Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Sor o müşriklere: Kız çocukları Rabbinin de, oğlanlar kendilerinin mi? Yoksa O melekleri dişi olarak yarattı da onlar buna şahit mi oldular?

Sâffât Sûresi: 149-150

13.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Müslüman idarecilerinize sövmeyiniz. Islah olmaları için Allah'a duâ ediniz. Onların ıslah olmaları sizin de yararınızadır.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3862

13.01.2007


Husumet ve adâvetin vakti bitti

Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara...

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.

Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın.

Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hutbe-i Şamiye, s. 56-59

Lügatçe:

hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: Beşerî sosyal hayatı.

husumet: Düşmanlık, hasımlık.

adâvet: Düşmanlık.

seyyiat: Kötülükler.

esbab: Sebepler.

istihfaf: Hafife alma.

ziya: Işık.

zulmet: Karanlık.

mümaşat: Gösteriş şeklinde, maslahat gereği hoş geçinmek.

bedbîn: Kötümser, ümitsiz.

su-i zan: Kötü zan.

13.01.2007


Bediüzzaman'ın talebelerinden Hakkı Yavuztürk'ün hatıraları- 3

Üstadı ilk ziyaretim

Risâle-i Nurları daha çok okuma yollarını arıyordum. O tarihlerde Süleymaniye’de Hacı Nazif Çelebi Beyin evinde haftanın tatil günlerinde dinî ve içtimaî konularda—daha ziyade talebelerin iştirak ettiği—toplantılar olurdu. Bilhassa Risâle-i Nurların okunduğu günlere denk gelecek şekilde—on beş günde veya ayda bir okunuyordu—o toplantılara bir kısım talebe arkadaşlarla birlikte giderdik. Çeşitli dernek ve cereyanların, Risâle-i Nur’daki yepyeni izahlarla İslâm’ı insanlara sunma metoduna aykırı hareket ettiklerini ve o cereyanlarla alâka kurmanın, bana en azından gaflet vererek Nurları anlamama perde olacağını hissediyor, ama yine de zaman zaman kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Risâle-i Nurlarla tam meşgul olmak, okumak ve tam anlamak arzu ediyordum. Muhsin Alev Abinin bize okuduğu daktilo ile yazılmış kitapları nasıl temin edebilir, nasıl daha çok okuruz diye Özer Şenler arkadaşıma söylemiştim. O da bu defa Süleymaniye’de Kirazlı Mescit’teki 50 numaralı eve götürmüştü.

Muhsin Alev ve Ahmed Aytimur Beyler burada kalıyorlardı. Burayı öğrenmiş ve artık buraya sık sık gitmeye başlamıştım. Risale-i Nurları buradan alıyor, müstakilen okuyor, ayrıca toplu derslere iştirak ediyordum. Sanki aylar gün gibi geçiyordu. Ve ben içten içe Bediüzzaman Hazretlerini görmeyi ve elini öpmeyi çok arzuluyordum. O kadar ki, rüyalarıma girdiği oluyordu.

Üstadı ilk ziyaretim

1953 yılı İstanbul’un 500. Fetih yıldönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni daha önce tanıdığından, Üstad’ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi.

Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler.

Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular. Talebe ve Erzincan’ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, ‘Kardeşim’ demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum, ama bendeki ilk heyecanlı hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânâsını bilmiyordum. ‘Türküm’ diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risâle-i Nur’u anlayarak okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hucüm etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur’dan aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risâle-i Nur’un Kur’ân’a dayandığından bahsettiler.

