Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Gölge ile sıcak, Cennet ile Cehennem bir olmaz.

Fâtır Sûresi, 21

27.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki çocuğu ölmüş bir kadını tesellî ederse Cennette ona bir aba giydirilir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3696

27.08.2006


Binlerce günaha nasıl mukabele edilir?

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?” diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risâle-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risâle-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samîmî ve halis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.

Kastamonu Lâhikası, s. 67

Lügatçe:

meyusâne: Hüzünlü.

tahattur: Hatırlama.

necat: Kurtuluş.

Beşaret-i Aleviye ve Gavsiye: Hz. Ali ve Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin müjdeleri.

mütehayyir: Hayret içinde.

mâbeyn: Arasında.

iştirak-i âmâl-i uhreviye: Ahirete ait amellerde ortaklık.

müttakî: Allah’tan korkan, takva sahibi.

içtinab-ı kebâir: Büyük günahlardan sakınmak.

27.08.2006


Hüve Nüktesi ile ilgili bir nükte -1-

Risâle-i Nur’un bazı ifadelerine zaman zaman sataşıldığı, bazı kişilerin kimi cümlelere iliştiği olmuştur. Hakikaten de anlatım kusuru imiş gibi görülen bazı cümleler Risâle-i Nurlarda göze çarpmaktadır. Bu tarz cümlelerin bir kısmı, belki bir tashih hatası sonucu bozuk gibi durmaktadır. Üstadın tashihinden geçmiş Osmanlı alfabesiyle basılı takım halinde bir Külliyat’ın, Risâle-i Nur Enstitüsünde ve internet sayfasında bulunması zarureti vardır. Tâ ki ilgilenen kişiler, anında orijinal nüshalara ulaşabilsin ve tashih/okuma hatalarından kaynaklanıp anlatım kusuruna sebep olan hataları ilgili mercilere ulaştırsın.

Bir zamandır Risâle-i Nurları bu gözle okumaya çalışıyorum. Tashih hatası olduğu çok açık olan yerleri ilgili birimlere ulaştırıyorum, onların gereği yapılıyordur. Fakat anlatım kusuru gibi görünen kimi cümleler var ki, aslında tashih hatası olduğu halde, Osmanlı alfabesiyle basılı nüshaya bakmadan onun tashih hatası olduğu anlaşılamıyor ve resmen bir anlatım kusuru imiş gibi duruyor.

Meselâ 11. Şuâ Meyve Risâlesi Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası’nda geçen şu paragrafa bakalım (Aynı metin Asa-yı Musa’da da var):

“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risâle-i Nur risâleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bi’l-âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risâlenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye unvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Ara sıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.”

Ziyâ kelimesi bu metine yakışmıyordu, zayi’ olmasındı? Herhalde bir basım hatası vardı. Zayi’ yerine ziyâ basılmış olmalı, diye düşündüm.

Baktığım Latin harfleriyle basılı nüshalarda (Meyve Risâlesi Doğuş LTD Şirketi Matbaası Ankara 1958 baskısı, Şuâlar Çeltüt Matbaası 1960 İstanbul baskısı, Şuâlar Y. Asya Neşriyat 1994 Almanya baskısı, Asa-yı Musa Y. Asya Neşriyat 1994 İstanbul baskısı, Asa-yı Musa Yeni Asya Neşriyat 2001 İstanbul baskısı, Yeni İndeksli Asa-yı Musa 2005 İstanbul baskısı gibi) kelimenin yazımının hep “ziyâ” şeklinde olduğunu gördüm. 2005 baskısı Asa-yı Musa’da da şapkasız ziya şeklinde yazılıydı. Demek zâyi’ değilmiş.

“Ziyâ” kelimesi “ışık” anlamına bu metine yakışmamakta ve dolayısıyla bir anlatım kusuru teşkil etmekteydi. Çünkü ilk plânda müracaat edilecek Latin harfleriyle basılı lügatlarda (Abdullah Yeğin Yeni Lügat, Risâle-i Nur Enstitüsü’nün hazırladığı Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ferit Develioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat) “ziyâ” kelimesi, sonu hemze ile yazılmış ve kelimeye “ışık, aydınlık” mânâsı verilmiştir.

