Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir kuvvet komutanı

Vatan’ın manşeti, bir kuvvet komutanına dayanıyordu: “Hükümet kendini devlet sanıyor.”

Hangi komutan olduğunu bilmiyoruz çünkü isminin açıklanmasını istememiş anlaşılan. Bir kuvvet komutanı olarak gizli kalmayı tercih etmiş.

Zaten dört kuvvet komutanımız var, Kara, Hava, Deniz ve Jandarma. Bunlardan biri hükümetin tavrını beğenmediğini açıklamış ama kendini açıklamamış.

Böyle gizli açıklama yapıp manşete çıkmak sadece Türkiye’de olur herhalde.

Yine de 28 Şubat’a bakınca epey yol aldığımız görülüyor.

O zaman dört yıldızlı bir general konuşurdu. Dört yıldızlı general sayısı fazla olduğu için, kimin konuştuğunu bulmak zor olurdu.

Gerçi genellikle çevik bir generalin konuştuğunu bilirdik ama ismini yazmazdık.

Düşünsenize hükümet herhangi bir konuda karar alıyor, bir kuvvet komutanı çıkıyor bu fikre muhalefet ediyor. Üstelik bunu adını bile vermeden yapıyor ama bu tavır onun gazete manşetine çıkmasına yetiyor.

Sonra çıkıp AB’ye diyoruz ki, “Kopenhag Kriterleri’ni uyguladık. Artık ırkçılık, ayrımcılık yapma, bizi bir an önce içine al.”

Kopenhag Kriterleri’ne biraz uyuyoruz belki ama sivil demokrasi konusunda ısrarla sınıfta kalıyoruz.

Erteleme, bütünleme sınavları, Anayasa, yasa değişikliği kar etmiyor. MGK’nın yerini Yüksek Askeri Şura alıyor, dört yıldızlı generalin yerini bir kuvvet komutanı.

Adını açıklama ihtiyacı hissetmeyen bir muhalefetin en güçlü olduğu, basında en fazla primi yaptığı bir ülkeyiz.

İsmini açıklamayan komutan “Devlet kalıcıdır, hükümetler geçicidir” diyor.

İlkokulun ileri sınıflarından beri bize öğretilen bu.

Ama bu geçici olan hükümetlerin neler yapıp, neler yapamayacağına kimin karar verdiğini öğretmiyorlar bir türlü.

Bu hükümet devletin neresinde yer alır, adını açıklamayan komutan neresinde yer alır bilmiyoruz.

Çünkü öğrenemiyoruz.

Ama hükümet geçici, onu biliyoruz.

Ya güzellikle gidiyorlar ya da zorla.

40 küsur yıllık ömrümüzde onu öğrendik.

Ama ismini açıklamayan komutanların sadece kendilerini devletle özdeşleştirmesinin hikmet-i mucibesini anlayamadık.

Kıbrıs’a çıkarma kararını alan da bir hükümetti. Ama onun kendini devletle özdeşleştirme hakkı vardı herhalde.

Çünkü kimse “Nasıl böyle bir karar alıyorsun” diye sormamıştı o hükümete.

Devletin hükümetin dışında veya karşısında görüldüğü, hükümete, milli iradeye muhalefet etme hakkını bulduğu bir ülkede, demokrasi diye nitelendirdiğimiz bir sistem içinde yaşıyoruz.

İsmini açıklamayanların öğrettiği bir kavram bize devlet.

Sınırlarımızı çizen, haddimizi bildiren, yerimizi söyleyen bu insanlar da kendilerini yasanın, kuralın üstünde görüyor.

“Devlet benim” diyen insanlara karşı “Ben de halkım” demekle yetiniyoruz.

Sabah, 12.12.2006

Ergun BABAHAN

13.12.2006


 

Asker-sivil gerginliği: İlkeler ve sorumlular

Asker hükümete aleni bir biçimde, “Bize haber vermeden, biz onaylamadan siyasi karar alamazsınız…” diyor...

