Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Cihangir’de gurûb vakti



“Git bu mevsimde, gurub vakti Cihangir’den bak!

Bir zaman kendini karşındaki rü’yaya bırak!

Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka

Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka.”

Yahya Kemal, böyle diyordu Hayal Şehir şiirinde.

Aslında bu bir hitap değil dâvetti. Şair muhataplarını Cihangir’e çağırıyor ama oradan ziyade Üsküdar’ı anlatıyordu. Çünkü Cihangir, İstanbul’da Üsküdar’ın en güzel göründüğü yerlerden biriydi.

Bunu bildiğim için o şiiri her okuyuşta şaire hak vermekle birlikte Cihangir’e ve Âsitane’ye biraz haksızlık ettiğini düşünürdüm. Çünkü karşıdaki rüyalar ve som ateşten saraylar önce fecir vakti Âsitane’de husûle gelir, akşam ancak ondan sonra Üsküdar tarafına aksederdi.

Şairin, kendini Üsküdar rüyalarına kaptırarak Cihangir’i, Âsitane’yi gözardı ettiği kanaatine bir de şiirdeki âmirâne hitap eklenince hislerim incinir ve çok istediğim halde o dâvete icabet etmezdim.

Uzunca bir aradan sonra şiiri tekrar okudum. Şairin maksadının herhangi bir yeri nazara vermekten ziyade tenezzüh ve temâşâ ehli insanların gurub vakti Cihangir’e gelip önlerine açılan muhteşem manzaraya bakarak muhayyilelerini renklendirmelerini sağlamak olduğunu anladım.

Manzumedeki âmirane ifadelerin, bir İstanbul meftunu olarak münhasıran bana yapılmış ‘Hâlâ gitmedin mi, daha ne duruyorsun?’ tarzında sitemkâr bir tariz olduğunu hissedince hemen harekete geçtim.

İlk durağım Taksim’di. Oradan, Sıraselviler Caddesini takip ederek Çukurcuma semtine geldim. Bir zamanlar caddeye adını veren sıra selvilerden de, ahâli Cuma günleri mesireye gittiği için o adı alan semtteki tabiî güzelliklerden de hiçbir eser kalmadığını görünce adımlarımı hızlandırdım.

Cihangir Caddesi boyunca kasvet kusan binaların ve simasının seciyesi silinmiş insanların arasından bin bir güçlükle geçerek Cihangir Camii’nin bahçesine kendimi zor attım.

Bahçede soluklanırken merakla etrafıma bakarak şairin sözünü ettiği büyüleyici rüyaları ve som ateşten sarayları aradımsa da benzerleri her yerde bulunan ve içinde oturanlara bile huzur vermeyen apartmanlardan başka bir şey göremedim.

Mekânın hârikulâde bir manzarası vardı. Fakat binalar öylesine sık ve yüksek yapılmıştı ki, semtin bütün cephesini bir duvar gibi kapatmış ve insanların kahir ekseriyetini o güzel manzaradan mahrum bırakmıştı.

Muhite asla yakışmayan bu hantal, kaba, zevksiz binalardan ziyade onları oraya diken muhteris müteahhitlere ve diktiren bencil maliklere acıyarak nazarımı yere çevirip semtin tarihini tahattura başladım.

Zîra Cihangir de akşam vakti Üsküdar’ın ‘som ateşten’ saraylarını aratmayacak kadar ateş renkli manzaralara sahipti. Üstelik bunlar sadece cama vuran gurub manzaralarından ibaret yansımalar değil, tarihte yaşanmış yürek yakıcı gerçeklerdi.

Zaten semtin bânisi, genç yaşta kaybettiği evlâtlarının acısı ile yüreği yangın yeri hâline gelen Sultan Süleyman; adını aldığı kişi de çok sevdiği ağabeyi Şehzade Mustafa’nın, babasının otağında katledilmesine şahit olmanın ıztırabına dayanamayarak Halep’te ölen Şehzade Cihangir’di.

Onların yürek yangınları kabirlerinde de devam ediyor olmalı ki bu semt zaman içinde beş, altı büyük yangın geçirmiş ve yamaca serpiştirilen paşa konakları, eşraf köşkleri, camileri, mescitleri üzüm bağları, fındık bahçeleri ile tamamen yanmıştı.

Yangınlardan sonra konaklar ve köşklerle birlikte bu cami de imar edilmişti ama her seferinde şekli değiştirildiği ve hünkâr mahfili, sıbyan mektebi, türbe, tekke gibi yeni müştemilât eklendiği için Mimar Sinan’ın elinden çıkan aslî şeklini kaybetmişti.

