Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Reklâmlar farklı bir hayat dayatıyor

“Türkiye reklâmcılıkta ileri bir noktaya geldi" diyen iletişimcilere Reklâm Yazarları Derneği eski Başkanı Kemal Sezer'in önemli hatırlatmaları var. Sezer "Türkiye'nin kendine özgü marka çıkaramamasının arkasında yatan nedenin reklâmcılardan kaynaklandığını, reklâmlarda bize farklı bir hayat tarzının dayatıldığını, kendi kültürümüze dönmemizin gerektiğini, en önemlisi de kültürümüzün köklü olduğunu ve komplekse kapılmadan dünyaya kendi değerlerimizi taşımamız gerektiğini" söylüyor. Sizi Kemal Sezer'in reklâmlarla ilgili yorumuyla baş başa bırakmadan önce bir şey hatırlatmak isterim. Sezer eski bir solcu ve daha sonra İslâmî hayat tarzını benimsemiş. Sezer'in yeni hayat anlayışını Mevlânâ'yı anlatan "Aşk olsun, Barış olsun" kitabından bulabilirsiniz. Kitap, Nokta Kitap tarafından yayınlanmış. Şimdi söyleşiye buyurun...

* Türkiye’de reklâmcılığın uluslar arası düzeyde kaliteye sahip olduğunu söyleyen iletişimciler var. Sizce Türkiye’de reklâmcılık ne düzeyde?

Türkiye reklâmcılığı kendi başına bir ekol oluşturmuş değil. “Ülkeler markaları kadar zengindir” diye bir söz var. Türkiye uluslar arası piyasada kendi markasını ve ekolünü oluşturamadığına göre, reklâmcılığının başarılı olduğunu söylemek mümkün değil.

* Reklâmcılıkta ekol olmayı biraz açar mısınız?

Dünyada İngiliz, Amerikan ve Fransız reklâmcılığı gibi ekoller vardır. Onların kendi tarzları, görsel ve metin kullanımları vardır. Bu da kendi halkına yönelik bir yapıdır. Türkiye’de ajanslar Türk insanına özgü bir yapı oluşturamadılar. Halbuki seksen üç yıllık cumhuriyetin arkasında en az bin yıllık bir kültür var.

* Türkiye’de faaliyet gösterip Türk insanından uzak olmak algılanır gibi değil....

Bu yabancılaşmanın sebebi, seksenlerden sonra Türkiye pazarına giren çok uluslu markalar ve uluslar arası ajanslar. Yabancı reklâm ajansları Türk ortaklarıyla piyasanın yüzde seksen, doksanından fazlasını kontrol ediyorlar. Bu ajanslar çok uluslu markaları genel hatlarıyla yürütüyorlar ve uluslar arası platformda tek ses çıkartıyorlar. Uluslar arası bilgi birikimlerini Türkiye pazarına aktarmaları tabiî ki olumlu bir şey ve katkıları inkâr edilemez, ama bu yine de sonucu değiştirmiyor.

* Türkiye'ye özgü reklâmdan ziyade, dünyayı düşünerek reklâm hazırlanıyor yani?

Evet, orada bir sorun yok, ama siz eğer Türkiye'de Türk insanına bu markayı satmak istiyorsanız, Türkiye insanının anlayacağı dilden konuşmak durumundasınız. Özgün dilinizi oluşturmak zorundasınız.

* Türkiye’deki kültürel değerler yok sayılıyor mu demek istiyorsunuz?

Türkiye’deki insanların kendi gerçeğiyle, kendi geçmişiyle, kültürüyle bağının güçlü olduğunu söylemek mümkün mü, ki bu reklâmda gerçekleşsin?

Zaten sorun da burada. Reklâmların çoğu kendi gerçeğimize ve geçmişimize hiç uymayan bir yaşam tarzını bize pompalamakta. Bunun üstesinden gelemezsek, biz ulusal markalarımızı nasıl oluşturabiliriz? Her marka bir tarzdır sonuçta. Bir kimliktir. Peki bu neden başarılamamakta? Çünkü kültürümüz bir kenara itilmektedir. Buna engel olunması gerekir. Türk reklâmcısı kendine özgü bir dili yakalamak zorundadır. Daha kolaycı yol seçiliyor. Bunun temel nedeni kendi olamamaktır. Maalesef Batıcılık, Tanzimat'tan bu yana Türkiye’nin başına belâ olmuştur.

