Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Hain arayışları

Türkiye uzunca bir zamandır demokrasi ile yönetilmesine rağmen, demokratik uygulamalara hakikî anlamda geçebilmiş değildir. Özgürlükler konusu, halen tartışma malzemesi olmaya devam etmektedir.

Bu durum öncelikle kanun koyucu ile kanun uygulayıcıların zihniyetlerinde bir değişimin olmamasından kaynaklanmaktadır. Kanunların anlaşılmaktan uzak olması (muğlak) bir yana, kanun uygulayıcıların, maddeleri kendi arzuları istikametinde anlamaları ve uygulamaları, problemin en kritik noktasıdır.

Bu uzun zamana rağmen kazanılan mesafenin az oluşu, özgürlüğün önünde ciddî engellerin varlığını göstermektedir.

Bu tartışmaların devam etmesi meselenin çözümüne dönük adım atılmamasındandır. Aydınlar bu meseleyi tartışırken, ortaya çıkmış sonuçlar üzerine tartışmaktadırlar. Oysa bu meseleler değerlendirilirken, ortaya çıkmış sonuca değil, ortaya çıkaran sebebe bakmak gerekecektir.

Bunun için de Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında, demokrasinin olmazsa olmazlarından olan hürriyet, taa o zamanlarda yanlış tefsir edilmiş, hakikî hürriyetten uzaklaşılmış ve sefahat, israf ve istediği şekilde hareket etmenin hürriyet olduğu kabul edilmiştir.

Oysa hakikî hürriyeti, o zamanları bizzat yaşayan ve problemlere çözüm teklifleri getiren Bediüzzaman, daha ilk cümlesinde “Ey hürriyet-i şer’i!” diyerek tanımlamış ve hürriyetin İslâmiyet’ten beslenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Devamında ise, hakiki hürriyeti; kalplerin ittihatı, muhabbet-i millî, maarif, say-i insani, terk-i sefahet şartlarıyla tanımlamıştır.

Hakikî hürriyeti istemeyen efkâr-ı faside ise, hürriyet adı altında istibdatı ve zulümleri arzu etmişlerdir. Ne zaman ülke hürriyetler adına bir adım attıysa, bu fasit fikirliler devreye girip, hürriyetin önüne engel oluşturmuşlardır.

Hürriyete düşman olan fesat komiteleri temelinde küfür, cebir ve keyfilik olan fikirlerini kanunlaştırmışlar, ya da çıkarmış oldukları lastikli kanunlar ile zaman ve zemini kollayarak, küfür, cebir ve keyfilik yapmışlardır. Cumhuriyet tarihinde bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.

Ne ilginçtir ki, istibdad-ı mutlaka “Cumhuriyet” adı veren, “dinsizliği” rejim altına alan ve sefahate de “medeniyet” ismi takan bu cebr-i keyfi-i küfriye “kanun” ismini takanlar bu ülkede, istiklâl mahkemeleriyle âlimlerini asmış, seçilmiş başbakan ve bakanlarını idam etmiş, fikir ve düşünce insanlarını hapislere atmışlardır.

Günümüzde ise aynı zihniyet ve aynı kanunsuzluklarla yoğun şekilde hain arayışlarını sürdürüp, kafasına uymayan bütün görüşleri hain ilân etmiş; ‘Bana uymayan yanlış, bana uyan doğrudur’ mantığını işletmiştir.

Burada işleyen mantık, hep ben ve ‘ötekiler’ mantığıdır. Bu Yahudi mantığı neticesinde, resmî ideoloji karşısında dinini yaşamaya çalışan hain, Avrupa Birliğine yönelen hain, bir ırk mensubiyeti taşıyan hain, mezhep farkı olan hain, ülkenin belli bir coğrafyasında yaşayan potansiyel hain, belirgin kimliği bulunan şehirlerde yaşayanlar hain ilân edilmiştir.

Bu durum, farklılıkları hazmedemeyenlerin düşüncesidir. Ve anti demokratik kafaların ürünüdür.

