Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Atatürkçülük demokrasiye izin vermez

Yakın dönem siyasi tarih üzerine çalışan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Cemil Koçak’la Cumhuriyet dönemini, bu dönemin sırlarını, Atatürk’ün kişiliğini, devletle Atatürk’ün ilişkilerini ve bugünkü durumu konuştuk.

Atatürk’ün bazı sözleri toplumdan bilinçli bir şekilde saklanmış olabilir mi?

Şu olabilir. Atatürk’ün bazı sözleri, konjonktüre uygun düşmeyebilir. Biz, Atatürk’ü ‘büyük devlet adamı, büyük kumandan, ulu önder’ sıfıtlarıyla anıyoruz. Oysa en önemli özelliği olan siyasetçi tarafını unutuyoruz.. İsmet Paşa, ‘Atatürk’ün siyasetçiliği kumandanlığından üstündür’ diyor. Gerçekten Atatürk öngörüsü yüksek olan çok iyi bir siyasetçi. Ve bir siyasetçi, yerine ve zamanına göre aynı konuda farklı şeyler söyleyebilir, kurduğu ittifakları değiştirebilir. Bu, siyasetin doğasında var. Atatürk’ün de farklı zamanlarda aynı konuda farklı görüşleri var.

Hangi konular bunlar?

Mesela Atatürk’e Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi hakkında ne düşünüyorsunuz diye soruyorlar. 1919’da sorduklarında ‘Savaşa girilmemesi diye bir ihtimal yoktu’ diyor. Çünkü Atatürk o zaman İttihatçı’larla birlikte davranmak zorundaydı ve onları koruyor. Zaman geçiyor, Cumhuriyet kuruluyor. Aynı soru yine soruluyor. İttihatçılar için,’Bunlar cahildir. Birinci Dünya Savaşı’na girip memleketin altını üstüne getirdiler’ diyor. Atatürk’ün Sovyetler Birliği’yle ilişkisini ve sözlerini alın, emperyalizme ve kapitalizme karşı çıkan çok Bolşevik Che Guevera tarzı bir Atatürk kurabilirsiniz kafanızda. Ama aynı Atatürk camiden çıkıp Meclis’i açıyor. Hocalarla birlikte dua ederek kurbanlarla, besmelelerle Meclis’i açıyor. Meclis Osmanlı’da böyle hiç açılmadı.

Atatürk bugün Meclis’i böyle açabilir miydi? Açsaydı ne olurdu?

İrtica denirdi buna. Atatürk siyasetçi olarak böyle yapmak zorunda olduğunu düşündü. Çünkü o dönemde İslami bir dayanışmaya ihtiyacı vardı.

Atatürk’ün dinle ilgili sözlerinin de Türk Tarih Kurumu tarafından sansür edildiğini okudum gazetelerde. Bu mümkün mü?

Mümkün. Atatürk’ün meşhur Medeni Bilgiler kitabındaki dinle ilgili bazı sözleri sansürlenmiş. Atatürk bu kitabında, ‘İslam Arapların dinidir... Biz ise Türküz... İslam bizi geriletti... Bizden uzak dursun’ havasında bir söz ediyor. 1930’larda söylenmiş bir söz bu. Bizim için hangi Atatürk geçerli, bunu söyleyen Atatürk mü, Meclis’i duayla açan Atatürk mü? Atatürk gidip camide halka hutbe de okuyor. Balıkesir’de bir camide konuşuyor. Yapacaklarını, İslam da bunları emrediyor diye anlatıyor. Atatürk ondan sonra hiç camiye gitmiş mi? Gitmemiş.

Bir yandan devlet bütün kurumlarıyla Atatürkçü, bir yandan devletin kurumları Atatürk’ün sözlerini sansürleyip saklıyor. Bu çelişki nereden kaynaklanıyor?

