Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bir de onu salih kullardan bir peygamber olarak İshak ile müjdeledik.

Sâffât Sûresi: 112

25.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Takvâlı, şüphenin sınırında durup içine girmeyendir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3844

25.12.2006


Duâlarla birbirimizin takva kalesini takviye edelim

—Dünden devam—

Ezcümle: Hayat-ı içtimâiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risâle-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’âni’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.

Risâle-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.

Aziz kardeşlerim,

İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risâle-i Nur talebelerini bütün duâlarıma ve mânevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i â’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risâle-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.

Kastamonu Lâhikası, s. 111

Lügatçe:

sedd-i Zülkarneyn: Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale.

Ye’cüc ve Me’cüc: 1- Hadislerde kıyamete yakın zamanda çıkacağı belirtilen kısa boylu, çapulcu iki kavmin adları. 2- Kur’ân’da bahsi geçen, eski çağlarda Orta Asya’da yaşayan ve medeniyetleri saldırılarıyla taciz eden yağmacı ve talancı, acımasız iki vahşî güruh.

hayat-ı içtimâiye: Sosyal hayat.

zulmet: Karanlık.

âmâl-i sâliha: Salih ameller.

iştirâk-i âmâl-i uhrevî: Ahirete yönelik amellerdeki manevî ortaklık.

hasenat: İyilikler.

tehacüm: Hücum etme.

şuhur-u selâse: Üç aylar.

eyyâm-ı meşhure: Herkesçe bilinen önemli günler.

şe’n: İş, gerek, tavır, hal.

25.12.2006


İlmelyakîn’den hakkalyakîn’e marifetullah mertebeleri

İslâm düşünce tarihinde bilginin kesinlik derecesi genellikle üç kategoride sıralanır. İlk basamak ilmelyakîn iken, ikincisi aynelyakîn, üçüncüsü ise hakkalyakîndir.

İlmelyakîn, bir şeyi ilim ve delil ile kesin olarak bilme, tanıma, kabul etme; aksi mümkün olmayan açık, kesin ve sağlam bilgi olarak tanımlanır.

Aynelyakîn, gözle görür derecede tam inanma; bir şeyin varlığını görerek, seyrederek ve algılayarak bilme anlamını taşır.

Marifet mertebesinin en yükseği olarak kabul edilen hakkalyakîn ise, bir şeyi yaşayarak, içine girerek, doğruluğundan şüpheye asla yer bırakmayacak biçimde kesin olarak bilme mânâsına gelir.

İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn kelimeleri Kur’ânî ifadelerdir. İlmelyakîn ve aynelyakîn tabirleri Kur’ân’daki Tekâsür Sûresinde ard arda geçer. İlmelyakîn sekiz âyetten oluşan sûrenin beşinci âyetinde, aynelyakîn ise yedinci âyetinde yer alır. Hakkalyakîn tabiri ise Kur’ân’da iki yerde geçmektedir. (Vakıa, 56:95; Hakka, 69:51)

İlmelyakîn kesin bilginin ilk basamağını oluşturup doğru bilgiyi vermesine rağmen dış tecrübeye dayanan aynelyakîn ile iç tecrübeye dayanıp bizzat yaşanarak elde edilen hakkalyakîne göre daha alt mertebede bir bilgi olarak kabul edilir.

Basit bir örnek vererek bu üç bilgi mertebesini şöyle açıklayabiliriz. Meselâ, bir çocuğun uzay mekiğini kitapta, televizyonda ya da internette görüp bilmesi ilmelyakîn derecesinde bir bilgidir. Eğer, özel bir dâvet sonucu NASA’yı ziyaret ederek mekiği yakından görmesi ve incelemesi gerçekleşirse edineceği bilgi aynelyakîn derecesine çıkar. Çocuk bunun da ötesine geçip, uzay mekiğiyle fezaya yolculuk yapma imkânı bulduğu takdirde ise sahip olacağı bilgi hakkalyakîn derecesinde kesin bir bilgi olacaktır.

