Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Aya gelince, onun içinde menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.

Yâsin Sûresi: 39

12.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ne hal üzere ölürse, Allah onu o hal üzere diriltir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3753

12.10.2006


Hâtem-i Tâî ve muktesit ihtiyar

Evet, rızık ikidir:

Biri hakîkî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarûrî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek sûretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zarûret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir sûrette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zarûret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü “İnne’d-darûrete tükadderu bikadrihâ” sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zarûret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemâl olduğuna delâlet eden bir vâkıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 204 Lügatçe: taahhüd-ü Rabbânî: Allah’ın söz vermesi, vaad etmesi. sû-i ihtiyar: İradenin kötüye kullanımı. hâcât-ı gayr-ı zaruriye: Mecburi olmayan ihtiyaçlar. rikkat-i cinsiye: İnsanın kendi cinsinden olana acıması. muztar: Zaruret içinde, zorlanmış, mecbur. murdar: Pis, kirli. sehâvet: Cömertlik.

Bediüzzaman Said NURSİ

12.10.2006


Çare, İslâm ahlâkında (5)

Anlaşılıyor ki, insan güzel ahlak sahibi olabilmek için öncelikle Allah’ı tanımak maksadıyla kendisine verilmiş bulunan yetenek ve cihazları kendi nefsi için kullanmamalıdır. Başka bir deyimle nefsin tezkiyesi yolunda ilk adım Allah’a sağlam bir imandır. Aksi takdirde Allah’ı tanımayan insan nefsine tapmakla şirke düşeceği için zulüm ve ahlak dışı davranışlarda bulunması kaçınılmaz olur.

İkinci adımda, ‘Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur.’32 ayetinin ifade ettiği gibi, kendisini unutan, adeta kendisinden haberi olmayan bir nefis söz konusu. Hatta ölümü düşünecek olsa onu başkasına veren, külfet ve hizmet makamında kendini unutan fakat ücret almak ve lezzetli şeylerden istifade etmek hususunda kendini düşünen bir nefis var karşımızda. Bu makamdaki nefsin tezkiyesi, şu durumların tersini yapmakla mümkündür. Yani, zevk ve lezzetlerden istifade etmek ve ücret almak hususunda nefsini unutmak, fakat ölüm ve hizmet konusunda onu hep düşünmektir.33

Kuşkusuz Allah’a inanan bir insan, nefsin tezkiyesi konusunda her şeyi yerine getirmiş sayılmaz. Allah’a inandığını söylemekle birlikte O’nu hiçbir zaman unutmamalıdır. İnsan yalnız ücret ve lezzet zamanında değil, hizmet ve külfet zamanında da ortaya çıkmalı ve Allah’ı unutmadığını göstermelidir. Kuşkusuz bu da ibadet etmekle mümkün olur. Çünkü İslam dininde yapılması emredilen ibadetlerin gayesi insanları güzel ahlak sahibi yapmaktır. İmanın mükemmel oluşu, ahlakın güzel oluşuyla orantılıdır. Zira ibadet insanı kötü ahlaktan korur.34

Üçüncü adımda, ‘Sana her ne iyilik gelirse Allah’tandır; her ne kötülük gelirse o da nefsindendir.’35 ayetinin işaret ettiği gibi, insan nefsi daima iyiliği kendisinden bilir. Bunun sonucu olarak da kibir ve gurura kapılır. Bu durumdaki nefsin tezkiyesi, kişinin bütün kusurları ve noksanları kendisinden bilmesi, fakat bütün güzelliklerin, Allah tarafından kendisine ihsan edilen nimetler olduğunu kabul etmesiyle mümkündür.36

İnsan nefsi iyiliklerin hep kendisinden kaynaklandığını zanneder. Oysa tezkiyesiz insan nefsi kötülüğün merkezi durumundadır. İyilikse Allah’tandır. Bu ölçü muhafaza edilmediği zaman nefis kibir ve gurura kapılıp ahlaksızlığa yelken açar.

