Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Osmanlı’da Ramazan kültürü

On bir ayın sultanı olan Ramazan ayının faziletinden istifade edebilmek için ciddî bir hayat muhasebesi yapan ecdadımız hem maddî, hem de manevî bir takım aktiviteler yapmıştır.

Maddî aktiviteler arasında; iftariyelikler, sofraları süslerken, Ramazan’a has farklı yemek çeşitleriyle dikkat çekmiştir. Bal şerbetlerinin ikramı ayrı renk katmıştır.

Manevî aktivitelere gelince; iftar sohbetleri, teravih namazları, mukabeleler, hatimler, hatimle namazlar, vaazlar, ev sohbetleri ve sadaka taşlarından insanların kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar alması gibi kendilerini izzetli kılan davranışlar, Osmanlı insanının, manevî iklimde Cenâb-ı Hakk’ın manevî rahmetiyle yıkanmasına vesile olmaktadır.

Ramazan ayının çocuklara dönük boyutunu da unutmamak gerekir. Çocuklar daha 7-8 yaşında iken oruç tutmaya alıştırılırdı. Eğer çocuk daha küçük yaşta ise, dayanamaz diye ona—halk tabiriyle—-“Tekne Orucu” tutturulması, oruca alışması için önemli bir yöntem olarak uygulanmıştır.

İftar sofraları

Ramazan sofrasından söz edince konuyu biraz açmakta fayda mülâhaza ediyorum. İftar sofrası, saati belli olan ve akşam saatlerinde açılan sofradır. Genelde oruç açma zamanını ve sofraya dâveti, şehirlerde ve kasabalarda toplar patlatarak insanlara haber verirlerdi. Top sesini duyanlar aile sofralarının töresine uyarak yerlerine otururlar ve oruç açarlardı. Yani bütün günü hiçbir şey yemeden geçirenler oruç bozarlardı. Ya birkaç yudum suyla, ya bir zeytinle...

Ramazan sofralarının ilki olan iftar sofrası, iki aşamalıdır. Birinci aşama “İftariye” denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıl.

İftariye, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek üzere tertiplenmiş çerez sofrasıdır bir anlamda. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınır. Bunların yanında fırınlardan yeni çıkmış pideler vardır. Vakıf zengini olan Osmanlı’da, sadece Ramazanlarda, camilerde hurma ve zeytin gibi iftariyelikler dağıtmakla görevlendirilmiş vakıflar kurulmuştur.

İftariye faslı bittikten sonra bir anda kaldırılır. O sıra akşam namazının okunma sırasıdır. İsteyenler ezanla gelen sese uyarak akşam namazını kılar. Sonra, yeniden hazırlanmış olan sofranın başına oturulur. Çorbadan sonra araya giren yemek, normal sofralarda pek olmayan yumurtalı pastırmadır. Yalnız pastırma da olabilir. Bu pastırmanın pişirilmesinde bazı özellikler vardır. Soğanlı pişmesi gibi. Sonra gelen yemekler etle başlar ve genel olarak güllaçla biter.

Bir de her padişah, her Ramazan’da her on yeniçeriye bir büyük tepsi olmak üzere baklava yaptırır. Her tepsiyi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına getirir, ertesi gün bu gümüş tepsiler ve üstüne örtülen futalar saraya gönderilirdi.

Teravih şerbeti

Hemen hemen her Osmanlı vakfının vakfiyenâmelerinden de anlaşılabileceği gibi, gerek Ramazan ayının gecelerinde, gerekse mübarek kandillerde bal şerbeti ikram etme geleneği hep devam ettirilegelmiştir. Buna bir örnek vermek gerekirse Sultan Dördüncü Mehmed’in annesi Hatice Sultan, Galata köprüsünün başını süsleyen ve Sinan mektebinin bir şaheseri olan Yeni Cami ve yanına da onun kadar muhteşem bir vakıf yaptırmıştır.

116 kişinin vazife aldığı bu cami ve vakıfta, yaz ayları boyunca, içine kar atılıp soğutmak sûretiyle, halka şerbet dağıtılmıştır. Bu iş için, her sene, yirmi bin akçe tahsis edilmiştir.