Bu hakikati farklı bir örnek penceresinden anlamaya çalışalım. Trafik kurallarının varlığının ne kadar hayatî gerekçelerinin olduğu ve uymamanın ise fecî kazalara, yaralanmalara yol açtığı bilinen bir gerçektir. Trafikte düzenin olması ve herkesin başkasının hakkına riâyet etmesi için bu kuralların gerekliliğine inanmayan yoktur. Bu bir anlamda ilmelyakîn derecesinde bir bilgiye karşılık gelir. Sonra, caddelerde, gazetelerde ve televizyonlarda trafik kurallarını ihlâlin kötü neticelerine bir şekilde şâhit olunur. Bazen, bu olaylarda ölen ya da yaralanan kişiler sizin sevdikleriniz, tanıdıklarınız da olabilir. Başkalarının yaşadığı, fakat kişinin kendisini de bir şekilde etkilediği bu tür olaylar sonucu trafik kurallarının ne kadar gerekli olduğuna dair kesin bilgiler ise bir anlamda aynelyakîn mertebesindeki bilgilerdir. Trafik kurallarını ihlâl edip, fecî bir kazayı yaşadıktan sonra trafik kurallarına uymanın ne kadar hayatî bir öneme sahip olduğunu kavramak ise hakkalyakîn derecesinde kesin bir inanca insanı ulaştırır.

Kur’ân’da Bakara Sûresi’nin 259. ve 260. âyetlerinde öldükten sonra diriliş hakikatine dair iki peygamberin kıssası, aynelyakîn ve hakkalyakîn hakikatlerinin anlaşılması için iki Kur’ânî temsil olarak görülebilir. Kıssaların birincisinde Hz. Üzeyir’in (as) yaşadığı bir olay anlatılır. Hz. Üzeyir (as) harabe haline gelmiş bir beldeye geldiğinde “Acaba Allah bu beldeyi ölümünden sonra nasıl diriltecek?” demiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onu öldürmüş ve yüz sene sonra diriltmiştir. Bu âyetin hemen devamındaysa, Hz. İbrahim’in (as) diriliş hakikatiyle ilgili kıssası yer alır. O da, Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini gözle görmek istemiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e (as) dört kuş almasını, iyice tanımasını ve kendisine alıştırmasını ister. Daha sonra kuşları kesmesini, etlerini birbirine karıştırmasını ve ayrı ayrı dağlara karışmış etleri bırakmasını ister. Sonuçta, Hz. İbrahim’in (as) çağırmasıyla kuşlar canlanarak ona doğru uçarlar. Bu kıssalardan birincisi, Hz. Üzeyir’in (as) bizzat tecrübe ettiği, yaşadığı bir durum olması sebebiyle dirilişin hakkalyakîn derecesinde anlaşılmasına örnek olabilirken, Hz. İbrahim’in (as) yaşadıkları ise daha çok dirilişin aynelyakîn derecesinde edinilen bir bilgi mertebesine işaret etmektedir.

İnsan için en önemli ve en değerli bilgi olan tahkikî iman da ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça kuvvet kazanmaktadır. Hayatın en kritik ânı olan ölüm vaktinde, şeytanın vesveseleri karşısında hakkalyakîne ulaşan bir iman zarar görmemekte ve kaybedilmemektedir. Çünkü hakkalyakîn derecesindeki bir iman yalnız akılda durmamaktadır; kalbe, ruha, sırra ve insanın birçok duygularına sirayet etmektedir.

Bediüzzaman, çabuk şüphelere mağlup olan taklidî imana mukabil, tahkikî imanın pek çok mertebeleri olduğundan bahseder. Bu mertebelerden ilmelyakîn mertebesi birçok delillere, bürhanlara dayanarak iman etmek sürecidir. Aynelyakîn derecesi ise, kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek bir dereceye ulaşmaktır. Yani, tüm varlıklar üzerinde Cenâb-ı Hakkın isimlerini, sıfatlarını ve tecellîlerini görebilmek derecesine çıkmaktır. Kendi içinde birçok mertebeleri bulunan hakkalyakîn ise, sahibini, şüpheler ordusu hücum etse bir halt edemeyecek dereceye yükseltmektedir.