Oysa ki bu manzara bir Türkiye manzarasıdır. Çünkü bu hainliklerden nasibini almayan bir tek Türkiye vatandaşı bulunmamaktadır. Bu kadar toplumun kesimleri ihanet içerisinde bulunamayacağı için, olsa olsa ‘vatanperver’ ve ‘hamiyetfuruş’ geçinen dinsiz, anarşist ve menfi ırkçı olan ifsat komiteleri ihanet içerisinde olabilirler.

Hatta bu şer odakları, bu oyunlarına alet olacak hain bulunmayınca da, kendileri hain üreterek, huzur ortamını bozmaktadırlar.

Onun için ne zaman irtica yaygaraları gündeme getirilse; yargı, hükümet ve efkâr-ı amme meşgul edilirken, arka planda bu ifsat komiteleri dinsizlik, anarşistlik ve menfi ırkçılık planları içerisinde oyunlar tezgâhlamaktadırlar.

Cebrî kanunlar ve keyfî uygulayıcıların bulunduğu bu ülkede, tarih boyuca pek çok zulümler yapılagelmiştir. Bunun mağduru olan toplumun her kademesinden örnekler sunmak mümkündür.

Bu kadar keyfilik bir Avrupa ülkesinde yapılsaydı, sosyal patlamalar ve isyanlar kaçınılmaz olacaktı. Pek çok oyunların sergilendiği ve provokasyonların yapıldığı ülkemizde, halk hareketleri olmuyor, isyanlar oluşmuyor ise, bu Müslüman toplumun inanç dinamiklerinden kaynaklanmaktadır.

Hak ve özgürlükleri, irtica ve terörü kanunlarla bitirip, ondan sonra demokrasiyi getirelim düşüncesi, esas problemin temelini teşkil etmektedir. Olması gereken ise, özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırıp, problemin kaynağını kurutmaktır.

Yasaklar, çözüm değil, problem üretir.

Unutulmamalıdır ki, güçlü ülkelerin en büyük silâhı, demokrasidir.

Yasemin YAŞAR

04.10.2006


Vergi davulcusu

Maliye Bakanlığı, bilirsiniz, vergisini hiç ödemeyen veya eksik matrah bildirerek gerektiğinden daha az ödeyenlerle mücadele kabilinden vergi kaçıranları liste haline getirir ve bunları teşhir eder. Hindistan’da ise vergi kaçak ve kaybı ile mücadelede yıllardır değişik bir metot uygulanıyor.

Hindistan’ın güneyinde bulunan Andra Pradeş eyaletindeki vergi idaresi, vergi kaçakçılarıyla mücadele için bu kişilerin üstüne davulcuları salıyor. Vergi davulcuları, vergi kaçıranların evlerinin ya da dükkânlarının önünde borçlarını ödeyinceye kadar davul çalıyor. Racahmundri şehri yetkilileri, bu yöntemle toplam borcun dörtte üçünü topladıklarını belirtmişler. Dahası Hindistan vergi yönetimi, “gürültünün yol açtığı utancın” vergi kaçakçılarının borçlarını ödemesini sağladığını kaydetmişler. Gördüğünüz gibi Ramazan davulcusu olduğu gibi vergi davulcusu da var.

Bizdeki teşhir yönteminin başarı yüzdesi kaç onu bilemiyorum. Maliye yetkilileri kamuoyu ile paylaşırsa öğrenmiş oluruz. Benim üzerinde durmak istediğim husus, vergi yüzsüzlerinin ifşa edilmesinden çok vergi kayıp ve kaçağının arka planıdır.

Eğer mevzuata uygun şekilde verginizi eksik veriyorsanız vergiden kaçınmış oluyorsunuz ki bu yasal olanıdır. Mevzuata aykırı şekilde verginizi ödemiyor veya eksik ödüyorsanız bu sefer vergi kaçırmış oluyorsunuz ki bu durumda adınız pek tabiîki vergi kaçakçısı olacaktır.

Vergi mükellefi, hangi psikoloji ile vergi kaçırır veya vergiden kaçınır? Buna neden gerek duyar?

Kanaatimce bizdeki vergi kayıp ve kaçakları daha çok psikolojik sebebe dayalı olup tepki eksenlidir. Verilen vergilerin kamu kesimince etkin, verimli ve israftan uzak kullanılmadığı yönünde mükellefte gelişen düşünce, vergiye karşı direnç oluşturur. Bu direncin minimize edilmesi, büyük ölçüde kamu harcamalarının israf edilmeden yerli yerinde kullanılmasına bağlıdır.

