Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Siyaset, ordu, yargı

Diyelim ki Mayıs ayında Meclis basiretsiz davranarak ordunun ve kurumların tepkisine yol açacak. Ordu da basiretsiz davranarak siyasi tepki gösteriyor; mesela seçilen cumhurbaşkanını kutlamıyor, haftalık kabullere gitmiyor falan...

Yargı da bir basiretsizlik yapıyor, cumhurbaşkanı seçimini iptal ediyor!

Mayıs ayı içinde PKK terörü kırlarda ve şehirlerde patlıyor; Barzani destekliyor! Irak’ta iç savaş kızışıyor; İran-Irak-Lübnan-Körfez hattında militan bir Şiilik; buna karşı ABD destekli Ürdün-Mısır-Arabistan Sünni hattı!..

Petrol fiyatları Everest’in tepesine fırlıyor!

Türkiye’de Meclis, hükümet, ordu, yargı birbirine girmiş! Üstelik herkes seçim derdine dalmış!

Almanya’da Hitler yükselirken Fransa’nın hali; Raymond Aron’un deyişiyle:

“Fransa iyi yönetilmeye muhtaç olduğu bir sırada, bırakın kötü yönetilmeyi, hiç yönetilemiyordu.”

Öyle bir şey!..

Ülkenin yönetilmesi

Kritik dönemlerde çözüm üretecek mekanizmalar işlemez de her bir mekanizma öbürünü çelmelerse krizler felakete dönüşür. Yüzlerce yıllık tecrübeyle demokrasiler, böyle “yönetilemezlik” sorunuyla karşılaşmamak için tedbirler geliştirmiştir:

Ordu siyasete hiçbir surette karışamaz, ordu siyasi otoritenin emrindedir. Savunma görevini aksatmaması için de bu şarttır.

Yargı bir kanunun, bir kararın, bir seçimin, bir atamanın “yerinde” yani isabetli olup olmadığını denetleyemez. Sadece hukuka aykırılık olup olmadığına bakar.

Siyaset siyasi hatalar, basiretsizlikler yapabilir, o zaman yoğun eleştirilere maruz kalır, cezasını da seçimlerde millet verir!

Çünkü siyasetin basiretsizliğini siyaset dışı kurumlar mesela ordu veya yargı düzeltmeye kalkarsa, “kötü yönetim”den de kötü olan “yönetilemezlik” veya “yönetmede kargaşa” ortaya çıkar.

Tarihin öğrettiği budur.

Ama Türkiye’de demokrasinin “yönetim” işlevi yeterince içselleştirilmediği için, hâlâ orduya davetiye çıkaran üniversite senatolarımız bile var!

Seçilmişler ve kurumlar

Meclis’in cumhurbaşkanı seçmek için evvela 376 üyenin katılımıyla toplanması gerektiğini, aksi halde Anayasa Mahkemesi’nin iptal edeceğini söylemek de yargıya siyasi işlev yüklemektir!

İyi bir hukukçu olan DYP’li dostum Ahmet İyimaya dikkatimi çekti. Danışma Meclisi’nde Anayasa Komisyonu sözcüsü Prof. Turgut Tan, toplantı ve karar yetersayılarını anlatırken, “bu Anayasa’nın toplantı için hiçbir özel toplantı yetersayısı öngörmediğini” söyleyerek anayasa koyucunun iradesini ortaya koymuştur! (Komisyon Tutanağı, sf. 271)

Meclis’te her konu için 184 milletvekiliyle toplantı açılır; af çıkarmak için de, cumhurbaşkanı seçmek için de gensoruyla hükümeti düşürmek için de böyle! Ama her birinin karar yetersayıları yüksektir!

Demokrasi, “kurumlar”ın siyasi iradeyi içine sindirmesini gerektirir. 1950’den beri bu konuda sorunlar yaşıyoruz. Ordunun siyasetteki rolü de, yargının “yerindelik” denetimi yoluyla siyasete müdahaleleri de bunun örnekleridir.

“Yöneten demokrasi” için:

Bir: ‘Kurumlar’ seçilmişleri içinde sindirmeli, ‘siyaseti düzeltme’ tavrından uzak durmalıdır.

İki: ‘Seçilmişler’ de yetkilerine tam sahip çıkmalı ama bu yetkilerin kullanımında ‘uzlaşma’ya, basiretli davranmaya özen göstermelidir.