Dördüncü adımda, ‘Onun zatından başka her şey yok olacaktır.’37 ayetinin işaret ettiği gibi insan nefsi, rububiyyet dava edercesine kendisini serbest, ölümsüz ve kendi kendine malik zanneder. Hatta nefis bu özelliğiyle Allah’a karşı bir isyan davasını güder. Bu durumdaki nefsin terbiyesi varlığında yokluk, yokluğunda ise varlık olduğunu bilmesiyle mümkündür. Yani nefis düşünmeli ki, kendine güvense, kendi kendine malik olduğunu zannetse, yıldız böceği gibi karanlıklar içinde kaybolur gider. Fakat enaniyeti bırakıp kendisinin bir hiç olduğunu ve esma-i İlahiyenin ayinesi olduğunu kabul etse sonsuz bir varlığa sahip olur.38

Tezkiyesiz nefsin en büyük zaaflarından birisi de ölümü unutması ve adeta kendisini “layemut” (ölümsüz) ve bizzat var olduğunu zannetmesidir. Bu durumdaki bir nefsin kendisini müstakil ve bağımsız bir varlık telakki etmesi, kötü bir ahlâk olan benliğe kapılması demektir.

Sonuç

Bediüzzaman’a göre “terbiye-i İslamiye” ya da “ahlak-ı İslâmiye” denilen İslâm ahlâkının yaygın olmaması toplumda ahlâkî temellerin bozulmasına sebep olmuştur. Bediüzzaman, toplumda ve ailede meydana gelen çözülmeleri, İslam ahlakı yerine Batı kültür ve uygarlığının elli yıla yakın bir zamandan beri ictimai hayatımıza yerleştirilmiş olmasına bağlamaktadır.39 Risâle-i Nur’da sık sık “şeair-i İslâmiye’nin ihyasından”, “âdât-ı ecnebiyenin alınmamasından” ve “şeair-i İslâmiye’nin tağyire teşebbüs edilmemesi” gerektiğinden söz ederek İslam ahlakının desteklenmesinin ve yaygınlaştırılmasının elzem olduğunu vurgular.

Bediüzzaman, yaklaşık yarım asır önce, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde bir derece laubalilik göstermeleri sebebiyle, elli sene sonra gelecek olan nesillerin dini, ahlaki ve sosyal ahlak açısından büyük zafiyetler içinde olacağını ifade etmiştir. Hatta kendi zamanının insanlarını değil; elli sene sonra gelecek olan nesilleri düşündüğünü ve Risâle-i Nur’la onları aydınlatmaya çalıştığını dile getirmiştir.40

Bediüzzaman, toplumun ahlaki bozukluklarını düzeltme yolunda Risâle-i Nur’da peygamber ahlakını adeta özetlemiştir. Toplumun önemli bir kısmını oluşturan gençler için Gençlik Rehberi’ni, yaşlılar için İhtiyarlar Risâlesi’ni, hastalar için Hastalar Risâlesi’ni, hanımlar için Hanımlar Rehberi’ni, musibete uğramış insanlar için Çocuk Taziyenamesi’ni yazarak ailevi ve sosyal bir çok konuda İslam ahlakını ve İslami eğitim metodunu anlatmıştır. Ancak Bediüzzaman, hadis-i şeriflerde imanla eş değerde tutulan güzel ahlakın gelişmesi için, öncelikle insanın kendi nefsine yönelik bir arındırma çabasının ve bir murakabe şuurunun gelişmesini öne görmektedir. Kendisi Risâle-i Nur’un bir çok yerinde ihlas ve samimiyete vurgu yaparak ahlaklı insanların mutlaka samimiyet sınavından geçmeleri gerektiğine inanır.

(Köprü, Yaz-2006 sayısından alınmıştır)

—SON—

Dipnotlar:

32. Haşir, 59/19.

33. Sözler, s. 439.

34. Ankebut, 29/45.

35. Nisa, 4/79.

36. Sözler, s. 439.

37. Kasas, 28/88.

38. Sözler, s. 440.

39. Emirdağ lahikası, s. 292.

40. A.g.e., s. 20.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

12.10.2006


Mübarek elindeki şifa

Büyük bir imam olan İbni Veheb haber veriyor ki:

Gazve-i Bedir'in on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra' Ebu Cehil ile döğüşürken, Ebû Cehl-i lâin, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gelmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harb etti.