Bu kapsamda yapılması gereken, toplanan vergilerle oluşan gider bütçesinin her bir kuruşunun etkin ve verimli olarak değerlendirildiğinin ve israf edilmediğinin vatandaşa anlatılması ve ayrıca vergilerin siyasî iradece nerelere sarf edildiğini gösteren bilânço ve raporların hazırlanarak yasama organına ve kamuoyuna duyurulmasıdır.

Aksi halde, Hindistan’da olduğu gibi, devletin yeni davulcu kadrolarına ihtiyacı olacaktır.

Hakan YILMAZ

04.10.2006


‘İstanbul için iftar vakti’

Hani bazı cümleler vardır ya insanın hayatında, duyduğunuzda hafızanızı birden canlandırır, hatıralar bir film şeridi gibi geçerken gözünüzün önünden, coşkun bir duygu seline kapılırsınız. Size de çok tanıdık gelecek olan ‘İstanbul için iftar vakti’ ifadesi benim için böyle cümlelerden biridir. Çocukluğumda, TRT’nin tek kanal yayın yaptığı zamanlarda, İstanbul için iftar saati geldiğinde, bal yapan arıların ve açan çiçeklerin görüntüleri eşliğinde duygu ve hüzün yüklü bir ney sesinden sonra ‘İstanbul için iftar vakti’ denir ve akşam ezanı TV ekranından okunurdu. O zamanlar Bursa’da yaşadığım için, neden ‘Bursa için iftar vakti’ denmiyor diye üzülürdüm. Bugün artık bütün yerel TV’lerde belki her il için söyleniyor bu ifade ama halen her iftar vaktinde TRT’de söylenen ‘İstanbul için iftar vakti’ sözü, alıp götürür beni çocukluğumdaki Ramazanlara.

Şüphesiz Ramazan ve iftar vakti heryerde güzeldir ama İstanbul’da daha bir anlamlıdır sanki. Bu sene sonbaharın serin havalarının kendisini iyice hissettirdiği, soğukların başladığı bir zamanda karşıladı İstanbul Ramazan’ı. Hergün bir başka güzel İstanbul manzarası görülüyor bu Ramazan’da da. Yağmurlu bir İstanbul gününün sabahında yola çıkmışken, yağmur tanelerinin cama vuran melodilerinin eşliğinde yüzümü bir çocuk gibi cama dayayarak Ramazan’da insan manzaralarını seyrediyorum. Ramazan sabahlarında İstanbul’la birlikte insanların yüzünde de mutluluk ve sükûnet havası seziliyor. Bir şarkıda geçen “Bu sabah yağmur var İstanbul’da” cümlesi, “Bu sabah rahmet var İstanbul’da” şekline dönüşüyor adeta. Ramazan, İstanbul, yağmur ve sonbahar, rahmetin tecellîlerini sergiliyorlar hep birlikte...

En çok E5 trafiğinden anlıyorum İstanbul’a Ramazan ayının geldiğini. Zira Ramazan gelince, iftar saatine denk gelen zamanlarda E5 trafiği bomboş oluyor. Gerçi iftara evine yetişemeyen bazı insanlar da oluyor yolda ama onlar da iftarlarını yol arkadaşlarıyla paylaşmanın hazzını yaşıyorlar. İstanbullu, ekmeğini, sevgisini, iftarını paylaşıyor. Şehir Ramazan’a göre alıyor düzenini. İnsanlar iftar saatine göre ayarlıyorlar işlerini. Hayatın akışını Ramazan belirliyor artık. Rahmet ayı olan Ramazan yine rahmet olan yağmurla geliyor İstanbul’a. Yağmurla birlikte İstanbul’a usul usul huzur ve sükûnet yağıyor. İstanbul ve Ramazan birbirlerini bekleyen nişanlılar gibiler adeta. İstanbul Ramazan’a kavuşmanın huzuruyla dolarken, Ramazan da İstanbul’a kavuşmanın sevincini yaşıyor her sene...