Gerçi bunların hepsi yangınların izini silmek ve semt sakinlerini mümkün olduğu kadar o hâlet-i ruhiyeden uzak tutmak için yapılmıştı ama mahallin mazisini bilenlerin yüreğinden hissî bir kor hiç eksik olmamıştı.

Bu tarihî hadiseleri şairin de çok iyi bildiği muhakkaktı. Lâkin o muhataplarını semtin bu veçhesini tahatturdan ziyade ufka bakan cephesini temâşâya dâvet ettiği için buralarda bir yerde enginlere açılan menfezlerin olabileceğini düşünerek caminin kıble tarafına doğru yürüdüm.

Her adımda, bin adımlık mesafe katedip farklı zamanlardan geçmişim gibi değişik hâller yaşayarak buruna yaklaştığımda, hayal ve rüya gibi hatları her an değişen, değiştikçe güzelleşen manzaralar açıldı önüme.

San’at camiasının, mahalleye adını veren bu camiden neden ‘Cihannüma Camii’ diye söz ettiğini o zaman daha iyi anladım. Çünkü caminin balkonumsu bahçesi gerçekten insana cihanı gösteriyordu.

Aslında iki cephesi vardı Cihangir Camii’nin. Biri berzaha müteveccihti, diğeri arza münazırdı. Berzah cephesini biraz önce tarihî hadiselerden ve mezar taşlarına akseden sessiz sadalardan bir nebze tefekkür ettiğim için arza döndüm ve temâşâya başladım.

Yeryüzünde, bir bakış açısına iki kıt’ayı sığdıran belki de tek yerdi burası.

Sağ tarafta Avrupa Kıt’ası, sol yanda Asya Kıt’ası vardı. Avrupa’nın eli mesabesindeki tarihî yarımadada bütün ihtişamıyla Âsitâne uzanıyor, Asya’nın asil çehresini ise Üsküdâr şekillendiriyordu.

İkisinin arasında ise Marmara, Boğaz ve Haliç kaynaşıyordu. Bu öyle bir kaynaşma idi ki, dünyanın başka yerlerinde ancak ayrı ayrı seyredilebilen dalgalı, akıntılı ve durgun su manzaralarını Cihangir’den her zaman hem tek tek, hem de birlikte görmek mümkündü.

Marmara’nın kükreyen dalgalarının, Boğaz’ın coşkun akıntılarının ve Haliç’in durgun sularının burada birbiriyle imtizaç ederek meydana getirdikleri su hareketlenişlerini dünyanın başka bir yerinde görmek mümkün değildi.

Bu müstesna manzaraya bir de balıkçı kayığından mavna motoruna, şehir hatlarından tur vapurlarına, tren vagonları taşıyanlarından araba taşıyanlarına, büyük yük tankerlerinden turistik transatlantiklere varıncaya kadar her türlü deniz vasıtasının geçişleri de eklenince manzara ruhu ihtizaza getirmeye yetiyordu.

Martılar genellikle neşeli çığlıkları ve sakin süzülüşleriyle yer alıyordu bu manzarada, karabataklar suya bir anda dalıp uzun süre sonra aynı yerden çıkışlarıyla. Balıkçıllarsa gemilerin geçmesiyle sersemleyen balıkları yakalayıp havada yiyişleriyle.

Zîra su burada yalnız hayat vermekle kalmıyor, aynı zamanda hayat da buluyordu.

Buradan bakan bir gözün görüş menziline giren Yakacık dağları, İstanbul tepeleri, Kadıköy ovası, Üsküdar vadisi, yarımadalar, adalar, küçük koylar, büyük limanlar ve engin ufuklar, manzaraya hayat veren bu su zenginliğini kara unsurlarının çeşitliliği ile tezyin ediyordu.

Bunların hepsi aynı anda görünse de aynı ölçüde temâşâ edilemeyeceğinden, herhangi birinden diğerine geçerek nazarı derinleştirmek için başı hafifçe kaldırıp sağa sola, yukarıya aşağıya doğru bakmak yetiyordu.

Hülâsa Cihangir, birbiri içinde açılarak cihanı gözler önüne seren daha pek çok tabiî ruhî manzaraya münazırdı.

Ama hepsine tek renk hakemdi.

Ateş rengi!..

Her gün fecirle başlardı bu tabiî yanış. Güneşin ilk ışıkları, önce Âsitâne’nin altın alemlerine vurur ve her kubbe şerareli bir çerağ olur, her minare parlak alevli meş’ale endamıyla gün boyu yanar dururdu.

