Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Elçiler dedi ki: "Rabbimiz biliyor ki, biz size gönderilmiş elçileriz. "Vazifemiz size hakkı bildirmekten ibarettir."

Yâsin Sûresi: 16-17

25.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İhlâs Sûresini okuyan kimse Kur’ân'ın üçte birisini okumuş gibi sevap kazanır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3732

25.09.2006


Oruç, şükrün anahtarıdır

İKİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.

Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.

İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Mektubat, s. 388

Lügatçe:

savm: Oruç.

taam: Yemek.

in’âm: Nimet verme.

belâhet: Ahmaklık.

kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.

memnûiyet: Yasaklanmış olma, yasaklılık.

tenâvül: Yiyip içmek, birşeyi almak.

muâvenet: Yardım.

Bediüzzaman Said NURSİ

25.09.2006


Raşîd

Allah (c.c.), Raşîd’dir. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz kemâl sahibidir; her sözü hak ve doğru olan, doğruyu ve hakkı emreden, doğruya ve hakka hidâyet edendir. Allah Teâlânın sözlerinde ve kelâmında aslâ yalan ve hilâf bulunmaz. Kullarını doğruya, istikâmete ve hak yola hidâyet eden bizzat Rabb-i Raşîd’dir. O, bütün kâinatı sonsuz mükemmellikteki sıfatlarıyla yaratır, yönlendirir ve yönetir. Cenâb-ı Allah kullarının işlerini en iyi sonuca, en kâmil neticeye ulaştırır. Dînini kâmilen gönderir ve insanları kemâlâta, hayra, iyiliğe, rüşte ve en doğru yola davet eder ve eriştirir. Cenâb-ı Allah rüşt ve iyi ahlâkta insanların yardımcısıdır.

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bildirdiği Râşid ismi ve bu ismin mübalağa şekli olan Raşîd ismi Kur’ân’da geçen “rüşd” mastarından türemiştir.

İlgili âyetleri inceleyelim:

Cenâb-ı Hak, kendi nâzil buyurduğu hak dinini ve hakîkat yolunu “rüşt” lafzıyla şöyle ifâde buyurmuştur: “Dinde zorlama yoktur; rüşd (doğruluk) dalâletten, iman küfürden iyice ayrılmıştır.” “Rüşd (doğruluk) yolunu görseler, onu yol edinmezler, sapıklık ve fesat yolunu gördüklerinde ise o yolu tutarlar.”

“Biz rüşd (doğru) yoluna ileten hârikulâde bir Kur’ân’ı dinledik ve ona îmân ettik. Artık biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.”

Âlemde her şeyde sonsuz bir hareket olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, kâinatın bir ağaç gibi bütün zerreleri ve cüz’leri ile mükemmelliğe meylettiğini ve mükemmelliğe doğru yürüdüğünü kaydeder. Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, bu umûmî mükemmellik meylinin dışında, insanda ayrıca bir yükseliş meyli de bulunmaktadır. Bu yükseliş meyli her insanda bir çekirdek gibidir; tecrübeler vâsıtasıyla açılır, gelişir ve insanı bir çok başarıya götürür.

Bedîüzzaman, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu kâinatın Yaratıcısının, doğru sözlü peygamberlerine bildirdiği vaat ve vaîdini, yani mükâfât ve cezâ ile ilgili sözünü yerine getirmemesinin kâbil olmadığını belirtir. Nitekim Cenâb-ı Allah’ın vaat ve vaîdinde bulunduğu iş ve emirler, Kendi kudretine geçmiş baharın sayısız varlıklarını gelecek baharda kısmen aynen ve kısmen mislen iâde etmesinden daha kolay, daha hafîf ve daha rahattır. Cenâb-ı Hakkın vaadini ifâ etmesi de, hem bize, hem her şeye, hem Kendisine, hem rubûbiyet saltanatına pek çok lâzımdır. Sözünü îfa etmekten vazgeçmesi ise, iktidarının izzetine ve ilminin ihâtâsına zıttır. Çünkü sözünde durmaması ya cehâletten, ya da âcizlikten gelir. Oysa Cenâb-ı Hak âcizlik ve cehâlet gibi noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır. Dahası hulf, hilâf ve aldatmak, hiçbir vecihle Allah’ın izzetine ve haysiyetine yakışmaz. Nitekim, bütün görünen şeyler ve işler Allah’ın sıdkına, doğruluğuna, hakkâniyetine ve rüştüne şehâdet etmektedirler.