“Herhalde sür'atle istinsah edilirken bir hata olmuştu. Peki nasıl olursa metin düzelir ve anlatım kusuru taşımaz?” diye günlerce kafa yordum:

“…benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim…”

Kitaplarımın ziyâları ve (kitaplarımın) ağlamaları…

Kitapların ağlamasından duyulan ıztırap ifade ediliyorsa, ağlayan kitaplarsa, teşhis san'atı olur ve güzel de olur. Bu sefer “kitaplarımın ziyaları” ifadesini nereye koyacağız? Bu teessüf verici haletle, “kitaplarımın ziyâları” ifadesini nasıl bir arada düşüneceğiz?

Kitapların “ziyadar” olduğu ve bu ziyadar kitapların ağladığı ifade ediliyorsa, bu kez cümle başka türlü kurulmalıydı. Yok, ağlayanlar kitap değil de “canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim” diye ifade edilen Nur talebeleriyse, cümle yine başka türlü kurulmalıydı.

“Ağlamalarından teessüflerini çektiğim” dediği ağlayanlar eğer kitaplarsa, cümle şöyle kurulabilirdi:

“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risâle-i Nur Risâleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar ve ziyâdar kitaplarımın ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki…”

“Ağlamalarından teessüflerini çektiğim” dediği ağlayanlar nur talebeleriyse eğer, cümle şöyle kurulmalıydı:

“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki…”

Bu son şekil daha uygun geldi. Herhalde böyle olmalıydı. Ah, aslı olsa da, tashihten geçmiş şekliyle karşılaştırsam… Lâkin cümlenin kuruluşunu alt üst etmek zorunda kalmıştım. Canım, bu kadar da tashih hatası olmazdı ya, resmen farklı bir cümle kurulmuş oldu, ögeler yer değişti. Kafama göre hatasız bir cümle kurmuştum, ama içim rahat değildi.

Düşüncelerine değer verdiğim bir iki dosta okudum aynı paragrafı. Onlar da, ziyâ sözünün bu cümledeki haliyle oturmadığını söylediler. Hatta benim ilk düşündüğüm gibi “O kelime, ziyâ değil de zayi’ olmasın sakın” dediler. Fakat hiçbir nüshada “zayi’” diye geçmiyordu.

Bunun üzerine, metindeki paragrafın kendimce düzelttiğim son şeklini o dostlara gösterdim. Onlar da istihsan ettiler. Ama cümle kuruluşunun bu ölçüde değiştirilerek ancak düzeldiği böylesine bozuk bir ifadenin, Risâle-i Nurlarda olabileceği düşüncesi beni müthiş rahatsız ediyordu.

Başka bir şey olmalıydı ama ne?

Günlerce durup dinlenip aynı paragrafla ilgili çalışmalarımı gözden geçirdim.

14-21 Temmuz tarihleri arasında, Barla Yeni Asya Sosyal tesislerindeydik. Kendi programından iki gün önce gelmiş olan Kutlular Ağabeyle de sohbet etme fırsatı oldu. Asa-yı Musa’dan ilgili paragrafı kendisine okudum. O da bir aksaklık olduğunu ifade etti. Ziyâ sözü oraya yakışmıyordu. “Tashih hatasıdır, bak bakalım kitabın arkasındaki sözlüğe, başka mânâsı var mıymış?” dedi.

“Canım ziyâ kelimesinin nesine bakacaksın ki. Ben Abdullah Yeğin’in Yeni Lügat’ına da, Develioğlu’nun iki yumruğum kalınlığındaki Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat’ına da baktım. Kelime Türkçe ziyâ şeklinde yazılmış, tıpkı risâlelerde olduğu gibi, Osmanlıcası da Dat-Ya-Elif-Hemze ile gösterilmiş. Mânâsı da ‘ışık, aydınlık’ diye verilmiş.”

