Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Hasta ve bitkin bir halde onu (Yunus'u) ıssız bir sahile attık. Üzerine de geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.

Sâffât Sûresi: 145-146

11.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ümmetimden bir grup Allah'ın emri üzerinde dosdoğru yürümeye devam edecek ve muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3860

11.01.2007


İslâm kardeşliğinin uyanmasıyla mucizeler gösterilebilir

Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”

Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirâne zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal ne var?

Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşcî ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız!

O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz.

“Zaruretler yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştırır.”

Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...

Hem darb-ı mesel olmuş: Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...

Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi, fıtrî bir heyecan—demir güllede su gibi—zulmün burudetli husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.

Sühunat (Hutuvat-ı Sitte), s. 104-106

Lügatçe:

şehâmet: Cesaretlilik.

âlem-pesend: Herkesin beğendiği şey, yer.

şecaat: Yiğitlik, cesurluk, korkusuzluk.

uhuvvet-i İslâmiye: İslam kardeşliği.

intibah: Uyanma.

ifnâ: Yok etme.

teşcî: Cesaretlendirme.

kelb: Köpek.

havf: Korkma.

mukavemetsûz: Mukavemeti yok eden, dayanılmaz hâle getiren.

meyl-i inbisat: Genişleme meyli.

11.01.2007


Niyet, nasıl fıtrî hallerin ölümü olur?

Ameller niyetlere göredir. Yani insanın fiil ve davranışları niyetlerine göre bir şekil alır. Bir başka deyişle, insanın fiiline ve ameline ruh ve hayat veren şey niyettir. Niyetsiz bir amel ruhsuz bir cisme benzer.

Peki niyet nedir?

Niyet, karar verme ameliyesidir. Bir işi, bir fiili, bir davranışı tahakkuk ettirmek için verilen karardır. Niyet bir düşüncedir, meyildir, zihinde meydana gelen bir temayüldür, bir plandır. Zahirî bir vücudu söz konusu değildir. İnsanın vicdanında yaratılıştan var olan duygulara istinat ederek ortaya çıkan bir yönelmedir.

Meselâ akşam namazını kılacağız. Namaza başlarken niyet ederiz. Ve deriz ki, “Niyet ettim Allah rızası için akşam namazının farzını kılmaya.” İşte bu bir niyettir, bir karardır. Yani kişi Allah’ın rızasını kazanmayı umut ederek, arzu ederek, isteyerek, yine Allah’ın razı olacağı bir fiili yapmaya karar verir, niyet eder. Burada daha fiil gerçekleşmemiştir, sadece Allah rızası için bir fiil yapmaya yönelme vardır. Şimdi siz tekbir aldınız, niyet ettiğiniz fiili gerçekleştirmeye başladınız, üç rekatlık akşam namazının farzını kıldınız, selâm ve-rerek namazı bitirdiniz. İşte bu da niyetle başlanan fiilin ve amelin sonudur. Allah’ın rızasını kazanma niyeti ile namaza başladınız, yine Allah’ın rızasını umarak namazı şartlarına uygun bir şekilde eda ettiniz ve yine Allah’ın rızasını gözeterek namazı tamamladınız. Artık bu fiil ve amel, sizin hesap hanenize bir hayır ve hasenat olarak yazılır. Sizin bu fiilinize hasenat özelliği kazandıran ise, en baştaki niyetinizdir. İşte burada niyet, bu fiile adeta hayat vermektedir, fiil ve amelin ruhu olmaktadır. Yani işin özü niyette.

Ama bir fiil için niyet yapılmaz ise veya o fiil gösteriş için, riya için yapılırsa bu sefer de o fiil ve amel bir ölçüde bozulmuş olur, hayat bulamaz, ruhu uçup gitmiş cesede benzer. Görüntüsü vardır, ama hayır ve hasenata dönüşecek ruhu yoktur. Şimdi namaz kıldınız, ama maksadınız Allah rızasını kazanmak değil. Veya “Halk görsün, millet benim namaz kıldığımı zannetsin, âmirim veya müdürüm anlasın vs” diye namaz kılarsanız, bu fiil ve amel riyaya ve gösterişe girdiği için böyle bir namazdan hâsıl olacak hayır ve hasenat da fesada gitmiş oluyor, yani bu amel hiçbir hayırlı netice vermiyor. Hatta günaha vesile oluyor. Halbuki zahirî olarak yine aynı fiil yapılıyor. Yani birisi Allah rızası için üç rekat akşam namazı farzını kılıyor, diğeri gösteriş için yine üç rekat akşam namazı kılıyor. Dışarıdan bakıldığında aynı fiil işlenmiş gibi gözükse de, işin mahiyeti ve aslına göre elmas ile kömür arasındaki fark kadar bir uçurum açılıyor, iki amel arasında.