Bedîüzzaman’a göre, bütün mevcûdât ve kâinatın tüm hâdiseleri Cenâb-ı Hakkın hak söyleyen sâdık kelimeleri hükmünde, doğru söyleyen nâtık âyetleri hüviyetindedir. Cenâb-ı Hak ebediyeti vaat etmiştir, bu vaadini dilediği anda yapacaktır. Bir mahkeme-i kübrâyı açacak, bir saadet-i uzmâyı—inşaallah—verecektir. Allah’ın kudretinin zâtî ve Zât-ı Akdesin zarûrî lâzımı olduğunu beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, görünen her şeyin sınırsız sür’at içinde sayısız çokluk ve gâyet intizam ile; sonsuz kolaylık içinde gayet güzel san’at, maharet ve sağlamlık ile ve hadsiz ucuzluk ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve tam bir ayrıştırma ile îcat edilmelerinin, kudretin zıddı olan aczin Allah’ın kudretine hiçbir şekilde ârız olamayacağına işâret ettiğini kayd eder.

Bedîüzzaman’a göre, insan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam etmektedir. Bu geçici dünyada en büyük bir fânî, en küçük bir insanın hayâlini bile doyurmamaktadır. Çünkü insanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihâta etmiş fikirleri ve ebedî saadetin her çeşidine yayılmış arzûları vardır ve bu arzular insanı ebedî hayata namzet kılmaktadır. İnsan ebede gidecektir. Bu dünya ona yalnız bir misâfirhâne hükmündedir ve âhireti için bir bekleme salonundan ibârettir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

25.09.2006


Münâcâtü'l-Kur’ân

ŞUARÂ:

1. Ey yeryüzünde bitkilerden nice güzel çiftler yetiştiren! (7)

2. Ey sihirbazları secdeye kapandıran ve onlara, “Âlemlerin Rabbine, Mûsa ve Hârun’un Rabbine îman ettik” dedirten! (46-48)

3. Ey Kıyâmet günü Cenneti müttakîlere yaklaştıran, Cehennemi de, azgınlara gösteren! (90-91)

4. Ey Azîz ve Rahîm ve ey Rûhu’l-Emîn olan Cebrail’in Rabbi! (191, 193)

NEML:

1. Ey göklerde ve yerde gizli olanları açığa çıkaran ve onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilen! (25)

2. Ey yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sâbit dağlar yaratan ve iki deniz arasına engel koyan! (65)

3. Ey Kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, karanın ve denizin karanlıkları içinde yol gösteren! (62-63)

4. Ey her şeyi san’atıyla sapa sağlam yapan ve yaptıklarımızdan tamâmıyla haberdar olan! (88)

25.09.2006


Risâle-i Nur, Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir

Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Hakimden tereşşuh etmiş ve onun esasları dairesinde yazılmıştır. Eseri telif eden Bediüzzaman’dır. Bütün hakikî ilim adamları müttefikan Risâle-i Nur’un bu muhteşem müellifinin “Bediüzzaman” denmeye lâyık bir şahsiyet olduğunu tasdik etmişlerdir. Risâle-i Nur eserlerinin millet ve gençliği dalâlet ve sapkınlık girdaplarından kurtaracak bir tefsir-i Kur’ân olduğunu takdir ve tahsinlerle tasdik etmişlerdir.

25.09.2006


Bir işaretle putları yere serdi

Altıncı Misal: Nakl-i sahihle Abdullah ibni Ömer’den haber veriyorlar ki:

Demiş: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken, “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür.” (Zümer Sûresi, 39:67.) âyetini okudu. Ve dedi: “Cebbâr olan Allah kendini tâzîm ediyor ve buyuruyor ki: ‘Cebbar Benim, Cebbar Benim; herşeyden büyük ve her şeyden yüce olan Benim’” dediği vakit minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi; korktuk ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı düşürecek bir derecede sallandı.

Yedinci Misal: Nakl-i sahihle, habrü’l-ümme ve tercümanü’l-Kur’ân olan Hazret-i İbni Abbas ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahabeden olan İbni Mes’ud’dan haber veriyorlar ki:

Demişler: Feth-i Mekke gününde, Kâbe ve etrafında, taşta rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek “Câ e’l-hakku ve zeheka’l-bâtılü. İnne’l-batıle kâne zehûkan / Hak geldi, bâtıl yok oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir.” (İsrâ Sûresi, 17:81.) deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar.