Milliyet, 6 Ocak 2007

Taha AKYOL

07.01.2007


 

‘’Kapıcı İdris” vak’ası ve trajikomik ülkemiz

Cumhurbaşkanı Sezer’in, hükümetin, TRT Genel Müdürlüğü’ne aday gösterdiği Başbakanlık Müşteşar Yardımcısı Ruhi Özbilgiç hakkında, oturduğu apartmanın kapıcısı İdris Çiftçi nezdinde de soruşturma yaptırması, ne denli trajikomik bir ülke olduğumuzu bir kere daha gözler önüne serdi.

“Radikal Yazarı Hasan Celal Güzel’in geçen yılın Aralık ayında ortaya attığı bu iddia, kapıcı tarafından da doğrulandı.

Medeni ülkeler sınıfına girmek için yaptığımız kimi reformların, uygulamada hiç mi hiç işe yaramadığını gösteren Sezer’in bu uygulamasının artık tarihe karışmış olması gerektiğini düşünmekten de vazgeçtim. Ne acı!!! Bu olay, ülkenin trilyonluk silah ihalelerine karar vermede rol oynayan Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nda (SSM) yaşanan benzer bir olayı hatırlattı bana. Olayı anlatalım. Müşteşarlık, geçen yıl bir dizi terfi atamaları yapıyor. Bu atamaların bir kısmı, diğer kurumlarda olduğu gibi liyakattan ziyade adam kayırma şeklinde objektif kriterlere dayanmayan bir sürece tabi tutuluyor. Durum böyle olunca da üst düzey görevlere atanmayı hak ettikleri halde yerlerinde kalan kimi bürokratlar üzülüyor.

Bir üst göreve atanmayı hiç mi hiç hak etmediği için yerinde kalan kimileri ise hemen “Durumdan vazife çıkarıyor.” Bunlardan biri, intikam almanın bugünlerde en kestirme yolu olan kişileri “dinci” olmakla suçlama mekanizmasına başvuruyor.

Bu arada hatırlatalım, 1970’li ve sonrasındaki yılların modası da kişileri, komünistlikle suçlayıp, fişletme yoluyla hayatlarını karartmaktı. Neyse konumuza dönelim. Geçmişte SSM’ye, çok sıkı bir torpille atandığını bildiğim ve deyim yerindeyse hiçbir işe yaramadan bol keseden maaş alan bu kişi, zaten hak etmediği Daire Başkanlığı unvanını alamayınca hemen geçmişten tanıdığı bir emekli komutandan yardım talep ediyor, kendisini halen aktif görevde bulunan çok üst düzeydeki bir komutanla görüştürmesi için.

Görüşme gerçekleşiyor. SSM’deki söz konusu şahıs, çok üst düzeydeki komutana, “Efendim, bu görevi ben hakettiydim ama dinci kesime yakın olanlara terfi verildi” gibisinden palavralarla, şikayetçi oluyor.

Askerler, bu şahsın şikayeti üzerine, SSM Müsteşarı Murat Bayar’a bir mektup yazarak, “Ataması yapılan kişilerle ilgili soruşturma yapıldı mı?”, “Atamalarda liyakat, performans, eğitim gibi hususlara dikkat edildi mi?,” gibisinden bir dizi soru yöneltiyorlar.

Müsteşar Bayar’ın, bu sorulara yanıt verip vermediğini bilemiyoruz. Telefonumuza yanıt verirse öğreniriz belki. Bir de tabii şu gerçeği hatırlatmamızda yarar var. SSM’de bir üst dereceye yükseltilenler arasında hak etmeyenlerde olabilir ama terfi ettirilen bürokratların hepsi bu kurumda yıllarca görev yapmış kişiler, yani hiçbirisi dışarıdan atanmış değil. Dolayısıyla, kendi işleri tıkırındayken sessiz kalan kimi SSM çalışanları, işleri ters gidince hemen şikayet yoluna başvuruyorlar. Acaba şikayette bulunanlar, “Zamanında hangi kritere göre atanmışlardı?”. “Aldıkları eğitimle hiç ilgisi olmayan askeri alımlarla ilgili bir kurumda, nasıl bulundukları görevde kalabiliyorlar dı?”, bunları sorgulayan yok.