Bu hususa Risâle-i Nur’da şöyle dikkat çekilmiş:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayrat ve hase-natın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riya ve gösterişledir.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 45)

İfadede geçen “Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir” cümlesindeki niyet, tamamen Allah’ın rızasına muvafık bir niyettir. Yani Allah rızasını kazanmak için verilen karar, düşünce ve me-yillerdir. Şimdi örfî mânâsında ‘iyi niyet, kötü niyet’ diye iki kavram vardır. Bu ifadede, Bediüzzaman Hazretleri niyeti bu şekilde değil, sadece müspet mânâsı için kullanıyor. Yani niyet burada, Allah rızasını kazanma düşüncesi ile tam uyum sağlıyor. Çünkü hayır ve hasenat kazanılacak ise, o fiilin Allah rızasına uygun olması gerekir. Dikkat edilirse ifadede, menfî mânâ için ‘kötü niyet’ tabiri yerine ‘ucb, riya ve gösteriş’ kelimelerini kullanıyor.

Peki niyet nasıl meydana gelir?

Niyetin istinat ettiği noktalar nedir?

Niyet insana yaratılıştan verilen vicdanî duygular ve hisler üzerine kurulan bir meyil ve karar verme mekanizmasıdır. Vicdan her zaman iyiyi kötüden ayırır ve hak yönünde karar verir. İşte niyet, vicdandaki bu duyguların açığa çıkması halidir. Niyet nasıl ki hayırlı amellerin ve fiillerin hayatı ve ruhu hükmündedir. Aynen öyle de vicdan da, niyetin çıkış kaynağı ve istinat noktasıdır.

Şimdi yine namaza dönelim. Namaz kılma fiilini gerçekleştirme ameliyemiz Allah rızasına yönelik bir iştir. Yani bizim niyetimiz namaz kılma ameli ile Allah rızasını kazanmaktır. Bizi Allah rızasını kazanmaya sevk eden şey ise vicdanımızdaki iman ve itaat duygusudur. Vicdanımızdaki hak duygusu ile iman nuru, vicdanımızı doldurmuş. İmanın verdiği his ve heyecan ile Kâinatın Sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin rızasını elde etmek istiyoruz. İnancımızın ve imanımızın bir göstergesi olarak da namaza niyet ediyoruz. Allah rızası için bir fiil gerçekleştirmek istiyoruz. İşte vicdanımızdaki duyguların sevki ile Allah rızasını kazanmaya yönelmemiz bir niyet oluyor. Yani niyet hariçte bir fiili gerçekleştirmek için bir meyil ve istek durumunda. İstinat noktası ise vicdandaki duygular, hisler ve yaratılıştan insana veri-len fıtrî haller ve davranışlar.

Bu nedenle insanın geriye dönüp fıtrî hal ve duygularına niyet etmesi diye bir durum söz konusu olamıyor. Şimdi kişi kalkıp da “Niyet ettim mütevazi olmaya” dese bir ölçüde mütevaziliği iptal etmiş olur. Çünkü bu haller yaşanan hallerdir. Niyetin istinat noktalarıdır.

Siz bir ev yapıyorsunuz, temelini döktünüz. O temel üzerine binayı teşkil etmeye başladınız. Üçüncü kata geldiğiniz zaman tekrar bir temel atmaya kalkışırsanız bir ölçüde bu abesle iştigal olur. Bunun gibi, niyetin temeli ve istinat noktası olan duygularla, hariçte aynı duyguları amel noktasında tesis etmeye kalkışmak döner bizzat o duyguları iptal eder. Belki de bazıları gösterişe girdiği için amel fesada gider.

Şimdi bir kişi “Mütevazı olmaya niyet” etse, bu tevazuu iptal eder. Çünkü tevazu, bizzat yaratıştan bize verilen ve bizzat vicdanda yaşanan fıtrî bir haldir. Haricî bir noktada tesis edilmesi gereken bir amel değildir ki, niyet ile o amel gerçekleştirilsin.

Bakın bu hususa Risâle-i Nurda nasıl işaret edilmiş:

“Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvâlin ölümüdür. Meselâ, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakezâ, kıyas et.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 45)

[email protected]

Halil AKGÜNLER

11.01.2007


Bediüzzaman'ın talebelerinden Hakkı Yavuztürk'ün hatıraları-1

Büyük bir lütf-u İlâhî

Rahmet-i İlâhî’nin bir inayeti olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin seksen yıllık mübarek ömür yıllarının son yedi senesine yetişebilmenin bizim için büyük bir lütf-u İlâhî olduğunu anlamak ve yüce İslâm kahramanlarının yaptıklarından ve yapmak istediklerinden idrakimiz nisbetinde görüp müşahede ettiklerimizi anlatabilmekle, az da olsa, o nimete bir şükür olacağı düşüncesindeyim. Yoksa, onu anlatabilmek, karıncanın dağı delmesi misâli, benim gibilerin çok fevkinde ve tâkâti dışındadır. Çünkü, Büyük Üstad, gerek şahsî yaşayışı ve gerekse Risâle-i Nur adlı eserleriyle ve hattâ en küçük tavır ve hareketleriyle İslâmı bütünüyle yaşamış, kendisini dinleyen ve eserlerini anlamış olanları İslâma bağlamış, Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber Efendimiz’e (asm) rapteylemiştir.