Mektubat, s. 135

25.09.2006


Dörtlük

İman, Cennete akan tükenmez bir sermaye.

Ebediyyen saadet, orda onurlu paye.

Rahman olan Rabbimiz mü’minlere bahşeder.

Yeter ki ihlâs olsun, amelde esas gaye.

Abdülkadir MENEK

25.09.2006


Takvim

Bugün oruç iki oldu

İkide kalmayacak bu

Ömür akıyor sanki su

Hoşgeldin şehr-i Ramazan

Celal YALÇIN

25.09.2006


Ya Rezzak

İkramı bol ve rızık verici olan Rabbimiz bizi bir kez daha Ramazan ayına eriştirdi.

Tattığımız her nimet, yediğimiz her lokma bizim için ne büyük bir ikramdır bilirsiniz.

İçtiğimiz bir bardak soğuk suyun, bu sıcak havalardaki kıymeti tartışılmaz bile.

Sahurlarda ellerimizi yıkayıp, yarınki oruç ibadetine niyet ederken, masamızda arta kalan yiyecekler cazibesini o an için kaybetmiş olabilir ama acıkınca nasıl da kıymete binerler değil mi?

Yine balkonda oturuyorum.

Yine uzaklara dalmış düşünüyorum…

Bir önceki Ramazan ayında da bu balkonda yazıldı pek çok Ramazana dair yazı.

‘Keşke demli bir bardak çay, yanında da akide şekeri olsa’ diye geçirdiğim günlerin üzerinden tam tamına bir yıl geçmiş…

Hayatımda pek çok şey değişti.

Pek çok tecrübe edindim geçen bu zaman zarfında…

Kimi olaya gözyaşlarıyla katlanmaya çalıştım… Kimisine gülüp geçtim… Kimi vak’alarda mutluluktan mest oldum…

Ama hepsinin bana kattıkları, benden alıp götürdükleri vardı.

Tatsız tutsuz anıları unutmaya çalışmanın beyhudeliğini bile bile çabalıyorum işte. Sık sık telefonum çalıyor. ‘Yenge mağdur bir bayan var, yardım istiyor’

Ya da, ‘Çoluk çocuk perişan bir ailenin acilen gözetilmesi gerekiyor Hülya hanım’ diyen dostlar, arkadaşlar, akrabalar…

Eksik olmasınlar, ekonomik durumu çok iyi olup da bu tür yardıma muhtaç insanları arayıp bulacak vakti olmayan cömert insanları arıyorum. Hemen hepsi kırmıyor, memnuniyetle yardımcı oluyorlar.

Kapılarına vardığımız fukara insanların gözlerindeki teslimiyeti, bükük boyunlarındaki masumiyeti görmek bana hayatımın tecrübelerinden birini daha yaşatıyor.

YA REZZAK!

Bu insanların nevalesini ayaklarına kadar gönderirken beni istihdam ettiğin için Sana şükürler olsun.

Bu insanlardan kopmadığım, onları mahallerinde bulup tanıdığım için de…

Yardıma muhtaç olanlardan habersiz olduklarımdan da, beni haberdar eden dostlarım olduğu için de…

Ve…

Bir kalemde torbalar dolusu erzağı gönderenlerin yanında itibarım olduğu için de..

Sana şükür etmek için ne kadar da çok sebebim var.

Seni sevmek için, Seni anmak için, Sana secde etmek, verdiklerin için secdelere uzanmak için ne kadar çok sebebim var…

YA REZZAK!

Verdiklerin, verenlerden olanları tanıttığın için şükür kapılarını açtığın bu ay hatırına bizi şükredenlerden eyle.

Rızkın kıymetini anladığımız, bir lokmanın değerini, bir yudumun paha biçilmezliğini öğrettiğin için seherlerde açılan ellerin hafifliğini yüreğimizde de hissettir bize YA RAB!