Çünkü farklı konjontürlerde farklı Atatürkçülük versiyonları var. Herkesin kendine göre içini doldurabileceği boş bir kutudan bahsediyoruz. Atatürk’ün aynı konuda farklı yaklaşımları var. Eğer Atatürk’ün siyasetçi olarak söylediği bir söz, o günkü konjonktüre uymuyorsa sansür ediliyor.

Atatürkçülük, Atatürk’ün ölümünden sonra mı ortaya çıktı?

Aslında Atatürkçülük diye bir şey yok. Atatürk var. Atatürkçülük diye bir ideoloji hiçbir zaman olmadı. Atatürk’ün aklından bir ideolojik paket hazırlamak hiç geçmedi. Atatürk’ün siyaseti, duruma göre hareket etmek oldu. Mesela iktisat siyasetinde, özel sektör de devletçilik de arka arkaya denendi. Atatürkçülük bir pragmatizmdir. Dolayısıyla biz bunu söyledik, angaje olduk, bu programın dışına çıkamayız gibi teorik bir platformdan tamamen uzak bir sistemdir. Kazanmak için gereken neyse o yapılır. Gerekirse ittifaklar kurulur ve bozulur. Mesela Türk Tarih Kurumu, Atatürk’le ilgili başka şeyler de sansür etti.

TTK başka neyi sansürledi?

Atatürk’ün 1923’te İzmit’te basın mensuplarıyla yaptığı çok uzun bir görüşme var. Atatürk orada Kürt meselesine değiniyor. 1960’larda Atatürk’ün söylev ve demeçleri toplanırken, o tarihte gazetelerde yayımlanmış olan konuşmasının bu bölümü çıkarılıyor. O konuşmasında Atatürk, Milli Mücadele’nin başında da, Teşkilat-ı Esasiye’de de olduğu gibi ‘Kürtlere yerel özerklik, otonomi ya da ona benzer bir şey verilecek’ diyor. Zaten ‘Türk milleti’ ve ‘Bu memlekette Türkler yaşar’ tanımlaması da 1925’teki Şeyh Sait isyanından sonra ortaya çıkıyor.

Niye?

Şeyh Sait isyanı dönüm noktasıdır. Bu isyanın ikili bir yüzü var. Kürtler hem Cumhuriyet’in reformlarına karşı ayaklanıyorlar, hem de bir Kürt milliyetçiliği ayaklanmasını gerçekleştiriyorlar. 1925’e dek Atatürk Meclis’teki konuşmalarında, ‘Türk, Kürt, Çerkez hepimiz İslam’ın unsurlarını oluşturuyoruz’ diyor. 1925’ten sonra ise ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk milletidir, herkes Türktür. Cumhuriyet’i Türkler kurdu’ deniyor. Yani, ‘Herkes kendine Türk diyecek ve Türkçe konuşacak’ deniyor. Oysa Atatürk’ün 1925’e kadar bir Türk tanımı yoktu. Kanunlarda da Türk tanımı yoktu, çoğu zaman ‘Türkiye halkı’ diye geçiyordu ve Atatürk de çok defa böyle diyordu.

Atatürk Kürtlerle yapmış olduğu ittifakı bozdu mu?

Şeyh Sait ayaklanmasının temel nedeni, bu ittifakın bozulmasıdır zaten. Bu ittifakın bozulmasına tepkidir ayaklanma. Kürtleri yanına alarak verdiği Milli Mücadele’yi başarıyla sonuçlandırdıktan sonra Atatürk, bir siyasetçi olarak Kürtlerin desteğine ihtiyacı kalmadığını düşündü. Bu ittifakı, ileride yapmak istediklerine engel olarak görmeye başladı ve muhtemelen de kafasında nihai hedef olarak Kürtlere özerklik vermek gibi bir şey yoktu. Onun nihai hedefi bizim bugün anladığımız üniter devletti. Aslında Atatürk’ün Kürt sorununa bakışı, bugünkü resmi politikadan farklı değildi.