* Bu kadar durum kötü mü? Reklâmlarda Ramazan sofralarına yabancı markalı kolaların girmesi yerellik değil mi?

Bu zaten olması gereken bir şeydir. Seksenlerde kola firmalarının yöneticilerine bu ülkenin koşullarına uygun reklâm çekilmesi teklif edilmişti. Maalesef bu anlayış 2000’li yıllarda kabul görmüştür. Bunu da geçtik, uluslar arası markaları bırakın, asıl ulusal markaların kendi reklâmını Batılı bir ülke insanına mal satıyormuş gibi değil de, bu ülke insanlarının değerlerini önemseyerek reklâm çekmesi gerekir. Esas düğümün çözümü orada bence.

* Türkiye’nin marka çıkaramamasının arkasında uluslar arası kalitede bir ürünümüz olmadığından mıdır?

Kalite sorunu bence yok. Marka olmak için ürünün ortaya koyulması, ürünün sürekli geliştirilmesi ve iletişimin yapılması gerekiyor. Bizde iletişim ayağı sorunlu. Yoksa Türkiye’de dünya markası olacak ürünler vardır ve daha da çıkacaktır.

* Bizim kültürümüze uymayan hayat tarzlarının dayatıldığını söylediniz. Reklâm ajansları için bize uygun reklâmların hazırlanmasındaki zorluk nedir?

Bu direkt reklâm şirketleriyle de alâkalı değil. Bu işin mutfağında çalışan insanların yaklaşımı çok önemli. Bugün kendi değerleriyle ters düşmeyen, kendi değerleriyle örtüşen ve içinde cin fikir taşıyan, farklılaştırıcı bir reklâmı reklâm veren neden reddetsin ki? Dayatılan yaşam tarzıyla insanların kendi yaşam tarzları arasında bir kavga var. Reklâm yazarları bu kavganın içinden gelen, dilini konuşamadan karmaşık bir kafa yapısıyla reklâmları kaleme alıyorlar. Reklâm sektörü Türkiye’nin en Batılı sektörü. Onun için de reklâmcılar evinde kimliğini terk ederek ajansta bambaşka insan oluveriyor.

Ortaya da ucube reklâmlar çıkıyor. Son dönemde izlediğimiz reklâmları, reklâm olarak tasvir etmek mümkün değil, görüntülü duyurularla karşı karşıyayız.

* Reklâm sektöründe kendi kültürünü yansıtmak isteyen insanlar yok mu yani?

Mutlaka var. Reklâm, ekonomideki rekabetten kaynaklanan bir olgudur, bir meslek dalıdır. Rekabet farklı bir savaştır. Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle rekabetinden başlar ve insan malzemesinin kalitesine kadar gider. Ülkesini, milletini, geleneğini, dilini, dinini seven insanların her mesleği ülkesinin menfaati için yapması gerekir. Biz on binlerce yıllık kültürün sonucuyuz, kendimize has bir yaklaşımımız olmalı. Biz Avrupalı olmadığımızı görmeliyiz.

Avrupalı olmadığımızı görürsek, sorunu daha iyi çözeriz. Avrupalı olmadığımız için Avrupa'dan ileriyiz zaten. Bütün mesele burada. Önemli olan tersine çalışan sistemin düzeltilmesidir. Bizim kültürümüz daha köklü, ama o zenginliği hayatımıza sokmak yerine, ondan kaçmaya çalışıyoruz.

* Neden kaçıyoruz peki kendi kültürümüzden?

Biz kaçmıyoruz. Bize bu yıllardır dayatılıyor.

* Reklâmların çoğu insanları zaaf noktalarından yakalayıp tüketime teşvik ediyor. Bu sektörün ahlâkî kuralları var mıdır?

Reklâmda yalan olmamalıdır. Reklâm abartmamalıdır, yanıltmamalıdır da. Reklâmcının görevi tabiî olarak ürünü sattırmaktır. Satışa giden yolları açmaktır. Reklâm ihtiyaç yaratmaz, ancak ihtiyaç karşısında tüketimi arttırabilir. Sen bir pantolon alacaksındır, reklâm öyle bir yaşam tarzı ve alışkanlık ortaya koyar ki, bir pantolon değil, üç pantolon alırsın. Ben bu hataya ortak olamam diyen, bu alışkanlığı seçmez. Reklâmcıysan malı sattırmak için elinden geleni yapacaksın. Yapmazsan para da vermezler, iş de vermezler. Olayın bir de bu tarafı var.