Hülya YAKUT

25.09.2006


Kalp kozası

Kısa olsun diye Koza Han’ın içinden geçiyordu… Sabahın erken saatlerinde buradan geçmek ayrı bir düşünce dinginliği veriyordu… Hisleri tarihin nefesiyle harekete geçiyordu her geçişinde…

Duvarlara sinmiş düşünce dokuları refakatiyle adımlıyor adımlarını… Adı üstünde Koza Han… Zihinlere ipek hikmeti olmak için nice düşünce kelebeği uçmuştu bu handan…

O gün Han’dan öylesi bir kelebeğin uçuşuna şahitlik etti… Masada oturan orta yaşlı biri, birilerine konuşuyordu, ister istemez duydu ve durakladı düşünceleri… “Yaşamayan bilmiyor, bir sen biliyorsun çektiklerini”

“Bir sen biliyorsun”u iki defa tekrar etti… Belli ki dert korunda pişmiş yüreği… Yürekten söylediği yüreğine yer ediyor han yolcusunun…

Sanki yakın yürekler birbirlerini çekiyor, çektikleri çileler ipek ipleri gibi bağlıyor onları…

Yüzünü dahi görmediğiniz biriyle yüreğinizle konuşursunuz… Kelebek konuşmalar geçer aranızda… Hanlar sessiz, taşlar duyarsız gibi görünse de şahitlik eder ve yarınlara saklar yürek kelimeleri…

Dert ummadığınız bir anda ayaklarınıza dolanıverir de yürüyecek mecaliniz kalmaz hayat yolunda… Sağınıza bakarsınız acz, solunuza bakarsınız fakr… Yalnızsınızdır ve yanıyorsunuzdur...

Ve bir handan geçerken yanan bir yüreğin kıvılcımıyla teselli bulur içiniz… Sizden daha çok acı çekenler vardır… Sabır soluyup şükür teneffüs ettikçe ipeksi bir yumuşaklık hisseder yüreğiniz…

Dertlerinize sevinin diyemeyeceğim… Kalp kozası dert ateşiyle yanıyorsa ipeksi hikmet dokunuyor demektir… Buna ise hanlara sahip olmaktan daha fazla sevinin…

Hüseyin EREN

25.09.2006


Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğunun delili nedir?

Ramazan ayında ergen ve akıl sahibi Müslümanların oruç tutmalarını şu âyet emrediyor:

“Ey iman edenler! Oruç, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, günahlardan sakınıp takvaya eresiniz… O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir. Kim bu aya erişirse, orucunu tutsun. Bu ayda hasta olan veya yolda bulunan, tutamadığı günler kadar, başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler. Zorluk dilemez. Tâ ki, güçlük çekmeden oruç günlerinizi tamamlayın. Sizi doğru yola iletmesinden dolayı Allah’ı tekbir ve tazim edin. Böylece Ona şükretmiş olursunuz.”1

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Ramazan orucunun farz olduğunu şu hadisinde bildiriyor: “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için haccetmek.”2

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 183, 184, 185.

2- Buhari, İman, 34, 40.

Süleyman KÖSMENE

25.09.2006


Açıktan tebliğ emri

Yüce Allah Şems Sûresinde icmâlen haber verdiği Semûd kavminin kıssasını tafsilâtı ile bildirmek, insanları Âdem (as), Lût (as) ve Şuayb’ın (as) mücadelelerini örnek vererek irşat etmek üzere Hicr Sûresini inzâl buyurdu.

Sûre nazil olunca Peygamberimiz (asm), Hz. Ali (ra) ve Bilâl-i Habeşî (ra) ile sahabelerine haber saldı. “Dârü’l-Erkam”da toplanmalarını istedi. Sahabelerin hepsi gelerek nazil olan sûreyi Peygamberimizin (asm) ağzından dinlediler. Vahiy kâtipleri de yazarak muhafaza altına aldılar.

Sûrede geçen “Ey Resûlüm! Sana emredilen şeyi artık açıkla”1 âyetini okuyan Peygamberimiz (asm) sahabelerine: “Yüce Allah bana artık bundan sonra açıkça tebliğ etmemi emir buyurmaktadır. Çünkü ben ve benden önceki peygamberlerin söylemiş olduğu en faziletli, en değerli ve insanı Allah’ın azabından kurtaracak, cennetin kapısını ona açacak olan kelime ‘La ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu’ (Allah’tan başka ilah yoktur ve onun eşi ve benzeri, şeriki ve naziri de yoktur) kelimesidir.”2

“Benim misâlim ile Cenâb-ı Hakkın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misâli şu adama benzer. Bir adam kendi kavmine gelip, ‘Ben düşman ordusunu gözlerimle gördüm, size gelecek olan tehlikeyi haber veriyorum, tedbirinizi alın’ der. Kavminden bir kısmı haberciye uyarak orayı terk ederler. Bir kısmı da haberciyi yalanlar ve gaflet içinde uyumaya devam ederler. Sabah olunca düşman ordusu onları yakalar ve helâk eder. İşte beni yalanlayanların durumu da budur”3 buyurdu.

