hâlâ o dönemdeki huzura susamaktadır.

Bu savaş hukukunu yüzyıllar boyu elinden geldiğince yaşatan ecdadımız, inanılmaz zaferlere imza atmıştır. Sözgelimi aynısının tıpkısını Çanakkale Savaşında bizzat kahraman Mehmetçiğimiz uygulamıştır. Bu sebebtendir ki yedi düvele karşı muhteşem bir galibiyet kazanmakla beraber dünyaya insanlık dersi vermesini de bilmiştir.

Yakın zamanda yani 1974’lerde yaptığımız Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında da onca yıpratılmaya ve dejenere edilme çalışmalarına rağmen aziz milletimizin necip evlâtları genlerine işlemiş olan bu cihan hâkimiyeti döneminden kalan adalet duygusuyla savaşmış ve yine herkese parmak ısırtan bir sür'at ve cesaretle Kıbrıs’taki soydaş ve dindaşlarımızı Rumların katliâmından kurtarmıştır. Savaştan çok sonra “Paşam, Kıbrıs harekâtı esnasında acaba bir askerimiz herhangi bir Rum kızına tecavüze yeltenmiş midir?” sorusuna karşı adını hatırlayamadığım emekli komutanımız ağlayarak şu cevabı vermiştir: “Size yemin ederim ki hiçbir asker evlâdımız böyle bir şeye tevessül etmemiştir. Eğer böyle bir şey yapacak olsalardı Allah bu zaferi bize lutfeder miydi?”

Netice-i kelâm İsrail’in büyük başı Olmert, yaptıkları şeni cinayet, çocuk katliâmı ve tahribattan dolayı dünya kamuoyunun eleştirilerine karşılık verdiği cevap düşündürücüdür. “Kimse bize adalet dersi vermeye kalkışmasın. Biz İsrailoğulları, Yahudi ahlâkına bağlıyız. Yahudi adaletiyle hareket ediyoruz.” Söylenecek bir şey yok gerçekten. “Adaletinle bin yaşa”! demekten başka. Öyle ya bu ahlâka göre Huruç’tan önceki Mısır’da Musa (a.s.) ve İsrailoğullarına zulmeden Firavun’un da, İkinci Cihan Savaşındaki Yahudi katliâmlarıyla meşhur Nazi hareketinin lideri Hitler’in de adalet ve savaş ahlâkı bugünkü Olmert İsraili’inin yaptıklarından pek farkı yoktu. Demek onlar adaletli kişilerdi (!) Allah böylesi adaletten bizleri korusun. Böylesi bir anlayışa göre Davut ve Süleyman Aleyhimüsselâmların bile adaleti adalet değil, zulüm sayılmalı herhalde. Ya da Davut ve Süleyman Aleyhimüsselâmların savaş ahlâkı bu günkü Yahudilere yabancı. Ne diyelim “zulm ile âbâd olan, sonunda berbat olur.” Yakında göreceğiz kimin âbâd veya berbad olacağını.

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Yaylalar ve düğünler



Cenâb-ı Allah’a şükürler olsun, ilkbahar aylarımız Türkiye’de ve Almanya’da dolu geçtiği gibi, bu yaz aylarımız da dolu geçmektedir. İlim dünyasının tesbitine göre, dünya son 400 yılın en sıcak mevsimini geçirmektedir. Türkiye’yi de Basra merkezli sıcaklık yakıp kavurmaktadır. Elbette bunun maddî ve manevî sebepleri vardır ve onlar ayrı birer makaledir. Özellikle Regaib kandilinde bütün duâlara rağmen 4-5 ilde yağmur yağması 70 küsûr ilde kuraklığın devamı manidardır. Türkiye’de 200 barajın suları bitmek üzere, 3 bin göletin büyük bir kısmı kurumuş, bitki ve hayvanat âlemi yanıp kavrulmaktadır. Yollarda bunları gördükçe içim parçalanıyor. Ne yaptık ki bunlar oluyor? En büyük suç nerede?

