Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Olayın en ‘acıklı’ yönü

Atilla Yayla’nın bir açık oturumda söylediklerinin “yeni” olmadığını haklı olarak hemen herkes –galiba kendisi de– söylüyor. “Atatürkçülük” (ya da “Kemalizm”, nasıl tercih ederseniz) özellikle 80’li yıllarda önceki dönemlerde olduğundan çok farklı ve yoğun değerlendirmelerin konusu oldu. 80 öncesinde siyaset söz konusu olduğunda ülkede hakim olan “dogmatizm”in –çok acılı bir biçimde– sahneyi terketmesi “Atatürkçülük”e ilişkin bu yeni değerlendirmelerin varlık nedenlerinden birisidir. 12 Eylül’ün “Atatürkçülük”e ilişkin “teori-pratiği” de bu süreci etkiledi. Hatırlar mısınız bilmem; Bülent Ecevit, 12 Eylül rejimi tarafından hapishaneye koyulunca, eski başbakanın kitap isteği “Sadece sözlük ve Nutuk’a izin var” şeklinde cevaplanmıştı. Yani aşağı yukarı, Stalin’in hükümdar olduğu Sovyetler Birliği’nde mahkûmların sadece Lenin’in “Toplu Eserleri”ne ulaşabilmeleri gibi bir şey... 12 Eylül hapishanelerinde “Atatürkçülük”e biçilen rolü hatırlatmıyorum bile. Hapishanelere aynı zamanda birer “ideolojik aygıt” olma görevinin biçildiği yıllar...

Yayla’nın hakkında bir şeyler söylediği “heykeller” meselesi hakkında da epeyce konuşuldu. (“Yeterli”dir diyemem ama epeyce konuşuldu.) Ülkenin bu “heykel kirliliği”nden bir an önce kurtulmasını isteyenler az değildi. Aziz Nesin’in hikayelerine konu olmuş eski bir kötü alışkanlığımızdı bu. Aklına esenin heykel sanatıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan binlerce “heykel” ile ülkenin dört bir yanını donatması –Yayla’nın da hatırlattığı gibi– AB olsun olmasın demokratik bir sistemin tahammül edebileceği bir manzara değildir.

Dolayısıyla “Atatürkçülük” merkezli (Anayasa’dan başlayarak yasalar, atılan nutuklar, heykeller, dağa taşa kazılan vecizeler vs) Türkiye resminin bir demokrasi olarak takdimi olacak şey değildir. Bu Türkiye demokrasi değil, tamı tamına bir “ideokrasi”dir; yani “ideoloji”nin “kratos”unun (gücünün) hüküm sürdüğü bir ülke. Ancak çok da kötümser olmamak gerekir, çünkü hepimiz biliyoruz ki Türkiye (çok şükür) sadece bundan ibaret bir ülke değildir. (...)

Atilla Yayla’nın “Atatürkçülük” konusundaki değerlendirmelerinin Yeni Asır gazetesinden başlayarak bazı medya kuruluşlarınca “hain emeller” olarak yorumlanması, doğrusunu söylemek gerekirse, beklenmedik bir gelişme değildir. Çünkü “Atatürkçülük” de, biz ne düşünürsek düşünelim, her ideoloji gibi “organik aydınlar”a sahiptır. Yanlıştır, derinlikten yoksundur, iftiracıdır, kolaycıdır (...) o başka; ama vardır. (Bu “organik”lerin medyayı mekan tutmuşlarının tam listesi (meraklısı için) 12 Eylül döneminin yayınlarında görüşe hazırdır.) Bazı siyasi-toplumsal merkezlerin Yayla’yı topa tutmaları da beklenmedik bir gelişme değildir.

Ancak, Yayla’nın bir akademisyen olarak kadrosunda yer aldığı üniversitenin sergilediği tutum diğerlerinden farklı olarak üzerinde özellikle durulması gereken gerçek bir skandaldır. Olayın “en acıklı” yönü budur. Yeni Asır gazetesi malum manşeti atmış olabilir; belli çevreler malum açıklamaları yapmış olabilir. Biraz canımız sıkılır o kadar, fazla şaşırmayız. Ama bir üniversite rektörü vakit geçirmeden “Bu öğretim üyesi bugünden itibaren ders vermekten uzaklaştırılmıştır” diyerek ortaya atılıyorsa, o zaman işin rengi değişiktir. Bu ne hiddet böyle; Gazi Üniversitesi sonuç olarak Yeni Asır gibi bir şey midir?