“Yine benim misalim ile sizin misaliniz şuna benzer ki, bir adam gece ateş yakmıştır. Ateş etrafı aydınlatınca, gece kelebekleri ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar, ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adam ise onları kurtarmaya, ateşten korumaya çalışır. Ancak baş edemez de çoğu ateşe düşer. Ben de tıpkı o adam gibi sizi ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum; ancak sizler ateşe koşuyorsunuz”4 dedi.

Sonra Peygamberimiz (asm) Hicr Sûresinde geçen peygamberlerin durumunu sahabelerine anlattı. Merak ettikleri konularda açıklamalarda bulundu. Sonra kendisinin son peygamber olduğunu açıkladı. Kıyamete kadar bu dinin bâkî kalacağını ve kendisinden sonra bu ümmet Kur’ân’ı dinlemezlerse kıyametin kopacağını haber verdi. Bunun için yüce Allah Kur’ân’da kıyametten çok haber vererek gelmesini beklemelerini ve ona göre davranmalarını ihtar ettiğini söyledi.

Ve sözlerini şöyle tamamladı: “İşte benimle benden önceki peygamberlerin misâi ve durumu şuna benzer ki, adam mükemmel bir ev yapmıştır. Her şey tamamlanmış sadece köşede bir taş, bir kerpiç, bir tuğla eksik kalmıştır. Halk evi hayranlıkla dolaşır. O ev peygamberlik müessesesidir. Ben de o köşe taşı ve binayı tamamlayan tuğlayım. Benimle peygamberlik binası tamamlanmıştır. Ben peygamberlerin sonuncusuyum.”5

Peygamberimiz (asm) sözlerini tamamladıktan sonra sahabeleri ile tebliği nasıl açıklayacağı konusunda istişare etti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Zübeyir, Hz. Habbab, Hz. Ali, Hz. Bilâl-i Habeşî, Hz. Erkam, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah, Hz. Osman bin Mazun (ra ecmaîn) hepsi orada bulunuyorlardı. Çeşitli müzakerelerden sonra panayırın kurulmuş olduğu ve halkın çoklukla çevresinde bulunduğu ve ilânların yapıldığı Safa tepesinde Peygamberimizin tüm Arap kabilelerine hitaben bir konuşma yapması konusunda görüş birliğine vardılar.

Sahabeler de kendi üzerlerine düşeni yapacaklardı. Hepsi orada hazır bulunacaklardı. Hz. Ebû Bekir de (ra) konuşma yapacağı yeri ayarlayacaktı. Diğer sahabeler de gizli olarak herkese Peygamberimizin (asm) önemli bir konuşma yapacağını bildirerek halkı oraya toplayacaklardı.

Bu şekilde herkes görevini

bilerek Dârü’l-Erkam’dan ayrıldılar.

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi, 15: 1–99, 2- Hicr Sûresi, 15:94, 3- Muvatta, Hac, 246; Kenzu’l-Ummal, 5:73, 4- Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedail, 15, 5- Buhârî, Rikak, 26, Enbiya, 40; Müslim, Fezail, 17

M. Ali KAYA

25.09.2006


Kim?

“Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk edemez. Zira her şey her şeyle bağlıdır.”

(Bediüzzaman)

Toprak, su, ateş, hava insanların ihtiyaçlarını yerine getirebilecek kadar irade ve şuur sahibi mi?

Toprağa bir tohum atıyorsunuz bir bitki oluyor. Bir taneye karşılık bazen otuz kırk tane veriyor.

Her buğday sapının üstünde ve mısır koçanının içinde programlanmış bir elektronik beyin mi var?

Cansız bulutlar insanların ne zaman suya ihtiyacı olduklarını bilebilir mi?

Yeryüzünde bin bir çeşit renk ve desende açan çiçekler, insanların güzelliklere âşık olduklarını nereden bilebilirler?

Dört yüz bin çeşit meyve ve bitkilerin asılları bir olan topraktan rengârenk çeşitli tat, kokularda karşımıza çıkmaları tesadüf eseri olabilir mi?

Resimlerini bile yapmaktan aciz kaldığımız meyve ve sebzeleri her bahar mevsiminde kolaylıkla, üstelik birbirine karıştırmadan önümüze serip istifademize sunan kim?