Bu arada belirtelim, her dönem kendi adamlarını kayırıyor, tıpkı AKP’nin şimdi yaptığı atamalardaki kayırma gibi. Ama işine gelmeyen atamalara tepki verip, işine gelenlere tepkisiz kalmak düpedüz iki yüzlülük ve sistemin işleyişini tıkıyor. Aydınlığa kavuşmak istiyorsak, ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarımızdan önde tutmak zorundayız

Bugün, 6 Ocak 2007

Lale SARIİBRAHİMOĞLU

07.01.2007


 

F-16’ları neden bizim fabrikalar yenilemiyor?

Deliliğe düşmeden, cinnete kapılmadan, şizofreniye sapmadan, kimseye çamur atmadan, kimseyi lekelemeden şüphelenelim. Sağlam bir dayanağın varsa şüphelenmek sağlıktır.

Yapmıyor mu? Yapamıyor mu? Yaptırılmıyor mu?

Sağlıklı şüphelenme, herkese lazım. Gerçekler ortaya çıkar. Doğru yanlış netleşir, anlaşılır, fark edilir. Kimse kırılmaz, incinmez. Yanlış varsa düzeltilir. Bizim Türk Silahlı Kuvvetleri’ne; düşman vatanımıza saldırdığı zaman ülkemizi korusun diye satın alınan “260 adet F-16 savaş uçağını” yenileme, modernleştirme, geliştirme işi niçin ABD’deki fabrikaya verildi.

Az para değil. 800 milyon dolar.

Kendi fabrikaları dururken 260 savaş uçağını yenileme işini ABD’deki fabrikaya yaptırmak, Türk halkının sırtından 800 milyon doları transfer etmek değilse nedir?

***

Geçerli bir nedeni olmalı. Bizim fabrikalar kofti mi? Göstermelik mu kuruldu?

Mühendisleri mühendis değil, araştırma-geliştirme bölümleri bölüm değil, teknisyenleri teknisyen, müdürleri müdür, işçileri işçi değil mi? Yani bu fabrikalar; ABD’deki firmayla 24 yıl önce (Başbakan Bülend Ulusu, Sanayi Bakanı Mehmet Turgut iken) yapılan 4 milyar dolarlık “off-set anlaşması”yla Ankara Mürted’te ve Eskişehir’de TAİ tarafından kurulmaya başlandı ve 21 yıl önce de üretime geçti. Bu iki fabrika; F-16 Savaş uçaklarının gövdelerini, motorlarını, elektronik savaş ve gece görüş sistemlerini 21 yıl boyunca, her sene yerli muhteva oranını yükselterek yaptı.

Yoksa yapmadılar mı? Şüpheleniyorum. Derin kuşkulara düşüyorum. Yoksa aldatmaca mıydı? Halka yalan mı söylendi?

Gerçekte bizim Ankara ve Eskişehir’deki TAİ tesislerinde bu uçaklar yapılmıyor, ABD’deki ana firmalardan parça parça ithal edilip, burada vidaları sıkılıp montaj mı yapılıyordu? Öyle değilse bu uçakları şimdi yenilemek, günün şartlarına getirmek, modernleştirmek için 800 milyon dolar niçin ABD’li ana firmaya transfer ediliyor?

***

Off-set anlaşması yürümedi.

260 F-16 savaş uçağını Türkiye’deki 2 fabrikada yaptırma karşılığı olarak ABD’li firmaya toplam 4 milyar dolar ödeyecektik. Bunun 2 milyar doları nakit yeşil dolar olarak, geri kalan 2 milyar doları da Türkiye’nin ürettiği ürünler; elma-armut-portakal-limon-domates-don-gömlek-pantolon-buzdolabı-otomobil; ne üretebiliyorsak o ürünler, off-set anlaşmasını imzaladığımız firmanın lobi yaparak ABD pazarında imkân yaratmasıyla satılıp ödenecekti.

Yürümedi. Bizden mal almadılar.

4 milyar doları aldılar.

Niçin yürümedi? Yürümedi mi? Yürüyemedi mi? Yürütülmedi mi?

Sorumlu kimdir, kimlerdir; ne tür bir ihmal, umursamazlık, satış, dilim de söylemeye varmıyor, ihanet söz konusudur? Off-set anlaşması yürümedi, şimdi de uçakları yenileme bedeli olarak 800 milyon dolar yine Türkiye’nin sırtından ABD şirketine ya da şirketlerine aktarılıyor.

Bir sorumlusu olmalı! Kim sorumlu!

Vatan, 6 Ocak 2007

Necati DOĞRU

07.01.2007


 

Ârif Nihad Asya

İmkânsızlıktan ve fırsatsızlıktan yakınanların çoğunlukta olduğu bir ülkeyiz. Bu ülkede, başarısızlığın sorumluluğunu kimse üstlenmiyor, herkes birilerini suçlamaya bayılıyor.