AB Zirvesi öncesi hükümetin, yani Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a liman açma önerisi üzerine Genelkurmay Başkanı şunları söylüyordu:

“Kıbrıs’ta 40 bin askeri olan bir kurumun görüşü alınmaz mı? Sorsalardı şunu söylerdik: Bize göre bu açılım, devletin resmi görüşünden sapma anlamına gelmektedir. Limanları açacağız diyorsunuz. Hangi limanları açacaksınız?”

Bu sözlerin arkasındaki mantık ise bir kuvvet komutanının gazeteci Bilal Çetin’e söylediklerinde saklıydı:

“Devlet başka bir şeydir, hükümet başka. Hükümetler gelip geçicidir. Devletin temel stratejik politika hedeflerini her hükümet kendine göre yorumlayıp, değiştirmeye kalkarsa, Türkiye ciddi problemlerle karşı karşıya gelebilir... Hükümet her an ‘telafisi mümkün olmayan hatalar yapabilir’…”

Şu açık:

Bu tür görüşler nasıl ve hangi koşullarda ifade edilirse edilsin demokrasinin hiçbir türüyle bağdaşmaz…

Şu da açık:

Bu tür görüşler “devlet alanı” ile “siyasi alanı” birbirinden ayrı tutan, “devletin siyaset üzerine tahakküm kurduğu”, temel siyaset konularını toplum ve siyasetten kopararak tartışılmaz kıldığı “askeri vesayet rejimi”nden başka hiçbir şey ifade etmezler…

Hiç kimse “bize özgü koşullar” adı altında ya da “kuvvetler ve kurumlar işbirliği ve devlet tanımı” gibi zorlamalar etrafında “doğrulamalar” üretmeye çalışmasın…

Yetki-sorumluluk mekanizmasını bozan, siyasi iktidarları devlet iktidarının icra memuru haline çeviren askeri vesayet yapısı, hiçbir açıdan doğrulanabilir bir düzen değildir…

Ve siyaset-toplum, devlet-siyaset ve devlet-toplum ilişkilerinin demokratik şeması bellidir.

Toplumun talepleri, zamanın ruhu ve gerekleri ile evrensel değerler süzgecinden geçer, diğer farklı toplumsal taleplerle kesiştirilir ve siyasi kararlara dönüşür. Siyasi kararları bu konuda yetkili olan ve bu yetkilerinden ötürü yasama ve yargı gibi başka kurumlar karşısında sorumlu olan ve toplum karşısında sorumluluk taşıyan hükümetler alır.

Başka bir ifadeyle toplumsal taleplerin ya da gereklerin siyasi kararlara dönüşmesinde siyasi denetimi yetki-sorumluluk mekanizması, idari denetimi hukuk ilkeleri çerçevesinde kurumlar hiyerarşisi ve hukuki denetimi ise hukukun üstünlüğü çerçevesinde bağımsız yargı yapar.

Askerin yeri kurumlar hiyerarşi faslında tanımlanmıştır. Asker, siyasi karar mekanizmasında güvenlik kurumları çerçevesinde istişari bir görev yapar. Siyasi iktidara bağlı, bağımlı ve sorumlu olarak çalışır.

Bu şemanın mevcut olmaması ya da kötü çalışması, kazalara uğraması sorunların başlangıç noktası demektedir.

Başka bir deyişle bu dönüşüm sadece demokrasinin değil, huzur ve refahın da yegane aracıdır.

Bu engellendikçe krizler kaçınılmaz olur...

Bugün olan da tam olarak budur…

Asker bu şemayı bozuyor, askeri kurum başındaki sorumlular kriz üretiyor.

Diyor ki:

“Ben devleti temsil ederim… Ben onaylamadan siyasi karar alamazsın… Benim istemediğim koşullarla AB’yle müzakare edemezsin… Benim siyasi denetim gücümü ortadan kaldıramazsın… Devlet alanı-siyaset alanı dengesini bozamazsın…”

Bu tavrını devletçi geleneklerle, siyasi içerikle ve güvenlik mantığıyla doğruluyor. Doğrularken hem kamuoyunu kutuplaşmaya davet ediyor, hem yönetim krizini tetikliyor, hem asker-sivil gerginliğini yükseltiyor, hem Türkiye’nin içinde bulunduğu ciddi pazarlık sürecini sekteye uğratıyor…

Başka kriz, başka kriz sorumlusu aramaya gerek var mı?