Serhat Buhari Baytekin (Zaman, 23 Kasım) olayın hemen ardından, bir karşılaştırma yapabilmemiz için rektörün açıklamasının yanına bir başka metin yerleştirmişti. Çok yerinde bir seçimdi bu. Columbia Üniversitesi Rektörü Jonathan R. Cole’un Edward Said’in 2000 yılında İsrail karakoluna taş atması üzerine öğretim üyeliğine son verilmesini isteyenlere cevap mahiyetinde kaleme aldığı bir yazıydı bu. Hatırlayanlarınız vardır muhakkak; yayınlandığında haklı olarak büyük ilgi çeken bir yazıydı bu. Jonathan R. Cole, Said’e sahip çıkarken temel aldığı ilkeleri o derece açıklıkla sıralıyor ki, ciddi olarak okuyup düşündüğünde Gazi Üniversitesi Rektörü’nün bile aklının karışmaması imkansız!

Bu yazıdan uzun uzadıya söz etmeyeceğim, çünkü tamamına ulaşmanız mümkün. Tadımlık kabilinden sadece iki cümlesini aktaracağım:

“Columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz.”

“Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir.”

Yeni Şafak, 26.11.2006

Kürşat BUMİN

27.11.2006


 

Kendini aldatmak

Bir ülkenin kendine yapabileceği belki de en büyük kötülük kendini aldatmasıdır. Ne olduğuyla ne olmak istediğini veya nasıl görünmek istediğini karıştıran bir toplumun, devletin yaptığı işte başarılı olma şansı sınırlıdır. Bu ülkede kurumların ve kişilerin ilke düzeyinde tavır almamaları yaptıklarının ardında durmamaları da bir ayrı yaradır.

Türkiye’nin bu açıdan ne ölçüde zaaflı olduğunun örnekleri çoğalıyor. Aykırı fikre tahammülsüzlük eşiğinin giderek düştüğü bir ortam bu zaafın giderilmesini zorlaştırıyor . Ülkedeki düşünce ortamının sağlığı, günlük siyasetin önceliklerinin her konuyu kanser gibi sarması dengeyi iyice bozuyor. Bunlara ülkedeki çarpıcı yönetim zaaflarını da eklediğinizde, birbiri ardına düzenlenen konferanslara ve potansiyel olarak parlak gözüken geleceğe rağmen ortaya pek iç açıcı bir tablo çıkmıyor.

Fikre tahammülsüzlük

Gazi Üniversitesi Rektörü’nün Profesör Atilla Yayla’nın ders vermesini yasaklaması üzerine çok şey yazıldı. Düşünce ve akademik özgürlük ilkeleri bağlamında bu yasaklamanın üniversite açısından hicap verici sayılması gerektiğine şüphe yok. Aynı ölçüde hazin bir boyut da Profesör Yayla’yı konuşmaya davet eden iktidar partisi yetkililerinin hemen pısıp konuklarını satmalarıydı. Kendilerine dokunmadığı sürece özgürlüklerin ve ilkelerin arkasında durmayan bir siyasi hareketin demokrat olma iddialarının inandırıcı bulunmaması bu kofluktandır.

TESEV’in Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset araştırmasında da deneklerin yüzde 57,1’inin aykırı fikirlere tahammüllü olmadıkları sonucu çıkıyor. Halbuki aykırı fikirleri tartışmadan, bunlar üzerinde etraflıca düşünmeden, düşünceyi zenginleştirmeden Türkiye’nin yön çizebilmesi mümkün değil. Yarım yamalak bilgi ve bilim dışı yaklaşımlarla düşünce üretilemez. Ülkenin kendi şartları, bulunduğu bölgenin derin krizi ve çalkantıları alışılmış kalıpların dışına çıkmayı elzem kılıyor.

Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın Türkiye’nin Türkmen siyasetinin iflası ile ilgili söyledikleri bu nedenle ibretlik. Murat Yetkin’in aktardığına göre Yakış Türkiye’nin Türkmenleri temsil etmeyen kişilerle bağlantı kurduğunu, Türkmenlerin etnik değil mezhepsel kimlikle hareket etiklerini bilmediğini veya anlamak istemediğini, sayılarını ise abarttığını söylemiş. Zamanında aykırı sayılan bu gerçekleri söyleyerek Türkiye’nin çıkmaz sokakta gittiği uyarısını yapanlara denmedik laf bırakılmamıştı.