Risâle-i Nur’un On Yedinci Lem’asının Onuncu Notasında ise, marifetullahın hakkalyakîn mertebesine bir anlamda şöyle bir açılım getirilir ve ufuk açılır. Bediüzzaman’a göre insanın aklına ve kalbine gelen marifet nurlarını hemen tenkit parmaklarıyla yoklamaması ve tereddüt eliyle tenkit etmemesi gerekir. Aksine, gaflete yol açan sebeplerden sıyrılmaya çalışmalı ve en küçük bir gafleti bile kaldırmayan hassas duygularını uyanık, canlı tutmalıdır. Çünkü hakkalyakîne yaklaşan marifetullah delilleri su gibi, hava gibi ve nur gibidir. Bu delilleri yakalamak için kalbin gözüyle, ruhun bakışıyla muhatabiyet gerekmektedir. Maddî ölçülerle değerlendirilmeye çalışıldığında ise bu İlâhî ve imânî nurlar ya gizlenmekte ya da tamamıyla kaybolmaktadır.

Mustafa Said İŞERİ

25.12.2006


Sorularla Risale-i Nur

Kâfir, ölümü yokluk olarak gördüğü

halde hayattan nasıl lezzet alabilir?

Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Deniliyor: Devekuşuna demişler, “Kanatların var, uç.” O da kanatlarını kısıp “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, “Madem deveyim diyorsun, yük götür.” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi, kâfir, Kur’ân’ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. Ona denilse: “Madem mevt ve zevâli bir idam-ı ebedî biliyorsun. Kendini asacak olan darağacı göz önünde. Ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’ân’ın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil; ihtimal-i beka var.” Veyahut, devekuşu gibi başını gaflet kumuna sokar-tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zevâl-i eşya ona ok atmasın!

Elhasıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve zevâli idam mânâsında gördüğü vakit, Kur’ân ve semâvî kitapların îmânün bi’l-âhiret’e dair kat’î ihbârâtı ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse, “Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir.” O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur. Yok için neden çalışayım?” Yani, vaktâ ki o hükm-ü Kur’ân’ın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek, bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve muvakkattir.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki, hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa, âhiret cehennemini andıracak, bu dünyada dahi mânevî bir cehennem azâbı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.

İşte, ey ehl-i iman! Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’ân’ın himayeti altına mü’minâne ve mutemidâne giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette azaptan kurtulunuz.

Lem’alar, 13. Lem’a, 8. İşaret, s. 129

Lügatçe:

mağlâta-i şeytaniye: Şeytanın aldatması.

sûrî: Görünüşte, hakiki olmayan.

hâmi: Koruyan, himaye eden.

küfr-ü mutlak: Kesin ve tam inkâr

meşkûk: Şekli, şüpheli.

mevt: Ölüm.

zevâl: Son bulma.

idam-ı ebedî: Ahiret inancı olmadığı için ölümü ebedi yokluğa gitmek olarak görme.

vech-i rahmet: Rahmet yönü.

ihtimal-i beka: Sonsuzluk ihtimali.

zevâl-i eşya: Eşyanın sona ermesi, yok olması.

îmânün bi’l-âhiret: Ahirete iman.

tekâlif-i diniye: Dini teklifler, sorumluluklar.

şekk-i küfrî: İnkârla ilgili bir şüphe.

âlâm: Elemler, acılar.

ihtimal-i küfrî: İnkâra dayalı, küfre götüren ihtimal.

âlâm-ı ebediye: Sonsuz elemler, acılar.

şek: Şüphe.

mutemidâne: Güvenerek.

müstahsinâne: Seve seve, hoşnutlukla.

