Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Sivil Toplum

LÖSEV: Kurban kesilmesini arzu etmiyorum

Bir arkadaşım, Ziraat Mühendisi bir hemşehrisi ile çayımı içmek için işyerime uğramışlardı. Ziraat Mühendisi, mühendis olarak iş bulamadığından güvenlik görevlisi olarak asgari ücretlerle çalışıyordu. Fakat, asıl sorunları çocuklarının lösemili olmasıydı. Löseminin tedavisinin hem pahalı hem de çocuğun çok iyi beslenmesi gerektiğini bahsederek, LÖSEV’in kendilerine yardımcı olduğunu da ifade etti. Ayrıca LÖSEV’in destek olduğu ailelerin yakınlarına broşür verdiğini, onlardan broşürleri mutlaka dağıtılmalarını beklediklerini, yardım toplama hizmetlerine aktif katılmaları konusunda örgütlediğinden bahsetti. Broşürlerin üzerinde kimin dağıttığını belgeler nitelikte (isim-soyadı) yazı veya kaşe bulunuyor. Aileler, yardımlar sırasında kendi isimlerinin mutlaka referans olarak kayda geçirilmesini istiyorlar.

Bunlara ek olarak LÖSEV’in TV’lerde yayınlanan ve saçını keserek lösemili ağabeyini kapıda karşılayan küçük kızın reklÂmını her halde duygulanmadan izleyenimiz yoktur. Hem reklâm, hem de reklâm vasıtası ile önemli bir sağlık sorununu, çok güzel bir duygu-mesaj ile hedef kitleye ulaştırılması konusunu, Türkiye’nin gündemine taşıyordu. Reklamı izleyen, duvar ilanlarını gören bir çok tanıdığım benim gibi kalbimin derinliklerine kadar tesir altında kaldıklarını benimle paylaştıklarını ifade etmeliyim.

Bunlardan ayrı ve aykırı olarak 29.12.2006 tarihli Sabah Gazetesinde Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer’in Günaydın gazetesine yaptığı, “Ben kurbanımı Mehmetçik Vakfı’na bağışlarım. Kanser derneklerine bağışlamam. Lösemili çocuklar sömürülüyor. Bir yılda lösemi tanısı alan çocuklar en fazla 500 kişidir. Toplanan yardım ise çok büyük. Lösemili çocukların hepsinin ailesi fakir değil. Bu aileler üzülüyor” açıklaması zihnimde bazı sıkıntıların oluşmasına neden oldu.

Yukarıda bahsettiğim ve Ziraat Mühendisinin verdiği broşürden bir tanesi cebimde olduğundan gayri ihtiyari alıp okuma ihtiyacı hissettim. Üç alternatifli LÖSEV’in broşüründe yazanları aynen aktarıyorum:

1. Kurban kesilmesini arzu etmiyorum. Kurban bağışımla lösemili çocukların tedavilerine ve yaşamalarına destek olmak istiyorum.

100 YTL, 150 YTL, 200 YTL……… YTL

2. Kurbanımın dini esaslarla kesilerek, 12 ay boyunca lösemili çocuklara taze et ve ürünleri olarak verilmesini arzu ediyorum

220 YTL, 250 YTL, ………… YTL

3. Lösemili çocukların tedavi ve eğitimlerine her ay katkıda bulunmak istiyorum. (İstediğim zaman vazgeçmek kaydıyla)

10 YTL, 15 YTL, 20 YTL, 30 YTL … YTL

Üçüncü alternatif hem Türkçe hem niyet olarak gayet net olarak açıklanmış olup, 10-30 YTL veya daha fazla aylık ödemelerle, hasta çocuk ve bu çocukların ailelerine sürekli destek sağlanması için çok yerinde ve güzel bir yöntem…

İkinci alternatifte; kurbanın kesileceği gayet açık ifade edilmiş olmakla birlikte şahsi olarak küçük veya büyük baş ayrımı yapılabilseydi yerinde olurdu kanaatindeyim. Bu haliyle hepsinin büyükbaş ve 7 hisse olduğunu düşünüyorum.