Eskiden kot pantolon dediğimiz Amerikan bezi, aslında o da Türkiye’de çıkıyor ya, fazla pantolona ihtiyaç duymadan, uzun zaman kullanılabilirliğiyle ön plana çıkıyordu. Ben sormak isterim, kimin bir tane kot pantolonu var. Herkesin en az beş altı tane var. Demek ki, o oltanın ucundaki kurşunmuş. Onu giydiğinde onun içindeki adam gibi davranmaya başlıyorsun.

* Her kot pantolon giyen böyle midir?

Tabiî ki de öyle değildir. Çok ucuz olduğu için giyinenler de vardır. Coca cola, Rock, bluejeans dayatılan hayat tarzının parçaları. Dolayısıyla bazı ürünler simgedir, markanın ötesinde bir şeydir...

* Reklâmcıların, insanların zaaf noktalarından olan cinselliği acımasızca kullandığını görüyoruz...

Kadını meta olarak görürsen, cinsellik kullanılabilir bir şeydir. Sadece cinsellik değil, çocuklar da reklâmlarda kullanılıyor.

* Reklâmlardaki cinsellik hakkındaki ayrıntılı yorumlarınızı duymak isterim...

İster kadın, ister erkek cinselliği olsun, hiç fark etmez. Cinsellik insanî Bir şeydir. Bu sistem onu da metalaştırır, onun üstünden para kazanmaya kalkar. Orada esas olan kârdır, nereden gelirse gelsin. Bugün o kâr cinsellikten gelir, yarın karşıtı aseksüaliteden gelir. Çünkü onun için rekabetten üstün çıkmak önemlidir, ancak bana göre bu etik değildir. Bir mesele cinsellik olmadan anlatılabilir. Bir otomobil kadın bedeni olmadan sergilenebilir.

* Kafama takılan özel bir ayrıntı var. Hiç blue jean giydiniz mi?

Tabiî giydim, giymez miyim. (gülüyoruz) Bugün bir jean pantolonum var, beş senedir evde hafta sonu giyerim. Benim ürüne düşmanlığım yok. Onun temsil ettiği anlayışa karşı uyanık olmak yeterli. Oyuna gelmemeli...

* Az önceki açıklamalarınıza baktığımızda, siz de dayatılan hayat tarzına paçanızı kaptırmış gibisiniz?

Sadece ben değil ki, hepimiz paçamızı kaptırmışız. Paçamızı kurtarmaya çalışıyoruz. Ben onu giydiğimde, onun içindeki adam gibi davranmıyorsam sorun yok. Ben onu kendime uydururum. Biz kendimize, kendi tarzımıza güveniyorsak, onun bize uygun hale gelmesini bekleyebiliriz. Moğol istilâsı Anadolu'ya geldiğinde, Hz. Mevlânâ, "Bunlardan korkmayın, o seni istilâ etmeyecek, sen onu istilâ edeceksin" anlayışını ortaya koymuş. Nitekim Moğollar İslâmiyetle karşılaştıklarında, bu kültüre teslim olmuşlardır.

* Bunu AB ile bağdaştırabilir miyiz?

Bundan yola çıkarak AB’den korkmamıza gerek yok. Biz AB’ye girsek, o bizim gibi olacaktır. Biz gücümüzün farkında değiliz. Bizim o kadar güçlü bir geçmişimiz ve kültürümüz var ki, onların bundan etkilenmemesi mümkün değil.

* AB’ye girdiğimizde dayatılan hayat tarzına esir düşeceğimizi savunanlar var...

Bize ait olan kültürün yok edilemeyeceğini düşünüyorum. Çaydanlığı ateşten kaldırdığınızda, hemen soğumuyor, toplum hayatındaki saatler de uzun yıllardır. Bizi biz yapan değerler, ateşten kaldırmakla yok edilecek şeyler değil. O nedenle canımız çay istediğinde çaydanlığı ateşe koyabiliriz. Çok karamsar olmamak gerekiyor.

* Solcu bir gelenekten geliyorsunuz. Solculukla kapitalizmin aracı olan reklâmcılık uyuşuyor mu?