Ayrıca, eskiden insanları dalâlete sevk edenlerin memleketimizde az olduğunu, ancak binde bir kişinin o zaman insanını kötü yola sevk edebildiğini, şimdi ise, tersine bir durum bulunduğunu, hak yola teşvik eden bir kişi bile zor bulunabildiğini söylediler. Bu durumdan ye’se ve üzüntüye kapılmamak gerektiğini de, şöyle bir misâlle izah ettiler:

“Nasıl ki, bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse, onları toprağa dikmesi neticesinde, o bin çekirdekten, sekiz-onu badem ağacı olarak meyve verse ve diğerleri de çürüse, o adamın ‘Ben bu işten zarar ettim, çünkü çekirdeklerim çürüdü’ demeye hakkı yoktur. Zira o sekiz-on fidanın ağaç olmaları sonucu, her birinin binler meyve vermesiyle, o çürüyen dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar fazlasıyla telafi edilmiş olmaktadır. Aynen böyle de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil, bir kısmının hakkı görerek, doğru yolu bulmaları neticesi, bunların cemiyete, insanlığa vereceği fayda, o çürüyenleri kat kat fazlasıyla telâfi edecektir.”

Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni ‘talebeliklerine kabul ettiklerini ve Risale-i Nur’u okumamı’ söylediler.

Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli Üstad’ımı ilk ziyaretimdi.

Son Şahitler, 4. cild, s. 431-32

13.01.2007


% kaç?

Günümüzde istatistik ilminin kullanıldığı sahalar günden güne artış göstermekte. Yüzdelik dilimler hayatın her köşesine öylesine erişmiş durumda ki, bu konuda en son rastladığım bilgiler beni önce şaşırttı, ardından düşündürmeye başladı. Söz konusu bilgiler ortalama olarak insanın ömründe toplam kaç saat uyuduğuna, kaç saatini yemek yiyerek harcadığına, kaç saatini çalışarak geçirdiğine ve benzeri günlük işlere zamanının yüzde kaçını harcadığına ilişkin istatistiksel gerçeklerdi. Hayatımızda hiç de önem vermediğimiz günlük işlerimizde bile ömrümüz boyunca harcadığımız toplam süreleri okuduğumda şaşkınlıktan alamadım kendimi. Biri size çıkıp da ömrünüz boyunca sadece mutfakta geçirdiğiniz vakitleri söylese, emin olun siz de yaşarsınız aynı şaşkınlığı. Sırf dünya için yaratılmışçasına en basit işlerde bile neredeyse bir ömür harcarken, ebedî hayatımıza düşen oranı merak ettim birden. Nefeslerimizin yüzde kaçında Allah’ın, yüzde kaçında gayrının olduğunu... Rıza-yı İlâhî için bütün hayatımızda toplam kaç dakika, kaç saat harcadığımızı... Yüreğim rahmet-i Rahmân’a sığınmak için çırpınırken hicabından, O’nsuz bütün yaşanmışlıklar adına “Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, / Affet senden habersiz aldığım her nefesten…”1 diyen sultanü’ş-şuarâ gibi af dilemeyi düşündüm ardından. Gerçekten ebediyete namzet kaç zaman birimi vardı acaba ömrümüzün tamamında ve kaç af dilenecek gaflet? Yüzde kaç?

Peki bu hayatı sanki bir daha yaşayacakmışız gibi neyi bekliyorduk acaba durduğumuz yerde? Veya yapabildiklerimizin en fazlası mıydı yaptıklarımız? Dünya için yaratılmadığımızı bilmeyen olmamasına rağmen, bildiğimizle amel etmek yine aşamadığımız en çetin bir mesele olmaktan kurtulamıyordu. ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak’ ölçüsünün ilk kısmını en iyi şekilde uygularken, ibadet ve salih amellerimizde yarınki ölümün ne ölçüde farkında olduğumuzu etraflıca sorgulamamız gerekir. Ve müsbet bir netice alabilmek için, Kur’ân’da ve sünnette değinilen imtihan gerçeklerini, Risâle-i Nurlarda izah edilen tahkikî iman dersleriyle beraber sık sık okumamız gerekir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratılış amacının imtihan olduğunu birçok âyette belirtmiştir. Geçici dünya hayatının mahiyetini izah eden bu âyetlerden bir tanesinde şu şekilde buyrulmuştur: “Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan ve size verdiği şeyler (nimetler) hususunda, sizi imtihan etmek için bazınızı bazınızın üstüne derecelerle yükselten de O’dur. Muhakkak ki Rabbin, azabı pek çabuk olandır ve şüphesiz ki O, elbette Gafûr (çok bağışlayan) dır, Rahîm (çok merhamet eden) dir.” (6/165)