Oyun kurucu olmak

Şimdilerde ise Kürt takıntısı nedeniyle Türkiye Irak’ın geleceği konusunda kıyıda kalmaya kendisini mahkediyor. Bölge ülkelerinin katkısı olmadan Irak’ta durumun yatışması mümkün değil. Ülkenin parçalanması Türkiye tüm çevredeki ülkeler açısından varoluşsal bir krizi tetikleyebilir. Bunu gören komşu ülkeler hamle yapıyor. Irak devlet başkanı Celal Talabani bugün Tahran’da olacak. Daha sonra Suriye’ye gidecek.

Bir Kürt devleti kurulması ihtimalinden en az Türkiye kadar rahatsız İran ve Suriye Talabani ile görüşürken Türkiye bu tabloya giremiyor bile. Zira Cumhurbaşkanı Sezer Talabani’den hoşlanmıyor ve anlaşıldığı kadarıyla Dışişlerinin bir davet konusundaki telkinlerine kapalı. İran Şiileri, Arap devletleri Sünnileri kollarken Türkiye kuzey Irak Kürtleri ile nasıl bir ilişki kotaracağını düzgünce tartışmıyor bile.

Bu takıntı nedeniyle Türkiye kendisini birinci derecede ilgilendiren Irak’ın geleceğinde oyun kurucu olma imkanını ıskalıyor. Takıntılara saplanarak bölgesel güç olunacağına inanmak da herhalde kendini aldatmanın en iyi örneklerinden sayılmalı...

Sabah, 26.11.2006

Soli ÖZEL

27.11.2006


 

Kemalizm’in Türkçe çevirisi

Ben şimdi çıkıp herhangi bir siyasi partinin düzenlediği bir panelde şöyle desem, ya da lafı döndürüp dolandırmaya hiç gerek yok, aha buracığa kafadan yazsam:

‘Önümüzdeki yıl muhalefet partilerine oy verecek olan seçmen ‘bu adamın başbakanlık koltuğunda ne işi var’ diye soracak’...

Ben şimdi başbakana ‘bu adam’ mı dedim? Hayır, demedim. Seçmen dedi!

Seçmen de demedi, diyeceğini varsaydım, onun ağzından cümle kurdum.

Kaç gündür, Profesör Atilla Yayla’ya yöneltilen suçlamaları ibret ve dehşetle izliyorum. Kimisi adamın yüreğine indirmek üzere, kimisi de onu savunuyor. Ancak, ister hırt Kemalist olsun ister gevşek liberal, hiçkimse ‘bu adamın bu adam demediğini’ farketmiyor!

Atatürk’e bu adam diyeceği varsayılanlar, Yayla’nın kafasında canlandırdığı ‘muhayyel’ Avrupalılar!

Profesör Yayla, kendini Avrupa Birliği’nin perspektifine yerleştirip konuya oradan, o açıdan, onların gözüyle bakmaya çalışmış, onların ne diyebileceği hakkında tahmin yürütmüş, bir tür ‘muhayyel tercümanlık’ etmiş.

Ama kafasında perspektif kavramı olmayan, okumuşu minyatür, köylüsü de halı kilim deseni kültüründen gelen toplum, bunu göremiyor.

Bu insanlar, roman kahramanlarını da suçlamış insanlardır.

Elif Şafak adında, romancılık yeteneği sınırlı bir kız, bu yüzden yargılandı ve neyse ki tek celsede aklandı da büsbütün rezil olmaktan kurtulduk. Romanında, kahramanları Ermeni meselesini tartışıyor ve Türkiye’yi suçluyorlar. Bizim perspektif özürlü beyinler, Orhan Pamuk’un bir gazeteye aynı konuda demeç vermesiyle bir romanın kahramanlarının bunu ‘sanal’ tartışması arasındaki farkı göremiyorlar.

1922 yılında geçen bir roman yazsam, ve bu romanda General Trikupis, Gazi Mustafa Kemal Paşa için ‘bu adamı yeneceğim, mahvedeceğim’ dese, Atatürk’e hakaret etmiş olur muyum olmaz mıyım?