şekavet: Sıkıntı, mutsuzluk.

25.12.2006


Günlük (25 Aralık 1959)

Adnan Menderes’e mektup

Milliyet gazetesi, birinci sayfasını bir mektuba ayırmıştı. Bir “acayip mektup”tu(!) bu.

Aslında bu mektup bir haberciydi. Bir süre sonra kopacak fırtınanın habercisi. Mektupla birlikte, Bediüzzaman’la ilgili tartışma da büyüyordu. Bulutlar toplanıyordu. Gök gürlemeye, siyasette yeni bir fırtınanın belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştı.

Milliyet, 25 Aralık 1959

“Said-i Nursi’nin acayip mektubu:

“(Ankara, İlhami Soysal bildiriyor)-Müritlerince Bediüzzaman diye anılan Said-i Nursi, devlet ricâli ve DP mebuslarına yazdığı mektuplarda, Ayasofya Müzesinin cami haline getirilmesini istemiştir.”

Bediüzzaman mektubunda Ankara’ya yaptığı ziyaretten de söz ediyordu.

Milliyet gazetesi (devam)

“Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslamiyete ciddi taraftar olan Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslamiyetin kahramanı olan Adnan Bey ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikati söylemektir.”

Gazete, mektuba geniş yer vermişti. Son paragrafta şöyle deniliyordu:

Milliyet gazetesi (devam)

“DP mebuslarından pekçoğu ile hükümet erkânına ve bu arada Başvekile de gönderilen bu mektupta, DP’nin aradığı kuvvetin Risale-i Nur’da olduğu da şu cümlelerle anlatılmaktadır: ‘Madem Risale-i Nur hakiki asayişi temin ediyor, madem Demokrat büyük bir kuvvete muhtaçtır ve komünistlik gibi dinsizliklere karşı dayanan bir iktidar partisidir ve madem ezan-ı Muhammedî’nin ilanıyla galebe çaldı, efkâr-ı âmmeyi kendi lehine çevirdi ve Risale-i Nur’un tab’ına müsaade etti, onunla ezan-ı Muhammedî kadar taraftar buldu. (Risâle-i Nur) Şimdi dinsizliğe karşı avam-ı nâsın pek çok muhtaç olduğu ve hiçbir feylesof karşısına çıkmadığı ve bu zamanın Kur’ân-ı Hakîm’in bir mucize-i maneviyesi ve on dördüncü asrın (Rumi) mühim bir tefsiri olduğuna beş mahkemenin karar verdiği bir eserdir.’”

Bediüzzaman’ın Menderes’e, DP milletvekillerine yazdığı mektup, bu sözlerle bitiyordu.

(Ankara Siyaseti ve Said Nursi,

Serdar Murat, Y.Asya Neş., s. 14)

25.12.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hacı Bayram Veli Hazretleri talebelerinden bir kısmını yanına alarak Bursa’ya Emir Sultan Hazretlerini ziyarete gitmişti. O sırada Emir Sultan Hazretleri Bursa kalesi civarındaki evini tamir ettiriyordu.

Emir Sultan Hazretleri Hacı Bayram Veli Hazretlerini karşıladığı esnada marangozların elinden büyük bir ağaç düştü. Ağacın yere inmesi büyük bir faciaya sebep olacaktı.

Emir Sultan Hazretleri mübarek nazarını düşen ağaca doğru yönlendirince ağaç havada asılı kaldı. Hacı Bayram Veli Hazretleri takıldı:

“Bize keramet mi gösteriyorsun Üstad?”

Emir Sultan:

“Estağfurullah. Maksadımız ke-ramet göstermek değildir. Ağacın düşeceği mekânda çocuklar oynu-yorlar. Az kalsın, ezileceklerdi. Onları korumak istedik” dedi.

Az sonra çocuklar oradan kaçtılar ve ağaç oraya düştü.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/56)

Süleyman KÖSMENE

25.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004