Birinci alternatif; Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey bu. Nasıl mı? Öncelikle Kurban Bayramında kafası karışık bir adamın yani üzerine kurban kesilmesi vacip olan bir kişinin, kesmemesine yol-yöntem sunmuş olmak gibi. Kurban kesmenin Allah’a (cc) yakınlaşmak değil de, tatile gitmeye engel ve eziyet algılamasına neden olan bir anlayışı dillendiriyor gibi. Bir dini ibadeti kendi gerekleri içinde değil de “bana göre” gerekleri içinde değerlendirip, (haşa) gereksiz bir konuma oturtmak ve sunmak. Adam sene de bir kez kurban kesmeye kalkacak, ona kurbanı kestirmemek için gayet makul (!) çelmeler atmak ancak böyle olabilir. Lösemili çocuklar için gayet tabi bağış toplamalısınız, fakat “Kurban kesilmesini arzu etmiyorum. kurban bağışımla…” diyerek, kesilmeyecek kurban için neden 100, 150 YTL başlayarak kurban bağışı adıyla LÖSEV’in para topladığının izah edilmesi gerekmez mi?

“Kurban kesecek kadar zenginim ama çok insancıl olduğum, kan görmeye katlanamadım ve hayvan sever olduğum için hayvanlara kıyamıyorum, aynı zamanda çevreci olduğum için bütün memleketin mezbahaya dönmesini istemiyorum, bunun için kurban kesmek yerine bir ihtiyaç sahibine vermek daha uygundur, daha sevaptır (!).”

Bu paragraftaki mazeretlerin hepsini duymuştuk fakat LÖSEV üst paragraftaki uygulama ile hepsini geride bırakmış oldu.

Her Kurban Bayramı geldiğinde şu kurbanın başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmiyor. Yok derisi, yok gerisi, yok istediğin yere veremezsin, yok bize ver, son olarak da kesilmesini arzu etmesen de kurbanı bağışla…. Lösemili çocuklar için güzel reklam yapan LÖSEV ve benzeri kurumların çalışmalarına izlemek, maddi ve manevi katkıya ondan sonra karar vermek gerekiyor. Çalışmalarında yeterince özen göstermeyen LÖSEV’e bağış yapılsa bile Kurban Bağışları için uygun bir iklim görünmüyor.

Not: Miladi yılınızın, yeni bir hesap döneminin hayırlara vesile olmasını dilerim.

[email protected]

Emin Talha KARAMUSA

01.01.2007


Maddi ve manevi gelişim için sivil toplum

Günümüzün modern toplumları, devlet, sermaye ve sivil toplum üçgenini oluşturmuş ve dengelemiş olan toplumlardır. Maddi ve manevi boyutu olan insan ve insanlığın hizmetleri işte bu üçgenin alanı içinde yürütülmektedir.

İşlerin sistemli ve düzenli yürütülmesi için, kendi aralarında demokratik bir iletişimin bulunduğunu da unutmadan, üçgenin bu üç unsuru arasında görev taksimatı yaptığımızda; bir toplumun manevi gelişimini sağlamaya en yatkın alanın sivil toplum olduğunu söylemek abartılı olmasa gerektir.

Çünkü diğer ikisi, yani devlet ve sermaye alanı, esas olarak dünyevi ve maddi unsurları kapsayan alanlardır. Makam, mevki, güç, iktidar gibi umdeleriyle siyasal mekanizma denilen devlet ve zaten kapital demek olan sermaye hep dünyevi ve maddi boyutlu çağrışımlar yaptırır.

Bu alanlardan toplumun maddi ihtiyaçlarına yönelik hizmetlerde bulunmalarını beklemek; manevi hizmetleri ise sivil toplum alanına bırakmak daha akıllıca ve işin tabiatına daha uygun görülüyor.

Esasını gönüllülük, feragat, fedakarlık ve diğergamlık gibi manevi kavramlardan alan sivil toplumda, manevi boyutun daha ön planda olduğunu ve böylesi hizmetlerin daha mükemmel şekilde yapılabileceğini söyleyebiliriz. Çağımızdaki gidişatı da iyi okuduğumuzda, gelecekte insanların ve insanlığın manen sivil toplum zemininde yükseleceğini ve gelişeceğini söylemek mümkündür.