Hem yine İmam-ı Celîl ibni Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb ibni Yesaf'ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş...

İşte, ehâdis-i sahiha ile sübut bulan belki bin misâl var ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli ona şifa olmuş.

Mektubat, s. 140

12.10.2006


Takvim

On dokuz gündür Ramazan

Kullar duâda her zaman

Gecelerde Kur’ân, zikir

Hep onlarla nurlanır fikir

Celâl YALÇIN

12.10.2006


Eyüp Sultan’da iftar manzaraları

Orucunu Eyüp Sultan’ın manevî ikliminde açmak isteyen vatandaşlar, akşam ezanından çok önce ge-lerek, cami avlusunda belediyenin dağıttığı kilimlerin üzerinde, iftar vaktini bekliyor. Bazıları yemeklerini evde hazırlayıp getirirken, yemeği olmayanlar camiin hemen yanında kurulan Eyüp Sultan Belediyesi İftar Çadırından kumanyalarını alıyorlar. Tabiî kumanya almak o kadar kolay değil, çünkü vatandaşlar saatler öncesi buraya gelerek uzun kuyruklar oluşturuyor. İftar için İstanbul’un değişik ilçelerinden gelenler olduğu gibi şehir dışından gelenlere de rastlamak mümkün. Gerçek şu ki Eyüp Sultan’da iftar açmak, her zaman duyulan manevî hazzı daha da arttırıyor.

Eyüp Sultan (r.a.) kimdir?

Peygamber Efendimizi (asm); Medine’ye ilk geldiginde evinde misafir eden (mihmandar) Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî ülkemizde Eyüp Sultan olarak bilinir. 668-669’daki İstanbul kuşatmasına katılarak burada şehit olmuştur.

Kabrinin bulunduğu yeri İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin rüyasında görmüş ve buraya türbesi yaptırılmıştır. 1459 yılında ise yine Fatih Sultan Mehmed tarafından türbenin yanına cami, medrese, imaret ve hamam yaptırılmış, böylece külliye halini almıştır.

Ümit KIZILTEPE

12.10.2006


Takvim

On dokuzunda delikanlı,

Yürüyüşü anlı şanlı.

On dokuz günün geçtiyse boş,

Hemen tevbe kapısına koş.

Ferhat ÖĞMEN

12.10.2006


Sırlı âlemlere açılan ay

Bendine sığmaz sular vardır ya.

Sağda-solda takılıp kalmış çöpleri önüne katıp, götürüp atar ya uzaklara.

Ağır taşların dışında, hafif olan ne varsa, toplar salar sınırsız okyanuslara…

Tıpkı onun gibidir Ramazanlar.

Yıl boyunca kirlenen gönül kıyılarımızı,

Pas tutmuş duygu cevherimizi,

Çığ inmiş yürek yamaçlarımızı,

Şüpheye bulanmış akıl hazinesini,

Günaha batmış beden varlığımızı,

Temizler Ramazan… Aklar… Paklar…

Yıl boyunca sırt çevirdiğimiz, kimi zaman ihmal ettiğimiz, kimi kimi tembelliğin esiri olup vicdanen ezikliğini hissettiğimiz kulluk vazifelerimizi bize hatırlatan sır kapılı bir ayı idrak etmenin bahtiyarlığını yaşamaktayız.

Gönüller adeta bir saadet yuvası olmuş.

İbadetler vazife olmaktan öte, tarifi imkânsız lezzetlerle bezenmiş.

Okunan her bir âyet, dillenen duâlar, başların uzandığı secdeler göklere uzanırken, ruhların dinlendiği, sır kapılı bir aylık sürede, sahur ile iftar arası molalarda kul olma yarışı ve şerefini bir arada yaşayan mü’min için emeline ulaşıldığı bir zamandır Ramazanlar.

Geceler hiç olmadığı kadar aydınlık.

Geceler umulmadık kadar bereketli.

Geceler tahminlerin ötesinde, nur fişekleri saçıyorken âleme.