Yaşı biraz ilerlemiş olanlar her Ramazan’da ‘Nerede o eski Ramazanlar?’ derler ya. Bence O Ramazanlar hâlâ burada. Değişen Ramazan değil aslında, değişen insanlar sadece. Çocukluktaki Ramazanların lezzeti bugün alınamıyor belki, ama bugünün çocukları da en az eskinin çocukları ya da eskinin Ramazanları kadar lezzet alıyorlar bugünkü Ramazanlardan. Ramazan belki de en çok çocuklar için geliyor. O yüzden eskiyi gülümsenerek hatırlanan bir dönem olarak anarken, bugüne de haksızlık etmemeli. İnsan yaşadığı Ramazan’ı eskilerle kıyaslamak yerine, bugünkü Ramazan’ın değerini bilmeli. Eskinin lezzetlerini anarken, bugünün güzelliklerini de görmeli.

Ailece yapılan iftarlarıyla, teravih namazlarıyla, davulcularıyla, iftar çadırlarıyla, fırından yeni çıkmış pide kokusuyla, martı sesleriyle, mahyalarla süslenmiş ışıltılı camileriyle, Eyüb’üyle, Feshane’siyle, Sultanahmet’iyle, cami meydanlarındaki coşkusuyla, iftarı bekleme saatiyle, kısacası her yönüyle bambaşka güzel, bambaşka renkli, bambaşka ulvîdir İstanbul’da Ramazan.

Bu sabah rahmet var İstanbul’da. Rahmetin coşkusu hissediliyor her tarafta. Artık İstanbul için iftar vakti bekleniyor. Ve İstanbul’da Ramazanlar hâlâ çok güzel geçiyor. En az eski Ramazan’lar kadar güzel dedirtecek derecede hem de...

Hasan YÜKSELTEN

04.10.2006


Manevî ilâç Risâle-i Nur

İstiklâl Savaşı’ndan sonra Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğuyla ilgili ne varsa kötülendiği, Kur’ân okunmasının, okutulmasının ve öğrenilmesinin yasak olduğu, ezanın Türkçe okutulduğu, kılık kıyafet kanunuyla halkın kılık kıyafetine müdahale edildiği, şeâir-i İslâmiye ile alay edildiği, okullarda inkâr-ı uluhiyetin işlendiği bir zamanda Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nurları yazmakla, Türkiye bu dönemi en az zayiâtla atlatmıştır.

Yokluklar içerisinde, asker ve polis kontrolünde, hapishanelerde, sürgünlerde, çok kısıtlı imkânlarda bu eserler meydana gelmiştir. Her türlü dinî faaliyetlerin yasak olduğu dönemde, birkaç talebesiyle el ile yazarak tekniğe meydan okumuştur.

Bu zor şartlar altında telif edilen Risâle-i Nur Külliyatı, bugün dünyanın her tarafına neşredilmekte, en çok okunan eserler arasında baş sırada gelmektedir.

Risâle-i Nur, üniversitelerde tezlere konu olmakta ve hakkında kürsüler kurulup incelenmektedir. Çünkü bu eser külliyatı, Kur’ân-ı Kerim’in bu asra bakan manevî bir tefsiridir. Bu bakımdan çok ihtiyaç hissedilmekte ve Kur’ân’dan sonra en çok okunan, ilgi gören ve okumaya ara verildiği takdirde tıpkı insanın açlığını hissetmesi gibi yokluğunun hissedildiği eserlerdir.

Meselâ Hastalar Risâlesi ile pek çok maddî ve manevî hastalar dertlerine devâ bulmuşlardır.

2004 yılında yapılan Risâle-i Nur Sempozyumu’nda; daha önce Hıristiyan iken sonradan ateist olan Filipinli öğretmen bir bayanın, öğrencisinin vermiş olduğu Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Küçük Sözler isimli kitaptaki Sekizinci Söz’de geçen ‘bedbaht’ kişiden oldukça fazla etkilenmesi, ‘Ben o bedbahtım’ diyerek kendini onun yerine koyması ve neticede imana gelmesi bizlere gösteriyor ki, hidayete ermede ve taklidî imanı tahkikî imana çevirmekte bu eserler büyük etki sahibidir.