Bunlarla birlikte sivil toplumdaki gönüllülük, bir faaliyeti gönlünce yapmak demek olmayıp; profesyonelce yapmayı da gerektirdiğinden bu sefer sivil toplum alanını bilimsel veriler, olayların öğrettikleri ve maddi unsurlardan da soyutlayamayız. Daha ileri gidersek, devlet ve sermaye alanlarının ulaşamadıkları maddi ihtiyaç alanlarında gönüllü faaliyetlerin ortaya çıkmasının maddi getirisi de çok yüksek olur.

Bir düşünelim, acaba fakirlere yardımdan, kimsesizlere sahip çıkmaya; çevre tahribatının önlenmesinden savaş karşıtı hareketlere kadar sivil toplum etkinliklerinin maddi zenginliğe katkısının diğer para ve iktidar alanı katkısından geride kalması mümkün müdür? Sivil toplumun global seviyede etkinleşmesiyle iktidardakilerin şimdiye kadar beceremedikleri dünyadaki silahlanma ve savaşları sona erdirme potansiyeline ulaşmasının katma değeri bile maddi olarak insanları zengin etmeye yetebilir.

O halde manevi gelişim için ‘sivil toplum’, maddi gelişime katkı için yine ‘sivil toplum’ diyorum.

Prof. Dr. Gürbüz AKSOY

01.01.2007


Bir tarağın dişleri gibi eşit olmak...

Yaşama hürriyeti, inanç hürriyeti, aklı koruma hakkı (düşünce hürriyeti), insanlık onurunu (ırz) koruma hürriyeti, mal-mülk edinme hürriyeti/hakkı… İnsanoğlunun yaratılışıyla birlikte kendisine verilen bu 5 temel ilke İslam öğretisine göre tüm insanların doğuştan sahip olduğu temel hak ve hürriyetler olup dinin amacı bu 5 temel ilkeyi (zarûrât-ı hamse) yerleştirmektedir.

İnsan olmayı hak ve sorumlulukların tek ilkesi olarak belirleyen İslâm bilginleri —ki bunu 7. ve 8. yy. da sistematikleştirmeye başlamışlardır— hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm insanların bu haklara sahip olduğunu savunmuşlardır. Bu ilkeleri bir hukuk kaidesi olarak belirlemekle bu hakların bir yaptırım gücü olmasını da sağlamışlardır.

Batıda ise insanların insan oldukları için sahip olmaları gereken bir takım haklarının bulunduğu fikri ilk kez —ki evrensel bir özelliği olmayıp sadece halkın kendi kralına karşı olan haklarını ele alsa da— 1215 yılında İngiltere Kralına kabul ettirilen Magna Charte (Magna Karta) bildirgesi ile ortaya atılmıştır. Bu belge batıda İnsan Hakları kavramının ilk belgesi sayılarak daha sonra ortaya çıkan pek çok insan hakları bildirgelerine temel teşkil etmiştir.

Bunu 1776 yılında Amerika’da açıklanan Bağımsızlık Bildirisi izlemiş, insanların yaşayışlarında, hayati konularda eşit haklara sahip oldukları fikri pekişmeye başlamış, kendi kişilik ve mutluluklarını iradeleri ile özgürce geliştirebilecekleri açıklıkla belirtilmiştir. 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali Avrupa’da insan haklarının kabul edilmesi ve uygulanması alanında yeni bir çığır açmış; insanların doğuştan sahip olduğu doğal hakların yanında ilk kez insanın vatandaş olarak siyasi kimliği de açığa vurularak bireyin devlet yönetimine katılmasını sağlayan seçme seçilme hakkı gibi siyasi haklardan da söz edilmiştir.