Böyle mütefekkir ve her söylediğini yaşamış ve seksen küsur yıllık hareketli ve bereketli ömrüyle ve eserleriyle, değil yalnız şanlı Türkiye’mize ve mukaddes âlem-i İslâma; belki bütün âlem-i insaniyete ders vermiş, hizmet etmiş bir büyük zât, her akşamdan sonra bir sabah olacağı kat’iyyetinde inanmaktayım ki; her cephe ve yönleriyle anlatılacaktır. Bu, onu anlayanların en büyük gayelerinden biridir kanaatindeyim.

Müsbet ilimlerle imanı

birleştiren yeni bir bakış açısı

Risâle-i Nur Külliyatından Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Onuncu Söz denilen Haşir Risâlesi’ni Bediüzzaman Hazretlerini tanımadan önce, 1952 yılı sonbaharında okumuştum. Önceleri pek bir şey anlayamamıştım, diyebilirim... Zira onları bir ilmihal ve duâ kitabı gibi ortaokuldan arkadaşım olan Özer’den (Üzeyir Şenler) almıştım. O nazarla, yani duâ kitabı telakkisiyle okuyordum. Daha sonra aynı arkadaşlar o zaman oturmakta olduğumuz Yenikapı’daki evimize yakın olan eski Aksaray Parkına, sabah namazlarından sonra yapılan Risâle-i Nur okuma toplantılarına gider, bilhassa o tarihlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü talebesi olan Muhsin Alev Ağabeyimizin okuma ve izahlarını dikkatle dinlerdik. Hiç unutmam, onların toplantılarını ve Risâle-i Nurlar’dan haftanın muayyen günlerinde muhtelif bahisler okumalarını ve anlatmalarını gördükten sonra, bu eserlerin tefekkürle okunması, bir duâ kitabı gibi okunmaması lâzım geldiğini anlamaya başlıyor, âdeta kendimde her geçen gün bir başkalık hissediyordum. Bunlar benim için o zamana kadar duymadığım izah tarzı, hâdiselere ve meselelere bakış şekilleriydi. Gerçi dinine bağlı bir ailenin çocuğuydum. Babam, annem namaz kılarlardı. Ben o zamanlar daha namazımı (on sekiz yaşında olmama rağmen) tam olarak kılamıyordum. Ama çok içtimâî ve dinî kitaplar okumuştum. Sağlık Okulu ikinci sınıfına, yani Lise 2’ye gitmekle beraber, merak saikasıyla çeşitli mütalâalarım vardı. Fakat, Risâle-i Nur bahisleri onların hiç birine benzemiyordu. Meselâ, Gençlik Rehberi’nin bir bölümünde, şöyle deniliyordu:

“Kastamonu’daki lise taleberinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ dediler. Ben dedim: ‘Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar, muallimleri değil, onları dinleyiniz.’”

Bunlar bambaşka bir izah şekliydi. Fenlerin, ilim derslerinin kendi hususî dilleriyle Allah’tan bahsetmesi hakikatı, müsbet ilimlerle, imanı birleştiren yeni bir bakış açısı getiriyordu. Hazret-i Üstad, her Risâlesinde ayrı ayrı mevzulara temas ederek, bu zamana kadar yazılagelen dinî eserlerden çok farklı izahlar yapıyordu. Bütün bunlar, bizim üzerimizde bambaşka manevî bir bomba gibi tesirler yapıyor, mektepte fikrimize yerleştirilmek istenen materyalist fikirleri parça parça ediyordu, diyebilirim. Bu sebeplerle de, haftanın o muayyen toplantı günlerini, âdeta büyük bir iştiyakla bekliyorduk. Evet, bekliyorduk ki, yanlış bir lâiklik anlayışı neticesi, ‘Allah’tan bahsetmeyi’ ilericilik ve medeniyetçiliğe zıt sayan öğretmenlerimizin bize devamlı maddecilik telkin eden bunaltıcı havasından kurtulabilelim. Nasıl her fen, her ders, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedermiş, öğrenelim.

Son Şahitler, 4. Cild, s. 427-28

11.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004