Bir şeyin örtüştüğü yok. Ben solcuların iyi yazar, çizer, okur olduğu için oluk oluk reklâm sektörüne geçtiğini düşünmüyorum. Bence ortada bir tesadüf var. Solda durmak, çok da matah bir durum değil. İnsanların haklarını savunmak için bir duruş sergilemek doğrudur, ama yabancılaşıyorsan yanlışlık var demektir. Bu yanlıştan insanlar günün birinde döner. Benim dönüşüm de öyledir. Böyle bir geçmişten gelip reklâmcılık sektörüne girmenin benim açımdan tesadüften öte bir yanı yok.

* Liberal mi düşünüyorsunuz?

Benim yaşam tarzım İslâmî bir yaşam tarzıdır. Dünyayı o pencereden yorumluyorum. İslâmiyet insanın kendini bulduğu alandır. Gerçek kimliğidir.

Ben oraya doğru geldim. Çok araştırarak, insanlarla tartışarak geldim.

Geçmişe baktığımda İslâmiyetle ortak bir payda görüyorum. Soldan getirdiğim, insanın hakkının ve adaletin yanında yer alma isteğidir. Bu konuda Türkiye’de çok oyunlar oynanmıştır. Solda insanlar aydındır, kalem tutarlar, yazarlar, çizerler. Bu ne demek? Bu saçma bir şey. Sağda yok mu? Sağda daha da çok insan var. Eskiden sol yazarlar vitrinleri işgal ediyordu, onlar lanse ediliyordu. Yoksa dünya sadece onlardan ibaret olamaz.

* Solculuktan İslâmî bir hayat tarzına geçişiniz eski arkadaşlıklarınızı nasıl etkiledi?

Yeni hayat tarzımın arkadaşlıklarımı etkilediği insanlar da oldu, etkilemediği insanlar da oldu.

* 28 Şubat sürecinde bir dakikalık karanlık eyleminin fikir babası olan Ersin Salman’ın hayatını kitaplaştırdınız. Salman’la yeni ilişkinizde sıkıntı yaşıyor musunuz?

Yok yok. Bizim daha önce arkadaşlığımız neyse öyle devam ediyor. Kitabı hazırladığım zaman karar sürecindeydim. Sık sık tartışıyorduk. Sonuçta gerçek aydın, bu ülkenin aydını olmak önemli. Ayağı bu toprağa basıp, bu ülkenin çıkarları için kendi gerçek kimliği için düşünce üretebilmek önemli.

Yani onun dışında insanların taşıdığı etiketler çok önemli değil. Hz. Mevlânâ’yla tanıştıktan sonra hayatımda değişimler başladı. Onunda dayandığı temel nokta insandır. İnsandan çıkarak topluma ulaşır. Mesnevî dünyada en çok satan 5. kitap, bunun bir nedeni olmalı...

* Yani sizin hayatınızda insanları sağcı, solcu diye ayırmak doğru değil?

Şu anda sağdan, soldan bahsetmek mümkün değil. Bu kavramlarda sahte kavramlar. Bana göre sağcı, solcu insan yoktur, dürüstler ve dürüst olmayanlar vardır. Sağ ve sol Türkiye’de oynanmakta olan oyunun bir parçasıdır ve kafaları karıştırmak için ortaya atılmıştır. Türkiye’de herkes haksızlığa uğradı. Sağcı, solcu ayrışımı yapılarak insanlara haksızlık edildi. Türkiye aydınına haksızlık yapıldı. Tanzimat’tan bu yana yapılmakta.

Türkiye aydını da çok suçlu, aydın da doğru düşünmeye çalışır. Türkiye bu coğrafyada olduğu sürece, bu oyunlar da sürecektir.

Yeni başkan Recep Hacıeyüpoğlu: Sakaryaspor mutlaka Süper Lig'de kalmalı

* Sakaryaspor'da görev alışınız nasıl gerçekleşti?

Sakaryspor kulübü şirket ve onursal başkanı Aziz Duran Beydir. Daha önceki başkanlar belediyeyle ilişkiliydi. Ben o tarzın dışında birisiyim. Yani benimle birlikte o tarz değişmiş oldu. Zaten şu andaki yönetimi oluşturan kişilerin çoğu da sivil toplum örgütlerinden gelen insanlardır. Bu da Aziz Beyin dışa açılım isteğini yansıtıyor. Yani Aziz Başkan Sakaryaspor'u tüm Sakarya'ya mal etmeyi hedefliyor.

* Sakaryaspor başkanlığına bakışınız nedir?