Yediğimiz besinleri bizim haberimiz olmadan vücudumuzun gerekli yerlerine kadar ulaştıran kim?

Ey Rabbimiz! Yağmurların damlaları, denizlerin dalgaları, çiçeklerin nakışları, kuşların nağmeleri sayısınca sana şükürler olsun.

Mehmet ERBAŞ

25.09.2006


‘Her birinin kendi makamında riyaseti var’

* “Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez, her birinin kendi makamında riyaseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mucize-i maneviye-i Kur’âniyedir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 11.)

* “Aziz kardeşlerim, temadî eden tahribat-ı mâneviye karşısında, lillâhilhamd, gittikçe Risâle-i Nur’un mucizâne mukavemeti ve satveti ve kıymeti tezayüd ediyor. Dalâletin temel taşı ve nokta-i istinadı olan tabiat tâğutunu dağıtıp, Kur’ân elinde bir elmas kılıç olarak her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalâletlerin envâı çoktur. O nispette risâlelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var.” (Kastamonu Lâhikası, s. 34).

Bediüzzaman Hazretleri: “Herkes her risâlenin her meselesini anlamaya muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfîdir” demektedir. (Barla Lâhikası, s. 187)

* Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat ettiği gibi, Risâle-i Nur’un her bir cüz’ü Kur’ân’ın bir hakikatını, bir nurunu izhar eder. (Sözler, s. 414).

Hazırlayan: Fatma ÖZER

25.09.2006


Takvim

Mağfiret ayıdır Ramazan,

Oruç tut Rabbini an.

Dün bir idi, bugün oldu iki,

Çabuk gelip geçecek anlaşılan.

Ferhat ÖĞMEN

25.09.2006


Eşyadan esmâya doğru

Oruç tutan insan bilir ki:

Mutlak güzellik eşyanın gerisinde yer alan ve ona ruh veren esmâda olmalıdır. Bu anlamda şuur sahibi her insanın temel konumu eşyadan esmâya doğru bir yolculuk olmalıdır. Bu temel konum hiç değişmez. Hangi sosyal statüde olursanız olun, hangi ırk ve milletten olursanız olun, renginiz ve zevkleriniz ne olursa olsun sizi tanımlayan temel kimliğiniz bu olmalıdır. Bu tanım dünyaya yön verdiği sanılan insanlar için de, yakın çevresi dışında hiç kimsenin bilmediği insanlar için de geçerlidir. O halde bütün güzellik tanımları ve hayat tarzının üzerine oturtulacağı temel kabuller, bu tanım üzerinde şekillenmelidir.

Bu durumda, eşyadan esmâya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar.

Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir ânında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey, O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Âlemîn’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Oruç tutan insan, bu mânâyı O’nun “ye” emri ile yiyip, “yemeyi bırak” emri ile nimetlerden el çektiğinde çok belirgin hisseder.

Hakan YALMAN

25.09.2006


Mükemmellik yolculuğuna hoş geldiniz!

Kişisel gelişim, “Rab” isminin bir tecellîsi olarak, kâinattaki gelişim eğiliminin, “Küçük Âlem” olarak nitelendirilen bireyde “Mükemmelliğe Yolculuk” olarak yansımasıdır.

Yolculuk Bismillah’la başlar!

Mükemmelliğe yolculuk Bismillah ile başlamalı. Her dengenin sebebi ve her dengelinin ilk sözü olan Bismillah, maddî ve manevî kişisel gelişimin de başı. O’nun bizden isteklerini yerine getirme sürecidir mükemmelliğe yolculuk. O’nun adıyla yolculuk yapmak, yolculukların en şirini… Ruhlar âleminden, anne rahminden, bebeklikten, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden haşre değin süren bu yolculuğun sonu ne pekâla? Dedik ya; mükemmellik bir varış noktası değil, yolculuğun ta kendisi. İşte bu yolculuğun ulaşacağı en son aşama ise, mükemmelliğin yeni ismi “Âlây-ı illiyyin!..” Yani, mükemmelliğin meyve verdiği yer olan Cennet’e lâyık bir değere yükselmek. “İnsan-ı Kâmil” olunur böylece. Ayetü’l-Kübra Risâlesindeki Rabbini bulmak isteyen seyyahın serüvenidir bu. Hayat yolculuğunun en önemli amacı olan mükemmelliğe ulaşmak için her şeyi sorgulayan, her varlıkta Rabbinin izini sürenlerin, nereden gelip nereye gittiğini, vazifelerinin neler olduğunu soranların yolculuğudur bu.