Tabiî bunları içimden söylüyorum. Bu arada da Kutlular Ağabey “bak” dediği için, kerhen kitabın (1994, Y.A.Neşriyat, Asa-yı Musa) arkasındaki sözlüğe bakıyorum. Orada iki farklı yazımla verilmiş, iki farklı ziya olduğunu görüyorum. Biri ziya’ (zayi olma, kaybolma), diğeri de metindeki gibi ziyâ (ışık, aydınlık). Demek metindeki tashih hatası imiş gerçekten. “Zayi olma” anlamına gelen bir ziya’ kelimesi de varmış demek. Kutlular Ağabeye “Kelimenin sonundaki kesme işaretini metine basmamışlar. Yanlış yazılmış metine” diyorum. “Biz bu tashih hatalarıyla yıllardır baş edemedik” diyor ve ekliyor “Aferin, işte böyle müdakkik olmak, dikkatle okumak lâzım.”

İşin kötüsü, insanın müracaat için ilk aklına gelebilecek her üç sözlükte de sadece ziyâ vardı, ziya’ yoktu. Bunun üzerine eve dönünce Osmanlıca Kamus-ı Türkî ve Ahtar-ı Kebîr adlı lügatlara baktım. Bu Osmanlıca basım sözlüklerde kelimenin hem sonu ayın harfiyle (dat-ya-elif-ayın) biten şekli vardı, hem de sonu hemze ile (dat-ya-elif-hemze) biten biçimi mevcuttu.

Beni aylarca uğraştıran metinde, anlatım kusuru yokmuş meğer. Ama işin tuhafı, yıllardır bu kelime “ziyâ” diye basılmış. Ziyâ da ışık demek. Kim sözlüğe bakma gereği duyar ki? Kaldı ki baksan ne yazar? Hangi sözlüğe baksan Ziya kelimesi, ışık, aydınlık diye mânâlandırılmış.

Daha sonra İndeksli yeni 2005 İstanbul basımı Yeni Asya Neşriyat’ın Şuâlar’ı elime geçti. Bu kitapta ise kelimenin şapkasız ve “ı” ile zıya diye yazıldığını ve lügatinde de “kaybolma, zayi oluş, zarar görme” şeklinde anlamlandırıldığını görünce, bu kez lügatlarda zıya maddesini aradım. Bu kez her üç lügatta da zıyâ’ (dat-ya-elif-ayın) yazımıyla kelimeyi buldum. Demek doğru yazımı “ı” ile zıyâ’ imiş. Fakat 1958’den bu yana hiçbir risâlede zıya’ şeklinde geçmiyor. Hep tashih hatası var. Sadece 2005 basımı Şuâlar’da kelime doğru yazılmış. İşin garibi Yeni Asya Neşriyat 2005 basımı indeksli yeni Asa-yı Musa’da da aynı kelime gene hatalı olarak “i” ile ziya şeklinde geçiyor.

Bu olay, anlatım kusuru gibi görüp de bilgisayarıma not aldığım cümlelere hem yenilerini ilâve etme hususunda bana gayret verdi, hem de kusur gibi görünen cümlelere bilmem kaç yüzüncü defa dönmem gerektiğini. Böyle bir çalışma yapmamış olsaydım, 1958 Baskılı Meyve Risâlesinden tut, 2005 basımı Asa-yı Musa’ya kadar pek çok risâlede bu kelimenin hatalı basıldığını fark etmeyecektim. Bu durum, hatalı gibi duran cümleler üzerinde tekrar be tekrar kafa patlatmak gerektiği hususunda bana kanaat verdi. Böyle, bilmem kaçıncı tekrar ve uğraşma sonunda fark ettiğim, Hüve Nüktesindeki kusur gibi görünen bir cümle hakkında düşüncelerimizi de yarınki yazımıza bırakalım.