Ben profesyonel bir insanım. İşimi yani mesleğimi bu düşünceyle yapıyorum. Sakaryaspor kulübünü oluşturan insanların başkandan yöneticisine, futbolcusundan teknik heyetine kadar profesyonelce düşünmesi, hareket etmesi lazım. Bunun da şartları var. Herkes sorumluluğunun bilincinde olarak hareket edecek. Ben Sakaryaspor kulübüne 3-5 yıl için başkanlığa gelmedim. Sakaryaspor Kulübü evvela kurumsallaşması lazım. Tabi ondan da önce ligde kalması lazım. Bu çok çok önemli. Sahada oynayan 11 oyuncu var. Ancak arkasında taraftarıyla, halkıyla, sporcularıyla büyük bir ordu var. Bunun dışında Süper Ligde bulunmanın büyük maddi getirisi var. Ligde kalarak bu maddi getiriyi kaybetmememiz lazım.

* Yönetiminizin düşünceleri bunlar mı?

Sadece benim ve yönetimin değil, onursal başkanımızın da düşünceleri bunlar. Sakaryaspor tüm Sakarya ve Türkiye için bir değerdir. Bu değeri ayakta tutmak, Sakaryalıyım diyen herkesin görevidir. Bizda önem sırasına göre öncelikle kümede kalmayı, sonra kurumsallaşmayı ve tesisleşmeyi hedefledik. Bu konuda yönetim olarak fikir birlikteliğindeyiz.

* Giray Bulak'la yollarınızı neden ayırdınız?

Anlaşamadık. Detaya girmeye lüzum yok. Ancak hocayla transfer konusunda ters düştük. O sadece kendi istediği oyuncuların transferi halinde çalışabileceğini aksi halde ayrılacağını söyledi. Onun isteği, bütçemizin sınırlarını zorlayacak altından kalkamayacağımız transferlerdi. Bir de henüz transfer bitmemişken hoca konuları yerel ve ulusal basınla paylaştı. Bu durum bizim yapacağımız transferleri olumsuz olarak etkiledi. Hareket alanlarımızı daralttı. Etik olmayan bu davranışa yönetim olarak karşı çıktık. Oysa Giray Bulak'la çalışmak için şartları zorladık. Ama bu mümkün olmadı.

* Transferler ne durumda?

Bir stoper ve iki forvet oyuncusu alacağız. Kimse merak etmesin süratle hem teknik adamı hem de oyuncuları transfer edeceğiz.

* Peki geç kalmadınız mı?

Bir örnek vereyim. Yurt içinden yabancı bir oyuncuya talip olduk. Aradan bir hafta geçtikten sonra oyuncunun fiyatı yarı yarıya düştü. Biz bir şey yaparken Sakaryaspor'u maddi olarak ta düşünmek. Zarara uğratmamak.

* Göreve geldiğiniz kısa süre oldu. İlk icraatınız ne oldu?

Spor hekimliğini getirdik ilk iş olarak. Sporcu sakatlıklarında daha önce yaşanmış yanlış tedavi ve tedavide gereksiz zaman kaybı bundan sonra olmayacak.

* Para sıkıntısı var mı?

Hayır yok. Borcu da yok.

* Taraftara mesajınız nedir?

Onlardan sonuna kadar destek bekliyoruz. Tirübün anarşisinin had safhaya ulaştığı son günlerde Sakaryaspor taraftarı takımını centilmence destekliyor. Onlara müteşekkiriz. Sakaryaspor taraftarının sağ duyusuna güveniyoruz. Onlar kulüplerine her zaman sahip çıkmışlar ve ona zarar verecek davranışlardan uzak durmuşlardır.

Onlardan aynı şekilde davranışlarını sürdürmelerini bekliyoruz.

Said OKUR

22.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (21.01.2007) - Bu toprakları gömülmek için istiyoruz

  (16.01.2007) - Risâle-i Nurda entelektüel emek var

  (15.01.2007) - Alper Görmüş: Tankları görünce coşan gazeteciler var!

  (08.01.2007) - Nadire Mater: Özgürlük mücadelesine devam ediyoruz

  (07.01.2007) - Döviz büroları zorda

  (05.01.2007) - “Yeni Asya’nın çok emeği var bende”

  (04.01.2007) - Frekans kaosu bitsin

  (03.01.2007) - “İşimiz konuşmak olmasaydı susmayı tercih ederdik”

  (02.01.2007) - Kur’ân’ı öğrenmek yasaktı

  (29.12.2006) - ‘Hangi dili konuşuyoruz?’

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004