Kişisel gelişim ism-i Rabb’in bir tecellîsidir

Her şeyi uygun bir terbiye ile biçimlendirip, hakikî maksatlarına sevk eden Rab isminin gereğidir kişisel gelişim. Temelini inançtan alan bir serüvendir kişisel gelişim. Çünkü iman kayıtsız ve şartsız olarak Rabbe bağlanıştır. İnsanı gerçek kimliğine kavuşturmaktır. Bu kimliğiyle insan kendini gerçekleştirebilir.

Tefekküre dayalı mükemmellik; beynin her hücresini doldurmakla gerçekleştirilebilir. Mükemmellik boş gurur ve benlikte değil, acizliğini bilmekte insanın. Kâdir olan Sâhibine sığınarak ihsan edilir mükemmellik. İhtiyaçlarının sonsuzluğunu bilip de, Mutlak Zengin’den istenerek gelişir kişilik.

İnsan öğrenerek gelişir!

Mükemmellik yolculuğunda soruların ve sorgulamaların cevapları eğitimin desteğiyle alınır. Öğrenerek gelişir insan. Zaten dünya hayatında bunun için, “Taallümle tekemmül”; yani “Öğrenerek gelişme” için var. Bilimleri üretti insan. Gerçek fen ve hikmet kütüphanesini; Pedagoji, Psikoloji, Fen, Tıp, San’at vb. bilimleri kâinat kitabından alıp da yazmadı mı zaten?

Kişisel gelişim, benliği anlama; kişiliği geliştirme ve tabiatımızın akış yönüne, fıtrat yasalarına uygun davranışlar geliştirme üzerine kurgulu. Güzel ahlâkı tamamlayanın (asm) sunduğu ahlâkla ahlâklanmaktır kişisel gelişim. Kişilikse, duygularımızın ve yeteneklerimizin yüzlerini gerçek amaçlarına uygun şekilde kullanarak gelişir. Gerçek gelişim, insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve diğer kuvvelerin yüzlerini ebedî hayata çevirerek, her birini kendine lâyık hususî bir kulluk vazifesiyle meşgul ederek gerçekleşir. Yoksa içi boş, şekilsiz, muhtevasız bir usûlle sunulan ve “Kişisel Gelişim” zannedilen; dünya hayatının bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en alçakça tatmak, bütün duygularını; kalp ve aklını boş yere kullanmak gelişim ve yükselme değil, kişisel alçalma ve kişisel körelmedir.

İşte insanın verdiği söz de buydu: “Seni daha iyi anlamak için, nefsime taktığın san’atları anlamaya ve şifreleri çözerek, kendimi geliştirmeye ve gerçekleştirmeye söz veriyorum.”

Yolculuğun meyvesi hamd etmektir.

Mükemmellik yolculuğunun başlangıcı Bismillah idi. Ortasında yapılan düşünce turundan sonra, sonunda şükür gerekmez mi? Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbi!

Teklif: Hayattaki en büyük amacımızın, inanç temelli bir kişisel gelişimle mükemmelliğe yolculuk olduğunu her zaman hatırlamalıyız.

B. Sait ÇİFTÇİ

25.09.2006


YAKARIŞ

Allah’ım!

Sen duâları, ibadetleri ve tövbeleri kabul edensin! Sen, günahları, kusurları, ayıpları örtensin! Duâlarımızı, ibadetlerimizi ve tövbelerimizi kabul buyur! Günahlarımızı ve kusurlarımızı affet! Ayıplarımızı ört! Namazımızı, orucumuzu, zekâtımızı, haccımızı kabul buyur! Bizi ibadetlerle arındır! İbadetlerimizin içinde ve dışında, zora düştüğümüz anda ve genişlik anımızda, hayatta ve ölüm esnasında yaptığımız duâ ve yakarışlarımızı kabul buyur! Niyazlarımızı geri çevirme! Bizi ömrümüz oldukça ibadetlerde muvaffak kıl! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

25.09.2006


Fotoğrafların dili

“Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder.”

Mektubat, s. 425

İbrahim KILIÇ

25.09.2006


Sabr-ı cemîl deneyimleri

Kulluğun önemli dinamiği olan sabr-ı cemîli en çok bu ayda deneyimleyebiliriz. Ayrıca hayatımız boyunca her istediğimiz şeyin hemen olamayacağını (tıpkı iftar saatinde okunan ezanla verilen izin gibi) ancak Cenâb-ı Hakk’ın izni dairesinde yani kader itibarıyla vakti zamanı geldiğinde mümkün olabileceğini mânen bu ayda idrak ederiz.