Tam tersine, asıl ‘şu Kemal Paşa ne büyük bir adam, ne müthiş bir komutan, bu savaşı onun kazanması gerekir, en iyisi ben ona yenileyim bari’ derse rezil olurum... Yazar olarak beni tefe koyarlar, arkamdan teneke çalarlar...

Yani düşünebiliyor musunuz, ‘Suç ve Ceza’ romanında Raskolnikov tefeci kadını baltayla öldürdüğü için Dostoyevski ‘cinayete teşvik’ suçundan Rus mahkemelerinde sürünüyor!... Romanın sonunda katil Sibirya’ya sürüldüğü için de ‘hafifletici nedenlerle’ beraat ediyor!...

Peki, tut ki dedi... Takiyye yaptı... Aslında kendisi Atatürk’e bu adam demek istiyordu da, lafı Avrupa’nın ağzına verip onlar söylemiş ayağına yattı...

‘Bu adam’ tanımının küçültücü bir tanım olduğu hangi kitapta yazıyor?

Kimlere bu adam denilebilir, kimlere denemez? Örneğin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bu adam denilebilir mi? Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a bu adam denilebilir mi? Peki, Fetullah Hocaefendi Hazretleri’ne bu adam denilebilir mi?

(‘Sayın’ lafını geçiniz bir kalem, o merhum Ecevit’in ‘eğitimini tamamlamamış özentili aydın’ yaklaşımıyla icat ettiği, toplumun günlük hayatında mevcut olmayan yapay bir sözcüktür. Yalnızca Ankara ilimizde ve basında kullanılır.)

Ama Vahdettin’e de, Damat Ferit’e de gönül rahatlığıyla denilebilir, değil mi? Hatta ‘eşşoğlueşşek’ bile derseniz hesabını kimse sormaz. Oysa biri devlet başkanı, öteki başbakandır.

Peki... Bir Amerikan profesörü, ‘George Washington, that man...’ adını taşıyan bir kitap yazsa, ‘Amerikan büyüklerine hakaret’ suçundan yargılanacak mıdır?

Yazık... Çok yazık... Kemalizm’in Türkçe tercümesini ‘öküzlük’ haline getirenler bunun hesabını vermeliler...

Akşam, 26.11.2006

Engin ARDIÇ

27.11.2006


 

Asıl suçlular

Dün Atilla Yayla’nın bir panelde konuşmasını izleyen yaygara üstüne bir şeyler yazmıştım. Bugün de aynı olayın ortaya çıkardığı, ama ‘ortaya çıktığı’ halde pek fazla söz konusu edilmeyen birkaç nokta üstünde durmak istiyorum.

Bir ‘kalıp’ haline gelen bir süreçten, medyanın başlattığı, gerçek ya da simgesel bir linç havasına sürüklenen, bir kampanyanın her durumda yaratılmasından söz etmiştim. Bunun bir aşamasında işin içine bir ‘otorite’ karışıyor ve o da kampanya doğrultusunda bir eylemde bulunuyor. Atilla Yayla olayında bu otorite, rektördür. Konu hakkında bildiğim her şeyi medyadan, bir de Yayla’nın internete yansımış bir açıklamasından okuyarak öğrendim. Bu bilgiler çerçevesinde, Gazi Üniversitesi Rektörü’nün, Atilla Yayla’nın ders vermesini yasakladığını biliyorum.

Genel havanın, tutulan temponun, haykırılan sloganların tersine, Atilla Yayla’nın yaptığı iş, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ dediğimiz şeyin kullanımından ibarettir. Rektörün yaptığı ise bunu engellemektir ve bunu engellemek, bizim 12 Eylül Anayasamıza göre dahi suçtur.

(...)

Nedir bu ‘sürekli linç’ ortamı?

Bununla mı ‘muasır medeniyet seviyesi’ni yakalayacak Türkiye Cumhuriyeti, 21. yüzyılda? ‘Çağdaş’lık bu mu?