Eğer her dönem konjonktüre uygun farklı bir Atatürkçülük varsa, bugünkü Atatürkçülük nedir?

Bugün Atatürkçülerin dile getirdiği bir ‘cumhuriyet ilkesi’ var. Oysa cumhuriyetçilik, devlet başkanının hanedan üyesi olmayıp, bir şekilde seçimle gelmiş olmasından ibaret bir yönetim şeklidir. Yani saltanata son vermektir. Cumhuriyeti bu şekilde tanımlarsanız, ‘cumhuriyetçi’ olmanın manası pek yok. Ama bizde bir de ‘cumhuriyetin temel ilkeleri, değerleri’ diye bir lakırdı var. Cumhuriyetin içi, kendisiyle ilgili olmayan laiklik meselesiyle doldurulmaya çalışılıyor. Aslında Atatürkçülük, laiklik meselesidir. Bugün Atatürkçülük’ten geriye ne kaldı derseniz, laiklik meselesi kaldı. Atatürkçülüğün içinde demokratik bir mesele hiç yok.

Atatürkçülük’te niye demokrasi yok peki?

Aslında demokrasi ve laiklik ayrılamaz. Laiklik demokrasi için ne kadar gerekliyse, demokrasi de laiklik için o kadar gereklidir. Atatürk hayatı boyunca aslında özgür aklı vurguluyor. İslam’ın getirdiği zihniyet dünyasını, dinin sosyal baskısını yıkmadan, insanların özgür bir akla sahip olmasının mümkün olamayacağını ve din hâkimiyetini yok etmeden demokra-tik bir düzenin kurulamayacağını düşünüyor. Dinin insanlar üzerindeki baskısının ancak otoriter bir düzende ortadan kaldırabileceğine inanıyor. Atatürkçülük esas itibarıyla budur ve tipik bir aydınlanma felsefesidir. Atatürkçülük siyasi felsefe olarak otoriterliğin dışında asla tanımlanamaz.

Atatürkçülük çağdaş demokrasiye izin verir mi?

Korkarım vermez.

Bugünkü Atatürkçülük’le, Atatürk’ün gerçek kimliği ve sözleri ne kadar örtüşüyor?

Atatürkçülük, Atatürk’e çok haksızlık ediyor. Atatürk böyle ayet düzeyinde birtakım sözlerden ibaret bir insan değil. Onun Birinci Meclis’te milli mücadeleye yön verebilmek ve insanları ikna edebilmek için yaptığı konuşmalar çok önemli. Çok akıllı, öngörü sahibi, kararlı iyi bir siyasetçi Atatürk. Eğilip bükülmüyor mu? Evet eğilip bükülüyor. İnanılmaz bir eğilip bükülmesi var, esnekliği çok yüksek Atatürk’ün. Atatürk iyi bir siyasetçi. Ama biz Atatürk’ü bizim yaptıklarımızı yapmayan insan üstü bir varlık, bir süpermen olarak düşünüyoruz.

Atatürk’ün pek çok sözü niye topluma yansıtılmıyor?

‘Nutuk’ dahil, Atatürk’ün yaptığı konuşmaların geniş kesimlerce okunduğunu söyleyemeyiz. Biz, Atatürk’ün söylediklerini, ‘İstikbal göklerdedir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ gibi, ‘ayetler’ tarzında biliyoruz. Mesela ‘Nutuk’, yıllardır en çok basılan kitaptır. Bir üniversite mezununun önüne koysanız, ne anlattığını anlatamaz. Çünkü ‘Nutuk’u tam anlayamaz.

Niye? ‘Nutuk’ o kadar anlaşılmaz mı? Biz yakın tarihimizi ‘Nutuk’tan öğrenemez miyiz?