Psikolog Yasemin Uçal ABDULLAH

25.09.2006


Kur’ân okuma âdâbı

Kur’ân okumaya başlamadan önce kişi, derlenip toparlanarak, kâinatın sahibinin yüce kelâmını okuduğunun ve Cenâb-ı Hak (c.c.) ile konuştuğunun şuurunda olmalıdır.

Kur’ân okumaya abdestli olarak başlanılmalıdır.

Kur’ân okurken kıbleye dönmek müstehaptır.

Kur’ân okumaya başlarken Eûzü-Besmele ile başlamalıyız.

Kur’ân-ı Kerim okurken bir kalp ve gönül rahatlığı, huşu hali içinde olmalı, âyetlerin mânâ ve muhtevasını düşünmeye gayret etmelidir.

Kur’ân okuyan kişi kendisini Kur’ân’a muhatap olarak görmeli, her emir ve nehyin kendisini ilgilendirdiğini bilmelidir.

Kur’ân’ı tertil üzere okumalıdır. Yani, açık açık, tane tane, harflerin çıkış yerine ve tecvit kaidelerine uyarak okumaktır.

Kur’ân-ı Kerim’i bizzat Resûl-ü Ekremden (a.s.m.) dinler gibi, hatta Cenâb-ı Haktan işitir gibi bir hal içinde okumaya çalışmalıdır.

Kur’ân okuyan kimse çok ciddî bir işle meşguldür. Bunun için ciddiyeti bozan davranışlardan uzak durmalı, lüzumsuz hareketler yapmamalı, eliyle, ayağıyla, ağız ve burnuyla oynamamalıdır.

Kur’ân okurken esnemesi gelen insan okumayı kesmeli, esneme geçtikten sonra kaldığı yerden devam etmelidir. Çünkü esnemek rehavetten gelir, bu da şeytandandır.

Kur’ân okumak için mümkünse sakin bir vakti seçmelidir. Yorgun-argın bir vaziyette iken okunan Kur’ân’dan fazla lezzet alınmaz. Bunun için gündüzün erken vakti, bilhassa sabah namazından sonra okunması tavsiye edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim okurken gürültüden uzak bulunmalı, hiçbir maslahat yokken konuşulmamalıdır.

Kur’ân-ı Kerim okumayı kesmek gerektiğinde Cenâb-ı Hakkın yüce kelâmını tasdik mânâsında “Sadakallahü’l-azîm (Yüce Allah doğru söyledi)” demeli, sonunda da duâ ederek, Fatiha okumalıdır.

Necmi ÜNLÜ

25.09.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hazreti Musa nasıl şifa buldu?

Mihenk

“Tevekkül esbabı bütün bütün reddetmek değildir.”

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 284

Hazret-i Musa Aleyhisselam rahatsızlanmıştı. Ümmetinden bazı kimseler ziyaretine geldiler ve hastalığını teşhis ettiler. Dediler ki:

“Ey Allah’ın Elçisi, bu hastalığın bizde ilacı vardır. Tecrübe edilmiştir. Etkilidir. Seni tedavi edelim. Allah’ın izniyle iyi olursun. Bir şeyin kalmaz.”

Hazret-i Musa (as):

“Ben ilaçsız, Allah’tan şifa bekliyorum.” dedi.

Fakat Hazret-i Musa’nın (as) hastalığı iyileşmedi.

Ümmeti tedavi olması hususunda çok yalvardılar. Fakat Hazret-i Musa (as) tedaviyi kabul etmemekte ısrar etti.

Bunun üzerine Allah Hazret-i Musa’ya (as) şöyle vahyetti:

“Eğer Benden şifa umuyorsan onların tedavilerini kabul et.”

Hazret-i Musa (as) bu defa onları çağırdı ve kendisini tedavi ettirdi. Hastalığı da iyileşti.

Ardından Allah şöyle vahyetti:

“Ben şifayı sebeplere lütfettim. Sen ise, Bana tevekkülünle hikmetimi değiştirmek istedin. Unutma ki, şifayı maddelere verip hastalıkları iyileştiren Benden başka kimse değildir.”

(İhya, 4/515)

Süleyman KÖSMENE

25.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004