Daha büyük musibetlerin gelmemesi için, inanan münevver insanlar da boş durmuyorlar. Yayla adı altında ve düğünler adı altında, sünnetin dairesinde, İslâmın çerçevesi, mihveri altında müsbet ve meşrû zeminlerde ve haşin sıcağa rağmen yol alıp gitmektedirler. Takriben bir ay önce Çorum Ticaret Borsası başkanı muhterem Ömer Güney Beyden davet aldım. “Çorum’a sizi istiyoruz, ‘Ölmez ve Delibaş’ ailelerinin düğünlerinde konuşacaksınız ve meşhur Kargı yaylasında, konuşmalarınızla şenlendireceksiniz” diye...

Bu itibarla ve yukardaki durumları tefekkür ile dâvete icabet ettik. Ankara A. Özkan vakfında mola vererek, Çorum Öğretmen evindeki düğünde ve Çorum Uhuvvet vakfındaki geniş sohbette ve Kargı yaylasındaki toplulukta bulunduk. Akabinde Cihanbeyli ilçesinde Mevlânâ unlarında konaklayarak yolumuza devam ettik. Burada üzerinde duracağım iki husus ile makalemi bitirmek istiyorum.

Birincisi: Yaz günlerinde çok düğünler yapılmaktadır. Çokları hüsranla bitmektedir. Halkın israflar ve şatafatlar karşısındaki isyanları ve tenkitleri var. Diğer tarafından silâh gösterileri neticesinde ölenler ve yara alanlar var. Düğünden ziyade sanki savaş alanı haline geliyor. İşte yukarıda bahsettiğim münevver insanlardan “Ölmez ve Delibaş” aileleri Çorum’un görkemli öğretmen evi salonunda evlatlarını evlendirdiler. Kur’ân-ı Kerim, duâ ve bizim de “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı konuşmamızla ve akabindeki, takı ve pasta ziyafetiyle gayet asude ve nezih bir düğün olarak deruhte edildi. Binler tebrikler.

İkincisi: Çorum Uhuvvet Vakfı’nda, çevre il ve ilçelerin de iştirak ettiği gecede “Risâle-i Nur’un insan bünyesindeki hâkimiyeti, münevver eylemesi ve okumanın önemi” bâbındaki 45 dakikalık sohbetimizin ardından, sabah ışıklarıyla birlikte Çorumlu can dostlarıyla 130 km uzaklıktaki Kargı yaylasına vardık. Her yıl geleneksel olarak yapılan Kargı yaylası sohbetlerine çok beldelerden iştirak vardı, yaşlı ve genç olarak. Unutamadığım kadarıyla İnebolu’dan Kırıkkale’ye, Alaca’dan Sungurlu’ya, Çorum’dan Kargı’ya, Kastamonu’dan Kayseri’ye, Osmancık’tan Antalya’ya kadar kıymetli arkadaşlarımız vardı.

2200 rakımlı, çam ve ardıçlar arasındaki bu güzel yaylada Yeni Asya gazetesi köşe yazarlarından muhterem Şaban Döğen Bey “İç bünyemizde ve hizmet erbaplarında ihlâs” üzerinde, İnebolu’dan Rasim Sürav Bey “İman hizmetinde geçmişten hatıralar” ve bizler de “Hz. Bediüzzaman’ın, yüzyıl önce Rusya, Türkiye ve âlem-i İslâm hakkında, âyet ve hadislerin ışığı altında bulunduğu tesbitlerinin bugünkü sosyal hayatta tecellileri” üzerinde çarpıcı misallerle hitabede bulunduk.

Bu yayla buluşmasının, bu piknik toplantısının en son bölümünde, yayla köylerini gezen ve bizlere de uğrama fırsatı bulan DYP İl başkanı ve 19. dönem Çorum Milletvekili Adnan Türkoğlu, bütün il yönetimi ve ayrıca Kargı Belediye başkanı Ahmet Akpınar ve yönetimiyle de “Demokrat misyonun dünü ve bugünü” üzerine kısa söyleşide bulunduk.

Yaylanın maddî ve manevî organizesinde büyük emeği geçen Yeni Asya gazetesi Kargı temsilcisi muhterem Seraceddin Küçükdingil Beye ve sabaha kadar her cihetle tanziminde bulunan Çorumlu ve Osmancıklı ağabey ve genç kardeşlerime binler tebrikler, teşekkürler.