Öğrenemeyiz. ‘Nutuk’ sekiz yıllık bir otobiyografidir. Atatürk ‘Nutuk’ta, 1919’da Samsun’dan başlayarak 1927’ye kadar geçen sekiz yıllık hadiseleri, sadece kendi açısından anlatıyor. ‘Nutuk’, sadece telgrafnamelerden kurulu bir metindir. ‘Nutuk’u profesyonel tarihçinin dışında kimsenin anlaması mümkün değlidir. Ortalama bir vatandaş ‘Nutuk’tan bir sonuç çıkaramaz. Bu yüzden biz ‘Nutuk’un ‘Ey Türk Gençliği’ diye başlayan sadece son satırlarını biliyoruz ve onu da ‘ayet’ gibi asıyoruz.

(...)

Toplumdan saklanan sırların kaynağında İttihatçılar mı var? Onları mı korumaya çalışıyoruz?

Cumhuriyeti kuran kadronun İttihatçı olmasının da payı var tabii. Normalde cumhuriyetçilerin Osmanlı saltanatında olan her şeyi suçlaması gerekirken, savunmak durumunda kalıyorlar. Çünkü İttihatçılar, geçmişlerini silip atamıyorlar. Çünkü Cumhuriyet bir kopuş değil, bir geçiş aslında. Fransız ihtilalindeki gibi gelenler gidenleri giyotinle kesmiş olsalardı, önceki dönemle bir kopuş olurdu. O zaman Enver Paşa, Sarıkamış’ta ölen 90 bin asker için 90 bin kere didiklenirdi. Ama durum öyle değil. Enver Paşa’nın yaveri, Cumhuriyet’te Atatürk’ün yaveri. Yaverler düzeyinde bir devamlılığı var işin. Aynı kadro, aynı zihniyet Cumhuriyeti devam ettiriyor. İşte o zaman da rejim değişikliği olmuyor, iktidar değişikliği oluyor.

Osmanoğulları’nın saltanatı bitiyor, Cumhuriyet kuruluyor. İttihat Terakki Partisi isim değiştiriyor ve ittihatçılar Cumhuriyet Halk Partisi oluyor. İttihatçılar Osmanlı’yı batırıyorlar ama Cumhuriyeti de kuruyorlar.

Osmanlı’nın son döneminde yaşanan acı olayları gizlemenin nedeni de, Cumhuriyeti kuran kadronun İttihatçı olması mı?

Evet. Kopuş olmadığı için, Ermeni katliamı da bu yüzden tartışılamıyor.

Radikal, 13.11.2006

Konuşan: Neşe Düzel

14.11.2006


 

TCK 301’e dair

Öyle görünüyor ki hükümet TCK’nın 301. maddesinin uygulamada yarattığı sakıncaların ortadan kaldırılması için genellikle önerildiği gibi, bu maddenin ifade özgürlüğünü genişletecek şekilde düzeltilmesi düşüncesine sempatiyle bakmaktadır. Bu yazıda bu sorunu gözden geçirmek istiyorum.

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki 301. maddede öngörülen suçun ‘aşağılama’ kavramını merkeze almış olması isabetsizdir ve hüküm bu haliyle eski kanundakinin bile gerisindedir. Çünkü eski kanunda kullanılan ‘tahkir ve tezyif’ şeklindeki ibare eleştirel ifadeleri daha az kısıtlama potansiyeli taşıyordu. Oysa ‘aşağılama’ kelimesi, ‘tahkir ve tezyif’ sayılacak kadar ağır olmayan eleştirel ifadeleri bile kapsayacak şekilde yorumlanmaya elverişlidir. Onun için madde bu haliyle politik eleştiriyi neredeyse büsbütün ortadan kaldırabilecek niteliktedir.