Günler masum mu masum.

Açlık ve susuzluk gel gitleri yaşayan nefisler, küfür engelini iman sıçrayışıyla aşarken bir bir,

İşte sır kapılı ayın son demlerine ulaştık ulaşıyoruz.

Bu aydan geriye kalan elimizde,

Bir tutam yorgun tebessüm,

İçi ibadet, teslimiyet, tevekkül ile doldurulmuş ve öte âlemde açılmak üzere bizim için saklanacak kulluk çıkını..

Sonsuzluğa giden bir yolun duraklarından birini daha geçtik geçeceğiz.

Oruçlu ile oruçsuzun erişeceği bayrama çeyrek kala,

Kulca ve Müslümanca yaşamanın manevî lezzetiyle özleyeceğiz bir sonraki Ramazanları.

Kimbilir… Erişeceğimiz bile bilinmez iken, şimdiden kavuşacağımız günün hayaliyle çiçeklenen duygularımızla Ramazana güle güle diyeceğiz.

Ruhuma batan dikenleri çekip çıkaran ay!

En sade, en yalın haliyle bile seni karşılayışımda bir haşmet, bir sır, bir bereket var.

Önemsiz olan onca dünyevî şeyi önemliymiş gibi ciddiye alıp, kendi kendimi hırpalarken, geliverdin usulca. Yüzümü ve hallerimi en önemli gerçeğe çevirmeme vesile olup, silkeledin adeta.

İçinde bin bir sırrı saklayan Ramazan.

Yüreğime serptiğin serinliğin tadıyla bitmeden özledim, gitmeden bekliyorum seni.

Hırçın fırtınalardan sonra, demir atacak sakin bir liman gibisin insanlara.

Dünya keşmekeşliğinde boğulup kalanlara sonsuz bir çağrının ismi, resmi olmaktasın ya.

Sırlı âlemlere açılan kapılardan biri… Belki ilki, belki sonuncusu… Ama umutlu, güvenli, bire bin veren bereketli aysın.

Seni anlamak… Hakkını verebilmek… İhyâ edebilmek... Farkını fark edebilmek...

Hem kolay, hem çok zor.

Hülya YAKUT

12.10.2006


SORULARLA ORUÇ

* Hangi oruçlar farzdır?

Ramazan orucu farz oruçtur. Bu ayda oruç tutmayı Cenâb-ı Hak şu âyet-i celile ile insanlara emretmiştir. “Ey iman edenler, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz.” (Bakara Sûresi: 183) Ramazan ayında, her ne sûretle olursa olsun, oruç tutamayanların Ramazan’dan sonra gününe gün tutmaları gereken kaza orucu da, farz oruçtur. Ramazan ayı orucuna mahsus cezaî bir müeyyide olan kefaret orucu da farz oruçtur. Ramazan’a bağlı veya Ramazan’ın uzanımı hükmünde olan bu üç tür oruçtan başka farz oruç yoktur.

* Hangi oruçlar vaciptir?

Kişi üzerinde her hangi bir borç olmadığı halde, “Şu işim olursa falan günde bir gün oruç tutacağım” diye adanan orucu tutmak vaciptir.

Tutmaya niyetlendiğimiz bir nafile orucu bozduğumuzda da, kazası vaciptir.

* Hangi oruçlar sünnettir?

Farz veya vacip oruçların dışında tutulan oruçlar nafile oruçlardır. Bunlardan Peygamber Efendimizin (asm) tuttuğu veya tavsiye buyurduğu günlerde tutulan oruçlar sünnettir. Bazı günlerde Peygamber Efendimiz (asm) oruç tutmayı tavsiye buyurmuşlardır. Bunlar: Şevval ayında altı gün, Aşure günü bir gün evvel ve bir gün sonrasıyla birlikte üç gün, Zilhicce ayının ilk dokuz gününde, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri, Şaban ayı orucu, her aydan üç gün oruç, Pazartesi ve Perşembe günleri oruçları, Hz. Davud (as) gibi gün aşırı oruç sünnet oruçlardır.

Süleyman KÖSMENE

12.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004