Ayrıca Hatice Sultan, “Bu vakfiye şartlarını her kim değiştirirse, günahı onların üzerine olsun. Allah, duyuran ve bilendir” diye başlayan bu vakfiyesinde; “Ramazanlarda, teravih namazlarından sonra, caminin üç kapısından Atina balından yapılmış şerbet dağıtılsın. Eğer Ramazan yaza rastlarsa şerbete kar konsun. Her sene şerbet için 3000 okkalık Atina balı alınsın ve her kapı için, her gece 33 okkalık baldan şerbet yapılarak ikişer şerbetçi tarafından cemaate dağıtılsın” gibi tavsiyelerde bulunmuştur.

Sahur yemeği

Ramazan’ın ilk gecesindeki sahur yemeği çok önemliydi. Çocuklar bile, bu manevî havadan tat almaları için Ramazan davuluna eşlik eden manilerle tatlı uykularından uyandırılır, sahura kaldırılırdı. Sahurda yenen yemekler, iftarda yenen yemeklere oranla da hafifti. Gündüz, insanı susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yapılırdı. Sahur sofrasında mutlaka hoşaf olur. Pilav, makarna, börek türleri, bu yemeğin tutucu yemekleridir. Anadolu’da, Rumeli’de sahur yemeklerinde ekseri gözleme, börek olurdu. Kadınlar gece hamur yoğurur; gözlemeleri, börekleri sofraya taze taze getirirlerdi. İstanbul’da sahurda pek börek yenilmezdi. Sahur sofralarına kazandibi çöreklerle, kaşar peyniri, gerdan ve dil söğüşü konurdu. Bir akşam pilav, bir akşam taygan denilen makarna pişerdi. Herkes birer kâse yoğurt, birer kâse hoşafla pilavı veya makarnayı yedikten sonra ağzını çalkalayıp niyet etmeden evvel bir kâse hoşaf daha içerdi. Sahur yemeğinden sonra sabah namazına kadar hatim sürülür, sabah ezanı okununca da namazlar kılınırdı.

Sahurda davulcular

Ramazan, mahalle bekçisinin davuluyla ilân edilir, sahurda da yine halk davulla uyandırılırdı. Davulcular hem davul çalar, hem de duruma uygun mani söyler ve bahşiş beklerlerdi. En çok söylenen manilerden biri de şöyledir:

Yeni cami direk ister

Söylemeye yürek ister

Benim karnım toktur amma

Arkadaşım börek ister.

Mukabele

Ramazan ayına has ibadetlerden bir diğeri de, camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıdır. Ay boyunca güzel sesli hafızlar ve hoca efendilerin okudukları Kur’ân-ı Kerim, Ramazan ayı sonuna gelindiğinde hatmedilmiş olurdu.

Halil ELİTOK / Emekli İl Müftüsü

01.10.2006


Kuruşumuza sahip çıkalım

Ocak 2005’te Yeni Türk Lirası’nın kullanılmaya başlanmasının ardından, Merkez Bankası Haziran 2006’ya kadar piyasaya 157 milyon 413 bin 560 adet 1 yeni kuruş sürdü. 30 Haziran 2006’da ise dolaşıma 5 bin adet daha eklendi. İlk kez piyasaya çıkarıldığında gerekli olup olmadığı tartışılan 1 yeni kuruşlar, eski Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin “Kuruşunuza sahip çıkın, para üstü almayacak kadar zengin bir ülke değiliz” açıklaması ile yeniden gündeme geldi. 

Piyasalarda nakit alış verişte taşımanın verdiği güçlük ve değer olarak küçüklüğü dolayısıyla işlevsel olarak görülmeyen, çoğunlukla da “üstü kalsın” denilerek alınmayan Yeni Kuruş (YKr) cinsindeki madeni paralara sahip çıkılması istendi. Merkez Bankası eski Başkanı ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi İstikrar Enstitüsü Direktörü Süreyya Serdengeçti, Türkiye’de 30 yıllık enflasyon ortamı sebebiyle 1 kuruşun hesabının yapılmasının unutulduğunu söyledi.