Aslında hepimiz kul olarak “yeryüzünün halifeliği” gibi büyük bir sorumluluğu taşıdığımızı; bizlerin aslî vazifesinin öncelikli olarak Kur’ân ve sünnete uygun bir hayat sürmek, ilâ-yı kelimetullah için gayret göstermek, hangi şartlarda olursa olsun iman ve Kur’ân hizmetinde aktif bir rol almak olduğunu bilmekteyiz. Fakat gel gelelim mevzu uygulama tabanına geldiğinde, meseleye dair hakikatleri anlamadığımızdan mıdır yoksa konunun İslâm tarihindeki örneklerini çok fazla okumadığımızdan mı, üzerimize düşeni hakkıyla yapamıyoruz maalesef. Dünyevîleşmenin türlü tezahürleri dört bir yandan kuşatıyor etrafımızı. İmtihanın gerçek suallerine doğru cevapları vermektense, sanki ahiret âlemi yokmuş gibi lüzumsuz bir yığın dünya işinde ömürler tüketiyoruz. İşte bu mühim sıkıntı, bütün Müslümanlar için belki de nefislerin en fazla muhasebeye çekilmesi gerektiği bir çıkmazın ifadesidir. İster Hz. Ömer’in (r.a) “Bugün Allah için ne yaptın?” şeklindeki manidar ifadeleriyle yapılsın, isterse son dönem sosyal bilimler sahasındaki istatistiksel değerlerle, hayatî sorgulamanın bir şekilde yapılması gerekmektedir. Ataletimizin hususî ve kişisel sebepleri bir yana, muhasebemiz neticesinde umumî mânâda karşılaşacağımız ortak hastalığımızın ilâ-yı kelimetullah meselesini dâvâ edinmemek olduğunu görmek ekstra bir çaba gerektirmeyecektir. Merhum Necip Fazıl’ın ‘bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük’ diye haykırdığı hakikatler de yine aynı nefisperestliğin ve dünyaya düşkünlüğün ta kendisidir zaten. Peygamber Efendimiz dünya hayatını ‘yolculuk esnasında bir ağaç altında gölgelenmek’ şeklinde tarif ettiyse de, kafayı gölgenin dışına uzatıp aydınlığa bakmak, âlemleri gölgeden ibaret sanmaktan çok daha zor oluyor ne yazık ki.

İç ve dış âlemimizde cereyan eden çeşitli menfî etkenler, Cenâb-ı Hak yolunda adım atmamızı engelleyen zararlı faktörlerdir. Dış âlemde üzerimize gelen sayısız dünyevî fitnenin yanında, iç dünyamızda mevcut birtakım saplantılarımız vardır ki, bunlar pek de negatif bir renk taşımasalar da, çoğu defa harekete geçmemize mani teşkil etmektedirler. Bunların en önemlilerinden bir tanesi de, kendimize güvenmememiz ve söz konusu umur-ı hayriyede yetersiz olduğumuzu düşünmemizdir. Oysa ki herkesin yapacağı birşeylerin olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Eğer ki gerçekten yetersizlik hali sa’yimize mani oluyorsa, yelkenler fora demektense yeterlilik adına gayret göstermek takınılacak en isabetli tutum olsa gerektir. Nefis ve şeytandan gelen hilelerin çeşitliliğini hesaba katarak kıymet vermememiz gereken bu tür algı ve yaklaşımlar yüzünden, yapabileceğimiz hizmetlerden de geri kalıyoruz ne yazık ki. Bu noktada ihlâs ve samimiyetin her şeyden önce geldiğini ise kesinlikle unutmamalıyız. Konuyla alâkalı Risâle-i Nur’da değinilen hakikatler, Said Nursî Hazretlerinin talebeleriyle birlikte başından geçen bütün yaşanmışlıklar, had safhadaki olumsuz şartlara rağmen neler yapılabileceğinin apaçık ispatıdır.