Biz okuyacakmışız, ancak Urfa’da Oxford yokmuş…

Babamızdan bir şey görmemişiz ki, üzerine koyalımmış…

İmkânlar elverişsizmiş…

Fırsatlar yetersizmiş…

Okul köye uzakmış… Yol yokmuş, araba yokmuş…

Mazeret üstüne mazeret! Acaba aynı bölgesel şartlarda okuyanlar nasıl okumuş?

Gerçek şu ki, hiçbir çaba göstermeden, kendimizi hiçbir sıkıntıya sokmadan ve hiçbir risk üstlenmeden başarmak istiyoruz. Bu olamayınca da mazeret üretmeye başlıyoruz:

İmkânlar elverişsiz… Fırsatlar yetersiz… Okul uzak… Yol sapa… Sermaye yok…

Oysa beter imkânsızlıkları aşıp yıldızlaşanlar da var…

Meselâ “Bayrak Şairi” olarak edebiyat dünyamıza altın harflerle adını yazdıran rahmetli Ârif Nihad Asya (07 Şubat 1904- 05 Ocak 1975) imkânsızlıklardan imkân çıkarmayı bilenlerden biridir.

Annesi Tırnovalı Fatma Hanım, babası Tokatlı Zîver Efendi. Babasını bir aylıkken kaybeden Ârif Nihad, akrabalarının himayesinde büyüdü. Devlet okullarında parasız yatılı okudu. Bunun için çocuk yaşta gurbete çıktı. Büyük zorluklar çekti. Ama yılmadı ve hiçbir mazerete sığınmadı. Nihayet 1928 yılında Darülmuallimin-i Âliye’den (Yüksek Öğretmen Okulu) edebiyat öğretmeni olarak mezun oldu. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve yönetici olarak çalıştı. Adana ve Eskişehir milletvekilliği yaptı. Birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri rahatlıkla kullandı. Nazmın her tür ve şekliyle eserler verdi.

Bazı şairler (meselâ Nazım Hikmet) güzel, ama bize özel olmayan şiirler de yazmışlardır. Ârif Nihad Asya’nın şiirleri hem çok güzel, hem de bize özeldir. Şiirleri yaşama biçimimizin ve tarihsel duruşumuzun izlerini taşır. Her mısra bu toprakların sesini, soluğunu, kokusunu verir. Asya, asıl bunun için önemlidir.

Herkesin içinden bir şeyler geçer. Ama içinden geçenleri sadece şairler satırlara dökebilir. Bu anlamda şiir, yürektekini satırlara aktarma san’atıdır. Şair ise yüreğindekini satırlara dökebilen insandır.

Ârif Nihad, hâlâ güncelliğini koruyan “başörtüsü” konusunda, yüreğinden geçenleri satırlara şöyle dökmüş:

Ne demekmiş “yasak?”

İşiniz mi kalmadı yapacak?

Ne diye karışırsınız, saçımıza-başımıza,

Bizi oyuncağınız mı sandınız, bakıp yaşımıza?

Sebebini anlatamayacağınız,

Çocukça bir devrin hevesinden,

Karşınızdaki en güzel portreleri,

Mahrum ettiniz çerçevesinden!

Kim demiş ki: “Başörtüsüydü o! ”

Başımızın -renk renk- süsüydü o!

Altında saçlarımız,

Arkadan, ne hoş sarkardı;

Kimimizde -örgü örgü- sarmaşıklaşır...

Kimimizde, su olup akardı!

Şu, bu nâmına “yasak!” demiş

Bulundunuz, tezelden;

Ne olurdu, anlasaydınız biraz da,

Güzellikten, güzelden!

Siz, bizden değilsiniz,

Tanımıyoruz hiç birinizi,

Çekin başımızdan ellerinizi!

Bir gericilik tutturmuşsunuz;

Gericilik değil, Türk’ün köy modasıdır bu...

Üstelik, ninemizin başımızda

Taşıdığımız hatırasıdır bu!

Dediniz: “Çıkacak başınızdan başörtünüz! ”

Alın -öyleyse- onunla, yüzünüzü örtünüz!

-

Vefatının 32. yılında şairimizi rahmetle anıyoruz.

Vakit, 6 Ocak 2007

Yavuz BAHADIROĞLU

07.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004