Bütün parlak zeminler, şeffaf cisimler o alevden şala bürünmeye hazır olduğundan meş’alelerden çıkan şerareler camları tutuşturur, vitraylere akseder, çinilerde yansır ve ışığın feri arttıkça bu zahirî yangın yayılırdı.

Güneş biraz yükselince ateş suya düşer ve sular da yanmaya başlardı. Böyle bir yanışa camlardan daha müheyya olan sular bu tulu’ allığını bağırlarında açılan hatt-ı zerrinler vasıtasıyla içlerine çekip kendilerinin bir parçası hâline getirirlerdi.

Bu yanış, kuşluk vaktine kadar gittikçe azalarak devam ederdi.

Kuşluktan itibaren camlar silinir, sular durulanır ve kızıllık an be an azalırdı. Yorgun zihinler, durgun dimağlar tam maviliği bütün tonlarıyla idrak etmeye hazırlanırken güneş guruba meyleder ve manzara tekrar tabiî allığına sarınırdı.

Zira, zaman yine yangın zamanıydı. Âsitâne, değişik yerlerde korların parladığı sönmüş bir yangın yerini andırırken Üsküdar’da açık sarıyla başlayan renk hareketlenişleri koyu kızıllığa doğru akardı.

Necip Fazıl’ın da ‘Akşamları camlarında yangın çıkan Üsküdar’ diyerek ifade ettiği gibi yine alemlerde, camlarda başlayan bu yangın, bütün binaları ‘som altından’ teşekkül eden ‘Peri kâşâneleri’ hâline getirdikten sonra suya aksederdi.

Havası, suyu, dağı, denizi, canlısı, cansızı, bitkisi, hayvanı ile bütün mevcudât bu ateş tablosundaki yerini alıp manzarayı itmam edince, fecir ve gurub yanışını temâşâya müheyya nazarlar o tarafa dönerlerdi.

Çünkü insan zihninde genellikle soğutma, söndürme mânâsını tedai ettiren suyun, renk itibariyle de olsa alev alev yanışını seyretmek, ruhu esrarlı bir ürpertiyle sararak hisleri mest etmeye yeterdi.

Kırmızının bütün tonlarını birbiri içinde tenevvür ettiren böyle bir renk tufanının ilk inikasları manzara meftunlarının göz bebeklerine değdiği anda ateş mecra değiştirir ve camlarda sönüp sularda soğurken ruhları sarıp sarmalamaya başlardı.

İnsan, yanışın sadece temâşâ hazzının yaşandığı bu tablo içinde bedenen yer almasa da ruh kendini her hâli ile o renkli iklimin içinde hisseder ve lâlî havayı soluyarak nefes nefes renk değiştirirdi.

Bu büyüleyici iklimden nasibini alan ruhlar bir süre sonra gaybî yanışa ünsiyet peyda etmeye başlayınca manzaranın hazzı azalmaya yüz tutardı ama o sıralarda ayın doğması ile yangının yeni bir safhası başlardı.

Genellikle güneş göze, ay ruha hitap ettiğinden mehtabın tutuşturduğu yangınlar tulu’ ve gurub vakitleri kadar şiddetli olmasa da hisler, hayaller üzerinde çok farklı tesirler hasıl ederdi.

Eğer ay doğmaz veya doğsa da hava şartlarından dolayı suya aksetmezse, geceye pıhtılaşmış kan rengini andıran ürkütücü bir karanlık hâkim olurdu ama o da fazla uzun sürmezdi.

Önce semanın derinliklerinden inen ince yıldız ışıkları delerdi bu kasvet karanlığını. Ardından fecr-i kâzip sökerek hassas mizaçların manzaraya intibak etmelerini sağladıktan sonra yerini fecr-i sadıka bırakırdı.

O zaman mutad manzara aynı minval üzere tekrar yaşanmaya başlardı.

Tıpkı insanın buraya ilk ayak bastığı üç bin yıl önce de yaşandığı gibi.

06.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

  (23.07.2006) - Said Nursî ve Hasna Şener

  (16.07.2006) - Erek’ten bakarken

  (09.07.2006) - Dâüssıla hissiyle

  (02.07.2006) - Okuma zamanı

  (25.06.2006) - ‘Mevlâ görelim neyler...’

  (18.06.2006) - Konuşma ve yazma üzerine

  (11.06.2006) - Bir boğaz safâsı

  (04.06.2006) - 'Nurun muallimi'

  (28.05.2006) - Menzilden menzile

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004