Nahit TOPALOĞLU

27.08.2006


Faal

Allah (c.c.), Faal’dir, Fâil’dir. Yani, sonsuz faaliyet sahibidir, dilediği gibi faaliyet yapar, fiilleriyle her şeye hâkimdir, hiçbir şey Kendisini hiçbir faaliyetten alıkoyamaz. Cenâb-ı Hak irâde ettiği her şeyi bir emirle ânında yapar, bütün kâinat ve varlıklar âlemi Allah’ın sonsuz faaliyetlerinin ve hadsiz tasarruflarının şâhididirler. Kâinatta gördüğümüz baş döndürücü faaliyetler, Cenâb-ı Faal-i Hakîmin sonsuz tasarruflarının her an dilediği gibi devam ettiğini göstermektedirler.

Kâinatta bütün işleri ve fiilleri yapan, bütün oluşları yaratan Cenâb-ı Hak, hayattan ölüme, hastalıktan şifaya, rızıklandırmaktan güzellikleri tanzim etmeye, bitkilerin büyümesinden hayvanların yaratılışına, yağmurun gönderilmesinden pınarlarda suyun kaynamasına, toprağın sükûnetinden yer kabuğunun zelzelesine, dünyanın dönmesinden güneşin ışık ve ısı vermesine, güneş sisteminin hareketlerinden yıldızların ve galaksilerin seyirlerine kadar kâinatta ne kadar fiil ve eylem varsa, ne kadar etkinlik ve iş varsa, ne kadar hareket ve bereket varsa, ne kadar “yapma işi ve fiili” varsa hepsinin sahibi, yapıcısı, yaratıcısı ve fâilidir. Cenâb-ı Hak, Fâil-i Muktedirdir.

Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) haber verdiği Fâil ismi, Kur’ân’da bu ismin mübalâğa şekli olarak Faal biçiminde gelmiştir.

İlgili âyetler şöyledir:

“İsyankâr olanlar Cehennemdedirler. Onlar orada ‘Ah!’ edip inlerler. Rabbinin dileği dışında, gökler ve yer durdukça onlar orada temelli kalıcıdırlar. Muhakkak Rabbin, Faalün limâ yürîddir (her istediğini yapan).”1

“O çok bağışlayan, çok seven, Yüce Arşın sahibi ve her dilediğini yapandır (Faalün limâ yürîddir)”2

Kâinatta gözlemlediğimiz önemli hakikatlerden birisi, imkân, yani “olabilirlik hakikati”dir. Yani, her bir varlığın var olmasının ve meydana gelmesinin zorunlu olmaması durumu. Başka bir ifade ile, her şeyin varlığı ile yokluğunun eşit ihtimâl dahilinde olması hali. Elbette bu durum, Zorunlu Varlığı gösterir. Yani var olmakla olmamak arasında eşit durumda olan varlıklar, Zorunlu olarak var olan Allah’ın varlığını bildirirler. Bediüzzaman’ın ifâdesi ile, “Şu kâinatın cüz’iyatında ve hey’et-i umumiyesinde görünen imkân, vücubu gösterir.”

Bedîüzzaman’a göre, tıpkı imkân ile vücubta olduğu gibi, diğer hakikatler de aynı ilgi ile zıtları olan vasıfları ve etkenlerini gerektirmektedirler. Meselâ, “yapılma işi,” “Yapıcıya” işâret etmekte; “yaratılmak,” “Yaratıcıyı” göstermekte; âlemdeki çokluk, terkip ve sentez, “Yaratıcının bir olduğuna” işaret etmektedir. Bu “zorunluluk, yapıcılık, yaratıcılık ve birlik” hakîkatleri ise gâyet açık bir şekilde, yaratıklar cinsinden olmayan, yapılmış olmayan, yaratılmış olmayan, çok olmayan ve çokluktan toplanmış bulunmayan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda, Faalün-limâ yürîd’e, Hâlık-ı Külli Şeye ve Vâhid-i Ehade, yani Allah’a şehadet etmektedirler.