Ve bu ‘otorite’lere hiçbir zaman biri çıkıp ‘Sen ne yaptığını sanıyorsun?’ demeyecek mi? Hukuku, düşünce özgürlüğünü, akademik özgürlüğü gözetmekle yükümlü olanlar, ‘milli duygu’ kalabalığına karışıp sokakta slogan atmaya başlarsa, zaten sokakta olan ve o korkunç sloganları bağıran kalabalıkların kendilerine ne söyleyebiliriz?

Bu koskocaman ülkeyi böyle vahşi ve beyinsiz bir medeniyet düşmanlığına yönlendirmeyi, kendi konumlarını korumanın gerektirdiği strateji olarak gören ve fiilen yapanlar var. Onlara bir şey söylemenin, hesap sormanın anlamı yok. ‘Benden sonra tufan’ deyip gidiyorlar. Ama herhalde herkes aklını kaybetmedi. O kaybetmeyenler nerede?

Radikal, 26.11.2006

Murat BELGE

27.11.2006


 

Paşa geliyor paşa, başörtülüler dışarı...

Önce şu soruyu soralım da herkes kendi algı seviyesine göre kendi kendine cevaplasın. Soru: Paşaların gittiği her yerin, ayağını bastığı her yerin “kamusal alan” kabul edildiği ülkenin yönetim şekline ne ad verilir?

Siz düşüne durun... Cevabı zor bir soru...

Geçelim...

Elimizde iki örnek olay var. İkisi de hem birbirini tamamlayan iki olay, hem de birbirinden çok farklı iki olay...

Nasıl oluyor öyle? Burası Türkiye olur böyle! Samsun... Cumhuriyet Balosu... Garnizon Komutanı Tümgeneral Naci Beştepe balonun yapıldığı otele geliyor. Bakıyor ki, salonda başörtülü konuklar var. Beraberindeki askeri zevatla birlikte anında balonun yapıldığı yeri terk ediyor. Şehit Aileleri Yardımlaşma Derneği üyelerinin türbanlı eşleri de baloda... Şehit yakınları vebalıymışlar gibi, komutan hızla oradan uzaklaşıyor.

“Böylece laikliğimiz kurtulmuş oluyor!”

Malatya... Öğretmenler Günü Kutlaması... 2. Ordu Garnizon Komutanı Tümgeneral Alaeddin Örsal’ın katıldığı tören öncesinde salonda bulunan başörtülü ve türbanlıların dışarı çıkması için anons yapıldı.

Bu defa anonsu yaptıran komutan değil, komutanın türban konusunda hassas olduğunu düşünen sivil görevliler... Bunun üzerine bazıları başörtüsünü çıkarıyor töreni izliyor, bazıları dışarı çıkıyor, bazıları da başörtüleriyle tören salonundan ayrılmıyor.

Şimdi... Buradan şu sonucu çıkarıyoruz. Asker sivil bürokrasi el ele devlet ile millet arasındaki duvarı sürekli yükseltiyor, türban yasağı konusundaki çıtayı sürekli yükseğe koyuyor. “Paşa geliyor başörtülüler dışarı” ya da “İçeride başörtülüler var paşam içeri girmeyelim” davranışları ile nereye kadar gideriz bilmiyorum.

Ama şu açık ki millet ile devlet arasında duvarı sürekli yükseltmeye çalışmakla sonunda bu işten kazançlı çıkacaklarını düşünenler yanılıyor olmalı. Bu durum kazananı olmayacak bir çatışmayı ifade ediyor.

Millete silah çekilemez!

Millet yok sayılamaz!

Millet dışarı çıkarılmaz!

Bugün, 26.11.2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

27.11.2006


 

Kemalizm işte böyle bir şey

İzmir’de AKP’lilerin düzenlediği bir toplantıda küçük bir katılımcı önünde yaptığı konuşmada söylediği sözler Atilla Yayla’nın bazı çevrelerce ‘istenmeyen adam’ konumuna itilmesiyle sonuçlandı.

Oysa kendisinin de ifade ettiği gibi, bu sözlerde pek bir yenilik yoktu ve ayrıca benzeri değerlendirmeler yıllardır birçok kişi tarafından yapılmaktaydı. Bu bağlamda tek parti döneminin bir ‘gerileme’ olduğu yargısının haksızca olduğu savunulabilir, ama toplumsal yaşamı ilgilendiren değişim dönemlerinin ‘ilerleme’ olduğu kadar ‘gerileme’ de ima edebileceği açıktır. Çünkü zorunlu olarak değişen hayat tarzları kategorik olarak herkes için daha gelişmiş imkanları ifade etmeyebilir. Örneğin ifade özgürlüğü açısından tek parti dönemi, Kemalist kadronun fikriyatını tam olarak paylaşmayanlar için muhakkak ki bir ‘gerileme’ olarak yaşanmıştır.