İkinci olarak, bazı devlet kurumlarına ille de böyle bir koruma sağlanacaksa, bu korumanın hiç değilse Türkiye Büyük Millet Meclisi ve yargı organlarıyla sınırlı kalması daha doğru olur. Aynı korumanın yürütme ve idare alanına da teşmil edilmesi, en fazla eleştiriye açık olması gereken kamu kurumlarına dokunulmazlık sağlanması anlamına gelir. Bu arada yürütme ve idare içinden sadece askeriyenin ve güvenlik teşkilátının korunmasının tercih edilmiş olması talihsiz olarak, karakteristik vasfı cebire başvurabilme olan devlet araçlarına özel olarak değer verildiğini de ima etmektedir.

Maddenin son fıkrasında yer alan eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamalarının suç olmadığına ilişkin hüküm de işaret edilen sakıncaları ortadan kaldıramaz. Nitekim kaldırmıyor da. Çünkü mesele, ‘eleştiri amacıyla’ yapılmış olmayan devlete yönelik rahatsızlık verici ifadelerin niçin yasak olması gerektiğinde ve böyle bir ayrımın gerçekte yapılıp yapılamayacağındadır. Sanıldığının aksine, öyle bütün ‘haricî’ veya ‘ilgisiz’ unsurlardan arınmış, saf akılcı bir eleştiri de yoktur. Onun için eleştiriyi eleştiri olmayandan net bir biçimde ayırmak imkânsızdır. Kamu otoritelerini rahatsız eden ifadeler zaten aynı zamanda eleştiriyi de içerirler ve çoğu eleştiri de başka haşin veya saldırgan sözlerle içiçe geçmiş olarak karşımıza çıkar.

Daha temelde devletin kurumlarının ‘aşağılanması’ düşüncesinin kendisinin isabetini sorgulamamız gerekir. Kurumları ve makamları soyut olarak yani kişilere atıf yapmaksızın ‘aşağılamak’ herhangi bir insanî değere saldırı teşkil etmez. Çünkü kurumlar insan değildirler, onlar sadece insanların yaptığı veya yarattığı araçlarıdır. Cisimleşmiş politik iktidardan başka bir şey olmayan devlet -dolayısıyla kurumları- kutsal bir varlık değildir, onun için dokunulmazlığı da olmamak gerekir.

Kaldı ki insanların devletin uygulamalarından hayal kırıklığına uğramaları veya haksızlıklar karşısında kızgınlık duymaları gayet insanî bir durumdur. Bir demokraside bu gibi hayal kırıklıklarının veya kızgınlıkların devlete yönelik öfkeli sözlerle dile getirilmesini doğal karşılamak gerekir. Devletin bunları cezalandırmak yerine, yaptığı yanlışları düzeltmesi için birer uyarı veya vesile olarak alması gerekir.

Onun için daha önce de yazdığım gibi, devleti aşağılamak gibi gerçekte bir mağduru olmayan suçlar ihdas etmekten kaçınmalıyız. En doğrusu, kamusal tartışma ve eleştiri imkánını ortadan kaldırmaya elverişli olduğunu da göz önüne alarak, devlete ve onun kurumlarına dokunulmazlık sağlayan 301. maddeyi tamamen kaldırmaktır.

Star, 13.11.2006

Mustafa ERDOĞAN

14.11.2006


 

Meğer Bush’u ne çok severmişiz

Ülkenizde Amerikan karşıtlığı neden bu kadar yüksek?” diye soran Amerikalılara cevabımız çok basitti: “Bizdeki Amerikan değil Bush karşıtlığı.” Artık bu cevabı ciddi olarak gözden geçirmek gerekiyor. Zira ABD’de altı yıllık Bush dönemi kapanıyor, ama Türkiye’de herhangi bir sevinç ve coşku havası yok. Halbuki Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında, dünyanın ve bu arada Türkiye’nin kaderini doğrudan etkileyebilecek birçok yaklaşım farkı mevcut. Örneğin Baba Bush’tan sonra Demokrat Clinton’ın sekiz yılı İslam dünyasına ilaç gibi gelmişti. Öyle ki Filistinliler Monica Lewinsky olayını “MOSSAD komplosu” bile ilan etmişlerdi. Aynı Clinton’ın deprem sırasında Türk halkına yaptığı jestin binde birini, oğul Bush, değil tsunami mağduru Endonezyalılardan, Katrina mağduru kendi vatandaşlarından bile esirgedi.