Yeni Şafak, 12.12.2006

Ali BAYRAMOĞLU

13.12.2006


 

Masada hep kaybettik mi?

Sürekli okurlarımız bilir: Osmanlı’nın son yıllarına, Milli Mücadele’ye ve erken Cumhuriyet (1923-1938) dönemine romantik gözlüklerle bakanları hep eleştirdim. O hayalci gözlükleri tercih edenlerin başında bugün Kemalist ya da Atatürkçü adını verdiğimiz kesimler geliyordu.

Niye eleştirdim? Çünkü tarihsel olayların çeşitli yönlerini gerçekçi, soğukkanlı bir biçimde ele almak yerine, sadece sevapları, olumlu işleri, başarıları, iyilikleri öne çıkarıyor, hataları, günahları, başarısızlıkları ve kötülükleri göz ardı ediyorlardı.

Şimdi bakıyorum da Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de benzeri bir tarihsel göz boyamacılığa soyunmuş. Nasıl mı? Anlatayım...

Cumhurbaşkanı Sezer ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, limanların açılması konusunda bilgileri olmadığını iddia edince... Lozan Konferansı’na katılan İnönü’yü örnek olarak gösterdiler.

Dönemin Başbakanı Rauf (Orbay) Bey, görüşmeleri sürdüren İnönü’nün kendisini her konuda bilgilendirmesini istiyor... İnönü ise bunun hem işleri yavaşlattığını, hem de kendisine güvensizlik anlamına geldiğini belirtiyordu. Sıkıntılıydı.

Sonuçta Mustafa Kemal, Başbakan Rauf Bey’i devreden çıkardı ve kabaca söylersek İnönü’nün doğru bildiğini yapmasını sağladı.

Erdoğan ve Gül işte bu örneği veriyorlar. Tamam ama bu örnek Lozan’ın ‘başarılı’, ‘arzulanır’ ve dolayısıyla ‘eleştiriden muaf’ bir tarihsel olay olduğu varsayımına dayanıyor.

Halbuki Ankara’da kurtuluş mücadelesi veren Meclis’in nihai hedefi, Ocak 1920’deki Misak-ı Milli ile ilan edilen sınırlar içinde bağımsız bir devlet kurmaktı ve bu açıdan bakıldığında Lozan apaçık bir geri adımdı.

Bugün biz sınırlarımızdan memnunuz ama dönemin milletvekilleri “Musul’u, Batum’u nasıl terk edersiniz” diye Meclis’te gürültü koparıyordu.

Sadece Misak-ı Milli açısından değil, İsviçre’ye gidilirken Ankara’da alınmış kararlar açısından da bir geri adımı işaret eden Lozan Antlaşması’na yapılan bu haklı eleştirilere de Mustafa Kemal göğüs geriyordu.

İşte size büyük olasılıkla bilmediğiniz bir olay: Lozan görüşmeleri öylesine bir hoşnutsuzluk yaratmıştı ki Gazi Paşa, 1923’te Adana’yı ziyaret ettiğinde siyah bayraklar taşıyan göstericiler tarafından karşılanmıştı!

Dün birisi şöyle yazıyordu: “Biz (Atatürk dönemi dışında) masada hep kaybetmişizdir.” Bu her açıdan kof bir iddiadır.

Eğer masada, yani diplomaside hep kaybettiysek, mesela Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasına (ki Atatürk’ün büyük hayallerindendi) ne diyeceğiz?

Ayrıca, yukarıda gösterdiğim gibi, biz Atatürk döneminde de bazen masada kaybettik.

(...)

Günümüz Kemalistleri, fikir ve eylemlerini meşrulaştırmak için, “Atatürk de böyle yaptı-yapardı” demeye bayılır. Şimdi aynı siyasi retoriği Erdoğan ve Gül de kullanıyor.