Sözünü ettiğimiz yüzdelik oran meselesi, çeşitli şekil ve üslûplarda ifade edilmeye müsait olup, nefsimizin ve ehlimizin dünya ve ahiret saadetine ne ölçüde müstehak olduğunun bir çeşit sorgulamasıdır aynı zamanda. Ahiret âlemine yol alırken, sınırlı ilmimizce meçhul akıbetimizle yüz yüze gelmeden yüzleşme çabasıdır. Yüzdeleri dikkate alıp, emaneti yerli yerinde kullanma uğraşıdır. Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresinin 72. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Kimin bu dünyada gözü kapalı ise, ahirette de kapalı, hatta oradaki şaşkınlığı daha ziyade”… Netice olarak ahirette insanı şaşkına çeviren zulmet yerine nura talib isek eğer, daha bu dünyada ‘nur’ları elimizden bırakmamamız gerekir. Zulmete gark olmak yerine ‘nur’a vasıl olmak istiyorsak, şirket-i mâneviyeden yüzde yüz hisse almak adına, dünya sahrasındaki hizmet-i uhreviye oranımızı yüzde yüze ulaştırmak için elimizden geldiğince çaba göstermeliyiz. Merhum Mehmet Âkif’in yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerimenin izahı mesabesindeki harikulâde mısralarının bir kısmı şöyledir:

“Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-i fânîden;

Onun bir aynıdır mutlak nasîbin ömr-i sânîden.

Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:

Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil, ayrı.

Sen ey sersem ki “üç günlük hayatın hükmü yok” der de,

Sanırsın umduğun âmâdedir ferdâ-yı mahşerde;

Ne ekmiştin ki mahsûl istiyorsun bir de ferdâdan?

Senin meşrû’ olan hakkın: Bugün hüsran, yarın hüsran!...”2

Âkif’in de enfes bir şekilde ifade buyurduğu gibi meşrû olan hakkımızın bugün ve yarın hüsran olmaması için, hiç şüphe yoktur ki ekim zamanını çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Ve ömr-i sani’den kayda değer bir nasib için, ömr-i faniyi isabetli bir idrak öncelikli zarurettir. Ve bundan dolayı bütün fırsatları yitirip gerçeklerle yüzyüze gelmeden önce bütün inananlar olarak nefislerimize bu “% kaç?” sorusunu ciddî bir şekilde yöneltmemiz oldukça lüzumludur. Başta nefsim olmak üzere iman ve Kur’ân sahasındaki hizmetlerde herkesin elini taşın altına bir parça daha koyması duâsıyla karalamaya çalıştığım kusurlu kelâmımı, zamana eşsiz güzellik olmuş Said Nursî Hazretlerinin Risale-i Külliyatı’nda geçen duâ mahiyetindeki fevkalâde cümlelerle tamamlamak istiyorum:

“Ey bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’ân-ı Azîmüşşânın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkîkî imân dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teâlî ettirsin. Hem, korkak değil, bilâkis Risâle-i Nur Talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttakî ve bununla beraber şahsî rahatlık ve menfaatlerini iman ve İslâmiyetin kurtuluşu uğrunda feda eden, fedâi ve mücâhid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkîkî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’ân ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, ‘Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım’ diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlâslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden Nur Talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.” Âmin…

Miladî senenin henüz başındayken, hayalini bile edemediğimiz hizmetlere kapı açacak muhasebeler duâsıyla…

Dipnotlar:

1- Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s.66.

2- Ersoy, Mehmet Âkif, Safahat, İfav yayınları, İstanbul, 2005, s.271.

Yasin TOPAL

13.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004