Duygular ve gerçekler

Ancak dış politikada ne zaman duygulardan, ilkelerden, simgelerden söz etseniz hemen birileri karşınıza “gerçekler” le çıkıyor ve “Türkiye’nin yüce çıkarları böyle sübjektif şeylere kurban edilemez” diyor. Dün, 1 Mart tezkeresi öncesinde de böyle olmuştu. Ama bizleri “romantik” vs. olmakla suçlayanların “gerçek” diye pazarlamaya çalıştıkları şeylerin birer yalan olduğu kısa sürede ortaya çıktı.

Bugünse, Bush’un hezimetine sevindiğinizde “bu dünyanın hayrına olabilir ama biz Türkiye’nin çıkarlarına bakarız” diyorlar. “Nasıl yani?” diye sorduğunuzda bir dizi kaygı sıralanıyor: “Fransa’dan sonra Amerikan Kongresi’nden de Ermeni Soykırım Tasarısı artık kesin geçer. Irak’ta Kürt devleti ilan edilir. PKK’yı iyice şımartırlar. İnsan hakları konusunda bizi çok sıkıştırırlar...”

Dünyanın lehine olan bir şey bizim aleyhimizeyse, bundan “bütün dünya bize düşman” sonucu çıkarmak yerine biraz dönüp kendimize bakmak daha iyi olabilir dedikten sonra sırayla gidelim:

1) Fransızlar Türkiye’yi AB’den dışlamak istedikleri için Ermeni konusunu istismar ettiler, buna karşılık Irak sorununu çözmek zorunda olan Amerikalılar -Demokratlar dahil- Türkiye’yi kazanmak zorundalar;

2) Her ne kadar Demokratlara yakın bazı uzmanlar Irak’ın üçe bölünmesini savunsalar da bunun resmi parti politikası olduğu söylenemez. Kaldı ki önümüzde iki yıl, bir “cohabitation” dönemi olacak, yani ABD’yi Cumhuriyetçi Bush ile Demokrat Kongre birlikte yönetecekler. Irak konusunda farklı görüşler çarpışacak ve muhtemelen “en makul”, “en az masraflı” ve “en realist” politikalar hayata geçirilecek.

3) Demokratların Cumhuriyetçilere kıyasla PKK’ya daha sıcak yaklaştıkları konusunda elimizde fazla somut kanıt yok. Tam tersine, Abdullah Öcalan Türkiye’ye Clinton döneminde teslim edilmişti.

4) Demokrat ağırlıklı Kongre’nin insan hakları konusunda daha duyarlı olması gerçekten mümkün ve bu hiç de fena bir şey değil. Türkiye eleştirileri “size ne?” diye savuşturmaya çalışmak yerine, temel hak ve özgürlüklerde daha kalıcı ve inandırıcı iyileştirmelere gitmeli.

Türkiye’nin ev ödevleri

ABD’deki yeni dönem Türkiye’ye krizden çok fırsatlar sunuyor. Ama Türkiye’nin de yapması gerekenler var. Örneğin gazetem dahil, Türk medyası, ilk kadın Kongre Başkanı Nancy Pelosi’den her defasında “Ermeni dostu” olarak bahsetmekten vazgeçmeli. Ankara da, uzun yıllar ihmal ettiği Demokratlarla bir an önce sağlam köprüler inşa etmek durumunda. Ve nihayet, Türkiye’nin, kaygılarını dile getirmenin yanısıra, Amerikalılar ve Iraklıların önemli bir bölümünün aklına yatabilecek çözüm önerileri geliştirmesi de şart.

Vatan, 13.11.2006

Ruşen ÇAKIR

14.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004