Bu tip örneklerle ‘karşı tarafı’ ikna edeceklerini sanıyorlarsa, aldanıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, ağızlarıyla kuş tutsalar bunu başaramazlar.

AB yolunda adım atsalar da Kızılelma Koalisyonu tarafından kabahatli ilan edilecekler, atmasalar da!

Dolayısıyla herkesi ikna etmek için tartışmalı tarihsel olaylara gönderme yapmak yerine; doğru, iyi, yararlı, tutarlı, aktif olduğuna inandıkları bir dış politika gütmeleri daha uygun olur.

Sabah, 12.12.2006

Emre AKÖZ

13.12.2006


 

Kazandıklarımız ve kaybettiklerimiz

Bir arkadaşımızın köşe yazısında okudum; Türkiye, “Atatürk dönemi hariç” her zaman masada kaybediyormuş!

Tekil olguları gözden kaçıran bütün aşırı genellemeler gibi, bu aşırı genelleme de yanlıştır!

Atatürk döneminde, arkamızda Milli Mücadele zaferi olduğu halde, masada kaybettiğimiz şeyler, Lozan’da verdiğimiz tavizler olduğu gibi, Atatürk’ten sonra masada kazandıklarımız da vardır.

Lozan’da masaya oturmadan önce Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin “Misak-ı Milli hudutları içinde, vatan toprakları” olduğunu, gerekirse “harben alacağımızı” söyleyen Atatürk, Musul’suz Lozan Antlaşması Meclis’in önüne geldiğinde, öfkeli eleştirilere cevaben “Misak-ı Milli bir hudut tespit etmemiştir” diyen ünlü konuşmasını yapmıştır.

Öbür yandan, faşist İtalya’nın tehdidine karşı, dün “emperyalist” dediği İngiltere ve Fransa’ya yaklaşarak Montrö Sözleşmesi’ni başarmış, Boğazlar rejimi konusunda Lozan’da masada kaybettiklerimizi geri almıştır.

Atatürk’ten sonra, Türkiye’nin savaş dışında kalabilmesi, NATO’ya girmesi, Zürich ve Londra antlaşmaları, Avrupa ile 1963 Ankara Antlaşması ve hatta Lozan’da ağzımıza almadığımız Kıbrıs meselesinde bugünkü konumumuz bile “masa başında kazandığımız” başarılara örneklerdir.

Milliyet, 12.12.2006

Taha AKYOL

13.12.2006


 

Devlet politikaları

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, hükümetin limanlar konusunda yaptığı son dakika çıkışıyla ilgili söyledikleri, daha çok “bilgi verildi-verilmedi” boyutuyla tartışıldı.

Oysa bana kalırsa, “sorsalardı, şöyle derdik” dedikten sonra söyledikleri daha önemliydi. Büyükanıt, mealen, bu önerinin Kıbrıs konusunda belirlenmiş bulunan devlet politikasından sapma olduğunu söylüyor ve bu yüzden de kabul edilemeyeceğini ifade ediyordu. Bu görüş karşısında iki tutum alınabilir. Ya, önerinin devlet politikasından bir sapma olmadığını, bu genel politika içinde bir manevra olduğunu ispatlama gayreti içine girersiniz; ya da “devlet politikası” kavramı üzerinde tartışma açarsınız. Birinci yolu seçerseniz, belki yeni bir “rejim tartışması” çıkarmadan, kısa vadede yapmak istediğinizi yapar, yolunuza devam edebilirsiniz.