Asrımızın en büyük tesirli ilâcı ve kurtarıcısı Risâle-i Nur olduğu, daha bunlar gibi bir çok örnekle sabittir.

Derya GÖKÇEK

04.10.2006


Her insan bir çocuk

İnsan olmanın sorumluluğu ve hayatın yükü karşısında ne kadar güçlü olmaya çalışsak da, kaç yaşında olursak olalım bir çocuk gibiyiz aslında. Her yaşta isteklerimiz var, hayallerimiz var. Oyuncağı elinden alındığında ağlayan çocuk misâli, kaybettiğimizde dünyaların başımıza yıkıldığı, bizim için önem arz eden dünyaya ait bağlarımız var. Halbuki bir gün bu dünyadan gideceğimizi ve dünyanın da bir gün bir kıyameti olacağını düşündüğümüzde durumumuz oyuncağı için ağlayan çocuktan farksız değil.

Bu kâinat içinde küçük nazlı bir çocuk gibi olmamızdandır ki, her şey bizim için yaratılmış, bizlere musahhar olmuş. Kâinat içindeki her şey biz insanların ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmuş, bir vazifeli memur gibi çalışıyorlar. Gördüğümüz bu yardımlar olmasa hayatımızı devam ettirmeye bir kuş ya da böcek kadar dahi muktedir olamayacağımız bir gerçek. Öyleyse, yaşıyorsak ve elde ettiğimiz ne varsa kendi iktidarımızla kazandığımızı ve hayatımızı kendi ilmimizle, gücümüzle devam ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Demek ki acizliğimizde öyle bir kuvvet var ki tüm mevcudâtı etrafımızda döndürüyor. Yani bir çocuğun bir şey istemesiyle tüm ailenin çocuğun bu isteğini yerine getirmek için etrafında pervane olması gibi.

Evet, bir çocuktur insan... Bazen hâl diliyle anlatır isteklerini. Hüzünlü duruşuyla veya kalbinden gelip gözlerinden taşan damlalarla anlatır. Ya da bir çift minare misali iki avucunu semaya kaldırıp kelimelere döker isteklerini. Bilir ki onu duyan, hâlini bilen ve her arzusuna cevap veren biri var. Yani duâ etmekten, istemekten vazgeçmemeli insan. Ve kavuştuğu ve kavuşamadığı her isteği için, her haline şükretmeli insan. Çünkü biliyoruz ki, her duâmıza cevap veriliyor.

Ömrümüz, içimizdeki o hiç büyümeyen çocuğu avutmakla geçer. Renkli şekerlemelerin tadı kalır dillerde. Siyah beyaz fotoğraflardaki çocuk yüzlerde aranır masumiyet.. Hangi insana sorsan halini, bin ah işitirsin kalbinin derinliğinden gelen. Artık ne tahta beşik, ne çıngırak avutmaz, uyutmaz onu. Yürümeye başladığında düştüğü ve dizinin yara bere içinde kaldığı günleri de çoktan unutmuştur. Kanardı, ağlardı, annesi bir mendil ya da yazmasıyla sarardı. Çok geçmez önce kabuk bağlar sonra da izi bile kalmazdı. Şimdi her biri kalbinde bin bir yara açan dertlerini kimler sarsın? Çocuk ruhu tüm bunlara nasıl dayansın?

Merhamete, şefkate, muhabbete muhtaçtır insan. Bütün bunlara lâyıktır da.. Severse fazlasıyla sevilir. Merhamet ederse, misliyle ona da merhamet edilir. Her şey onun isteklerine göre verilir. Kundaktan kefene, beşikten mezara doğru giden yolculuğunda, dalından düşen meyvenin toprakta yeniden hayat bulması gibi, kalbindeki iman çekirdeğinin kabiliyetine göre yeşerir, sümbüllenir.

İçimizdeki çocuğu iyi yetiştirmek ve ona ebedî bir hayat kazandırmak için daima bir eğitimci gibi olmalıyız. Onu yönlendirmeli, ona sürekli güzel şeyler öğretmeliyiz. Kendimizi sevmeli, kendimizle yakından ilgilenmeliyiz. Unutmamalıyız ki, içimizdeki çocuğun bize ihtiyacı var.

Mehtap YILDIRIM

04.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004