Kısacası herhangi bir tarihsel dönemin katı bir biçimde ‘ilerleme’ ya da ‘gerileme’ olarak tanımlanması bilimsel bir bakışı yansıtmaz. Nitekim Yayla da konuşmasında ‘gerileme’den ne anladığını ve bunu nasıl ölçtüğünü göstermek üzere uzun uzadıya kendi bakış açısını ve kullandığı kriterleri anlatma gereği duymuş. Gerçekten de bir dönemin ilerleme ya da gerileme olması esas olarak bizim ideolojik yaklaşımımızla ilgilidir. Tarihin kendisi ne ilerler ne de geriler. Onu algılayan bizler, kendi değer yargılarımızdan ötürü toplumsal değişimlerin bazılarını beğenir ve ‘ilerleme’ olarak değerlendiririz, bazılarını ise beğenmez ‘gerileme’ olarak algılarız. Bu öznellikten rahatsız olanlar insanlığın tarihsel macerasının ‘birikimli’ bir süreç olduğunu, dolayısıyla medeniyetin zaman içinde ilerlediğini kabul ederek, ilerlemenin nesnel ölçütlerini üretmek istemişlerdir. Ne var ki bu yaklaşım yaşanandan hareketle yaşanılması gerekeni tanımladığı ölçüde bizatihi özneldir... Diğer bir deyişle insanlığın yaşadıklarını sanki yaşanması kaçınılmazmışçasına ele alıp, sonra da bu yaşananı olumlamak epeyce bilim dışı bir ihtiyaca cevap verir.

Velhasıl bilim ‘değişme’ ile uğraşır, ilerleme veya gerileme ile değil... Yayla’yı eleştirmek ve çürütmek isteyen Kemalistlerin bu noktadan hareket etmeleri beklenebilirdi. Kemalist ilkelerin ‘bilimselliğe’ ne denli uygun olduğunu sürekli tekrarlayanların, şimdi fırsat ele geçince bilim savunusu yapmaları uygun düşerdi. Ancak böyle bir beklentinin ne denli boş olduğunu biliyoruz... Çünkü Kemalizm zaten kendisini ‘ilerleme’ olarak sunan, yani bilimsel olmayan bir yaklaşım. Kemalistler bilimin kendilerini meşrulaştıracak dogmatik bir destek oluşturduğunu sanıyorlar ve tam da bu dogmatik arayış nedeniyle kendilerini ele veriyorlar: Kemalizm’in günümüzdeki ana işlevi dünyevi bir din olması ve kendi ruhban sınıfının iktidarına hizmet etmesi... Bu açıdan Yayla’nın ‘gerileme’ eleştirisi Kemalistleri yumuşak karınlarından vurmuş gözüküyor.

Öte yandan Kemalizm’in bu düzeyde tıkanıp kalması da gerekmezdi elbet... Ama toplum ürkekliği içindeki devlet bürokrasisinin resmi söylemi haline geldikçe, Kemalizm’in de kuruması kaçınılmaz oldu. Geriye doğru baktığımızda her Kemalist neslin bir öncekine göre fikriyat açısından daha düzeysiz olduğunu söylemek mümkün. Yayla’yı, ülkeyi karanlığa sürükleyen irticanın temsilcisi olarak görenler, üniversiteleri Atatürk ilkelerine uygun çocuk yetiştirme yuvaları sananlar, beğenmedikleri fikirleri yasaklamayı ilericilik zannedenler hep nedense ‘Kemalistler’... O zaman hayali bırakıp kabul etmek gerek ki belki de Kemalizm zaten böyle bir şey. Farklılığa tahammülü olmayan, kendi görüşünün sınanmasına razı gelemeyen, buna yeltenenleri hainlikle suçlayarak gönüllerini rahatlatan insanlardan söz ediyoruz. Kemalizm belki de bir psikolojik ihtiyaç sadece...

Zaman, 26.11.2006

Etyen MAHÇUPYAN

27.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004