Ama aynı “devlet politikası” dayatması iki gün sonra bir başka adımınızda ayağınıza köstek olmaya devam eder. Hükümetin birinci yolu tercih ettiği görülüyor, doğrusu bunun için de onları suçlayamıyorum. AB ile ilişkilerin bu sıkışık anında, cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda sürekli baskı altında tutulurken, bir de değişmez devlet politikaları konusunda bir polemiğe girmek istememelerini anlıyorum. Ama bizler, basın olarak, düşünen insanlar olarak, hükümet gibi sıkıştırılmış olmadığımıza göre, meseleye daha kökten bakabilir; “devlet politikası” dayatmasına karşı çıkabiliriz. Bildiğiniz gibi, “devlet politikası” dendiğinde, hükümetlerden bağımsız olarak devletin çeşitli kurumları ve mekanizmaları tarafından -yani esas olarak atanmışlar tarafından- zaman içinde oluşturulmuş ve değişmez ilan edilmiş politikaları anlıyoruz. Bu politikalar bazen devlet politikaları, bazen de -kitleleri aşka getirme ihtiyacı arttığı; ya da bu değişmezliğin sorumluluğuna kitleler de katılmak istendiği zamanlarda- ulusal politika ya da “milli dava” şeklinde ifade ediliyor. İşin kötüsü, tespit edilmiş ve dokunulmaz kılınmış bu devlet politikaları, öyle ıvır zıvır alanları değil; siyasetin en temel alanlarını, asıl siyaset yapılması, proje üretilmesi ve sorun çözülmesi gereken alanlarını kitliyor; devasa sorunlar karşısında politikacıyı eli konu bağlı- dolayısıyla iktidarsız hale getiriyor. “Devlet politikası” kapsamına alınıp siyasetçilerin elinden “kurtarılmış” alanlara şöyle bir bakın: Kürt politikası... Terör politikası... Kıbrıs Politikası... Ermeni politikası... Eğitim politikaları... Dine ilişkin politikalar... İfade hürriyetine ilişkin politikalar... Milli Güvenlik politikaları... Hatta hatta kimi ekonomik-sosyal politikalar...

Oysa bütün bu alanlarda “milli” bir politika tespit etmeyi mümkün kılacak milli bir mutabakat olmadığı; tam tersine çok farklı fikirler olduğunu biliyoruz.

Bütün bu alanlardan dışlanan ve geri kalan dar alanda paslaşmaya mahkum edilen siyasetin sonuçta etkisiz kalması, itibar kaybetmesi kaçınılmaz değil mi? Siyaset, bütün bu meselelerde farklı politikaların rekabet ettiği bir alan olmaktan çıkınca, politikacının seçmen memnun etmek için elinde kalan tek kozun rant dağıtmak olacağı belli değil mi?

* * *

Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında Avrupa Birliği üyelik sürecinin ateşli destekçilerinden olan bir televizyon programcısı, üyeliğe karşı olanları eleştirirken “AB üyeliği ulusal bir politikadır, milli bir davadır, bu davayı siyasete alet etmemek gerek” dediğinde, şiddetle karşı çıktım ve şunu söylemeye çalıştım: “Hayır, Avrupa Birliği’ne taraftar ya da karşı olmak, tamamen siyasi bir tercihtir, siyasete alet etmek ne kelime, konunun kendisi zaten tamamen siyasidir. Üyeliği savunmak kadar karşı olmak da meşru bir siyasi pozisyondur ve böyle “milli dava” gibi nitelemelerle bu konu siyasi tartışmaların dışına itilemez.”

Gördüğünüz gibi, “Devlet politikası” kavramı sorgulanmadıkça meşrulaşıyor ve birçok insan farkında bile olmadan, kendi savunduğu politikaları muhaliflerinin eleştirisinden korumak için aynı kavrama sığınmaya başlıyor. O yüzden konuşmalıyız; başta “devlet politikası” olmak üzere, “ulusal politika” “milli dava” ve özellikle de şu dilimize pelesenk ettiğimiz “siyasete alet etmek” laflarının ne demeye geldiğini, ucunun nerelere vardığını uzun uzun tartışmalıyız.

Herhangi bir önemli meselemiz “siyasete alet edilecek” diye ödümüz kopuyorsa, siyaset bu kadar kötü ve kirli bir alansa, ne diye seçiyoruz o siyasetçileri? Ve ne diye onları “Hadi ülkeyi yönetin” diye kandırıyoruz?

Bugün, 12.12.2006

Gülay GÖKTÜRK

13.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004