11.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

YAŞ sonrası



Aylar önce başlatılıp son âna kadar sürdürülen spekülasyonların gölge düşürdüğü YAŞ toplantısı, Genelkurmay Başkanlığı ile Kara Kuvvetleri Komutanlığının tahminlere uygun şekilde el değiştirmesiyle sona erdi.

Yakın dönemde başka hiçbir komutanın maruz kalmadığı ağır bir yıpratma kampanyasının hedefi haline getirilen Org. Büyükanıt, daha şûrâ toplanmadan imzalanan bir kararnameyle Genelkurmay Başkanı oldu.

Burada ilginç olan noktalardan biri, üç buçuk yıl önce Org. Özkök’e “kazan kaldırdığı” iddia edilen “Genç Subaylar”ın bu kez Büyükanıt’a karşı harekete geçmiş olmalarıydı.

Özellikle buraya mim konulmalı.

Sonuç olarak, 28 Ağustos’tan itibaren ordunun tepe noktasında iki yıl süreyle Büyükanıt oturacak.

Umarız, yeni komutan, kendisini “pırıl pırıl, çok eskiden beri tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşım” diye niteleyen ve “İçim rahat” diyen Özkök’ün izlediği genel hatlarıyla dengeli ve demokrat çizgiyi geliştirerek devam ettirir.

Ve bu çerçevede, 28 Şubat sürecinin ordumillet ilişkilerini sıkıntıya sokan tortularını temizleyecek olumlu adımlar atmayı başarır.

Yeri gelmişken, basına akreditasyon ayrımcılığının söz konusu olmadığı 1992 yılında, Org. Doğan Güreş döneminde, Büyükanıt’ın Genelkurmay Genel Sekreteri sıfatıyla, Yeni Asya’nın da dahil olduğu bütün gazeteleri ağırlayan davet, program ve etkinliklere imza atmış olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Bakalım, TSK'ya yakışan bu birleştirici ve kucaklayıcı uygulamaya Büyükanıt’ın görev döneminde yeniden dönülebilecek mi?

Gerçek şu ki, gerek hakkında çıkarılan karanlık iddia ve spekülasyonlar, gerek Özkök’ü kıyasıya eleştirmiş olan “ulusalcı, Atatürkçü ve laikçi” kesimlerin ona ümit bağlamaları ve gerekse dışarıdaki bazı mahfillerin tahrikkâr üflemeleri, Büyükanıt’ın zaten ziyadesiyle zor olan işini daha da zorlaştırıyor.

İlk mesajında “Türkiye her zorluğun üstesinden gelebilecek bir ülke” diyen Büyükanıt’ın, bu zorlukları demokrasi ve hukuk çerçevesinde, sağduyulu ve dengeli yaklaşımlarla aşacak müstakim bir çizgide yürümesini diliyoruz.

Son YAŞ’ın sürprizi yine Jandarma Komutanlığında gerçekleşti. Bu göreve Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Koşaner getirildi.

Koşaner, 2008’de Büyükanıt’tan görevi devralması beklenen yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Başbuğ’u takiben o makama oturacak en güçlü aday olarak görülüyordu.

Bu sürpriz tayinin süreci ve sonucu nasıl etkileyeceğine dair farklı görüşler var. Bir görüşe göre Koşaner iki yıl sonra Kara Kuvvetlerine getirilir ve böylece 2010’da Genelkurmay Başkanı olma yolu açık kalır. Ama aksi yönde kanaat izhar edenler de mevcut.

Bakalım, zaman hangisini doğrulayacak?

Peki, eşi örtülü birinin Çankaya’ya çıkması konusunda mutedil ve dengeli mesajlar verdiği için “birileri”nin hışmını üzerine çeken Koşaner’in bu göreve getirilmesi, nihayet jandarmanın da 28 Şubat tünelinden çıkma sürecine girdiğinin işaretini veriyor olabilir mi?

Temennî edelim ki, öyle olsun...

11.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004