ABD ve Avrupa’da 1 centin para üstü olarak sıkça kullanıldığını ve kimsenin 1 centini dahi kasalarda bırakmayarak istediğini belirten Serdengeçti, “Daha sonra bankaya gider tümletir veya süper marketlerde bir yardım kuruluşuna verilmek üzere kavanozlar vardır buralara verilmek üzere onların içerisine atarlar” dedi.

“Üstü kalsın diyecek kadar zengin değiliz” diyen Serdengeçti, “1 kuruşun hesabını enflasyonist ortam sebebiyle unuttuk. Yüksek enflasyon ortamı nedeniyle kuruşumuzun değerini bilme bilincini kaybetmişiz”.

Alış verişlerde para üstü isteme şuur meselesidir. Bu şuurun mutlaka ABD ve Avrupa’da olduğu gibi kazanılması gerekiyor... 

Pek çoğumuz para üstü almanın ayıp olduğunu düşünürüz. Bir şekilde tenezzül etmeyiz. Ama yanlış yapıyoruz. Özellikle veznelerde para üstü bulunmuyor. Adeta temayül halini almış para üstü vermemek. Kime kalıyor peki para üstü? Ekonomimize mi? Maalesef hayır. Ülkemizde alınmayan para üstünü düşündüğümüzde yıllık olarak belki de bir ciddî problem giderilir. Meselenin reel boyutu önemlidir. En küçük para birimimize sahip çıkmadan ekonomimiz düzelmez. Güçlü ekonomi güçlü para ile olur. Bol sıfır her zaman kıymet düşüklüğünü ifade eder. Zaten bir şeyin azlığı kıymetli olmasını sağlamıyor mu? Bireysel olarak değer verilen kuruş bir de bakmışsınız ki karşınıza YTL olarak çıkmış. Çünkü değer verdiniz. Değer verilen de kıymetlidir. Sakın cimrilik ile değer vermeyi özdeşleştirmeyiniz. Tüm piyasada kuruşu tama yuvarlama çıkarcılığı maalesef mevcut. Zaten yuvarlamasa da tam para alınıyor.. Çünkü üstü verilmiyor. Bir ölçüde kayıt dışı ekonominin de kayıt dışı bölümü olmuş oluyor.. Hak etmediğini alan satıcı için de kul hakkı doğuyor Hepimiz bugünden tezi yok artık kuruşumuza sahip çıkalım.

Verilmeyen kuruşları ‘vergisiz kazanç’ olarak gören tüketici dernekleri, müşteriye hakkını yasal yollardan aramayı tavsiye ediyor. Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Bülent Deniz, şikâyetler üzerine yaptıkları incelemelerde 1 kuruşların verilmediğini tesbit ettiklerini, 5 kuruş ve üzerinde ise sorun yaşanmadığını belirtiyor. 1 kuruşu para üstü olarak belirli bir kısmın verdiğine işaret eden Deniz, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Kuruşların tedavüle girmesi iyi bir şey ama kimse talep etmiyor. Fakat ürün satan ve üzerine kuruşla fiyat yazan ticarî kuruluşlar bunu bahane edemez. Bu kuruşların vergisi verilmiyor. Tabiî olarak bu haksız bir kazançtır. Bu bir suçtur ve vergi kaçakçılığı kapsamına alınması lâzım. Büyük bir markete günde 4 bin insan giriyor. 4 bin kuruş yapar. Rakamı bir yıla ve Türkiye geneline oranladığımızda ortaya büyük meblâğlar çıkıyor.” Dünyanın en zengin ülkelerinde bile bu gibi küçük para birimlerinin alınarak yardım kuruluşlarına teslim edildiğini vurgulayan Deniz, vatandaşların her alış veriş sonrasında para üstünü istemesinin önemine dikkat çekti. Alış veriş merkezlerinde 0,99 YTL, 1,88 YTL gibi müşterinin kafasını karıştıran fiyatlara da tepki gösteren Tüketiciler Birliği Başkanı, bu rakamların insanları yanılttığı görüşünde. (Zaman 29.08.2006)

Para üstü isteyelim. Bir-iki derken artık satıcılarda istenmeden para üstü vermeye başlayacaklardır.. Vatandaşın hakkı bu şekilde korunmuş olacaktır. Şuurlu  fert ve toplum olmanın birinci şartı az da olsa hakkını aramaktır, istemektir.

Mehmet Abidin KARTAL

01.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004