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramlar Avrupa’nın diğer ülkelerinde de ses getirerek anayasal düzenlemelere dahil edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra devletler, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gerçeğinde birleşerek; BM İnsan Hakları Komisyonu nezdinde bir çalışma grubu oluşturmuş ve bunun sonucunda 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlanmıştır. İlk 21 maddesi siyasi ve sivil haklar, diğerleri ise ekonomik ve sosyal hakları içeren otuz maddelik bu bildiri ile insan hakları anlayışı milletlerarası düzeye çıkmış, bu hakların milletlerarası sözleşmelerle güvence altına alınması girişimi başlatılmıştır. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve 27 Mayıs 1949’da yürürlüğe koymuştur.

Biryandan anayasalarına insan hakları maddeleri koymayan devletlerin makbul olmadığı bir çağda yaşarken biryandan da insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve güvence altına alınması ile ilgili pek çok özgürlük bildirisinin yayınlanmasına öncülük yapan devletlerin, günümüzde en çok hak ihlali yapan devletler olduğunu, insan haklarını ideoloji haline getirerek fanatik ve dayatmacı müdahaleler içerisine girdiğini görüyoruz.

Filistin’de, Çeçenistan’da, Bosna-Hersek’te, Doğu Türkistan’da, Irak’ın Ebu Gureyb, Felluce, Bakuba, Telafer’inde ve en son da Guantanamo üssünde uluslararası meşruiyet sınırları çiğnenerek yapılan insanlık dışı işkence ve küçük düşürücü muameleler bu gerçeği teyid etmektedir. BM’nin işgali onaylamamasına rağmen hak ihlallerine en az duyarlılık gösteren ülke olan ABD’nin Irak’ı işgali, kuruluş amacı dünyada barışı ve güvenliği sağlamak olan BM’nin ne kadar zayıf bir kurum olduğunu göstermiştir.

Teori ile pratiğin örtüşmediği, otorite ve nüfuz sahibi insanların hukuk ihlalleri yaptığı her dönemde, hak ve hürriyet ihlalleri karşısında ister doğuda ister batıda, mücadele eden, onurunu koruyan, dik duruşunu ortaya koyan, fıtratını bozmamış hak mücadelecileri varolagelmiştir.

İnsan Hakları konusundaki önemli sözleşmelerin büyük bölümüne taraf olan ülkemizde 59. hükümet döneminde çıkarılan 8 uyum paketi çerçevesinde pek çok yasal reform ve iyileştirmeler yapılmıştır. Ama bizler, boynuzsuz koyunun hakkının boynuzludan alınacağına inanan, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu, bir insanı öldürenin tüm insanlığı öldürmüş gibi görüldüğü bir kültürle yoğrulmuş toplumdan gelen insanlar olarak, bu alanda kat edilecek daha çok yol olduğunu biliyoruz.

Sadece dış görünüşleri nedeni ile dışlanan, tard edilen, kimi zaman kararsızlığın, kimi zaman verilen kararın, kimi zaman bazılarına komik gelse de üretilen çözümün (!) ikilemleri içinde kalbiyle aklı arasında cendereye sıkışmış bir şekilde eğitim almaya çalışan genç kızların farkında mıyız?

Bir şekilde eğitimlerini tamamlayan ve çalışma hayatına atılan kadınların emeklerinin, kamusal alan safsataları ile sıfırlandığının farkında mıyız? Sadece düşüncesi nedeniyle parmaklıklar arkasında bile tecrit edilen insanların, annelerinin, eşlerinin, çocuklarının gözyaşlarının, sosyal yıkılmışlıklarının farkında mıyız? Sadece ve sadece kökenleri nedeni ile toplumsal itilmişliğe maruz bırakılan, kendi benlikleri ile toplumsal aidiyet yakalamak için çırpınan insanların ezilmişliklerinin farkında mıyız? Yoksa insan hakları bazı insanlara sansürlü uygulanmak zorunda mı? İnsanlarımız neden acaba Evrensel Bildirgenin (http://www.meb.gov.tr/belirligunler/insan-haklari/bildirge.htm) son maddesini görmezden geliyor ya da tersine işler hale getirerek insan haklarını özgürlüğü yok etme özgürlüğünden başka bir hak olarak tanımıyorlar?

Feyza GÜNER

01.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004