Bediüzzaman’a göre görünen eşya, “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. Yani, “O değil,” “Ondan”dır; Cenâb-ı Hakkın eseridir. Vahdetü’l-vücut ve vahdetü’ş-şuhut mesleklerinin, Ondan başka hiçbir şeyin mevcut olmadığını iddiâ etmeleri hata ve sehivden ibârettir. Çünkü varlıklar zan ve hayâllerden ibâret değil, Cenâb-ı Hakkın hakîkî eserleridir. Rahmân, Rezzâk, Vehhab, Hallâk, Faâl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok Esmâ-i Hüsnânın tecellîleri gölge değil, hakîkîdirler. Eserler, Onu gösteren hakîkî birer aynadan ibârettirler. Varlıklar her ne kadar Vâcibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten zayıf ve kararsız birer gölge gibi kalsalar da hayâl değil, vehim değildirler; Faalün-Limâ Yürîd olan Cenâb-ı Hakkın Hâlık ismiyle vücut verdiği ve o vücudu dilediği gibi devam ettirdiği hakîkî birer unsurdurlar.

Bedîüzzaman’a göre, “O her gün yeni bir iştedir”3 âyeti, Faalün-Limâ Yürîd isminin hadsiz bir faaliyetten haber verdiğini bildirmektedir. Bu sonsuz kâinat, böyle hadsiz faaliyetlerin ve sonsuz tasarrufların hadsiz şâhitlerinden ibârettir.

Varlıklar âleminde işleyen fiillerin hadsiz intizam ve hikmet dillerinin bir Fâil-i Muhtârın varlığına ve birliğine hadsiz şâhitler olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, kâinattaki bütün varlıkların, hadsiz intizam dilleriyle ve hikmet parmaklarıyla gösterdikleri Fâil-i Muhtarı bilmemenin veya inkâr etmenin çok büyük bir cehâlet ve târif edilmez bir dîvânelik olduğunu, hattâ dünyada en ziyâde hayret edilecek bir şey varsa onun da bu inkâr olduğunu, hattâ kâinatın vücudunu inkâr eden Sofestâîlerin bu noktada akla daha çok yaklaştıklarını, çünkü kâinatı ve kendini inkâr etmenin, Fâil-i Muhtâr olan Hâlık’ı inkâr etmekten daha akıllı bir iş olduğunu kaydeder.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 106-107; 2- Buruc Sûresi: 14-16; 3- Rahman Sûresi: 29.

27.08.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Vasile bin el-Eska (ra) anlatıyor:

Müslüman olmak için çocuklarımı Mekke’de bıraktım ve yola çıktım. Medine’ye geldiğim zaman Peygamber Efendimiz (asm) namazda idi. Ben de son safa durarak onlarla birlikte namaz kıldım.

Namaz kılındıktan sonra Resulullah Efendimiz (asm) yanıma gelerek:

“Niçin geldin?” buyurdu. Ben:

“Müslüman olmak için ya Resulallah.” dedim.

“Müslüman olursan iyi olur. Hicret de eder misin?” buyurdu. Ben:

“Evet. Hicret de ederim.” dedim.

Bunun üzerine Resulullah Efendimiz (asm) mübarek elini uzatarak:

“İster darlıkta, ister bollukta, ister sevinçte, ister üzüntüde her halükârda Allah’ın emrine itaat edecek ve bütün zorluklara göğüs gerecek misin?” buyurdu.

Ben de elimi uzattım:

“Evet ya Resulallah.” dedim. Her emri istisnasız kabul ettim.

Bunu gören Resulullah Efendimiz (asm), şefkatinden:

“Yapabildiğin kadar.” buyurdu. Ben de:

“Yapabildiğim kadar.” dedim.

Bunun üzerine Resulullah Efendimiz (asm) elimi sıktı.

(Kenzül-Ummal, 8/333)

Süleyman KÖSMENE

27.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004