Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Topal ördeğin dramatik savaşı

Operasyonlar İslâm coğrafyasını kana buluyor. Amerikan istilâsı, geldiği her yere belâ, kan, gözyaşı getiriyor.

Topal ördek Bush.

Kongre’de çoğunluğu Demokratlara kaptırmış, Demokratların denetimi ensesinde bir Başkan...

Savaşıyor, savaşmaya devam edeceğini açıklıyor.

Irak politikasını açıkladığı konuşmasında 17 bin 500’ü Bağdat’ta, geriye kalanı Enbar’da görevlendirilmek üzere 21 bin 500 yeni asker gönderileceğini bildiriyor.

Savaşa devam. Batağa devam. Kaosa devam.

Demokratların muhalefetinin yanında halk muhalefeti daha büyük: USA Today /Gallup’un anketine göre halkın yüzde 61’i Irak’a ilave birlik gönderilmesine karşı. Ve Bush’un Irak politikasına destek sadece yüzde 26 seviyesinde... Tam bir iflas.

Üstelik Bush, Irak’ta görevde bulunan Maliki yönetimine güvenmiyor.

“Irak’ta yenildik” demek zor. Çünkü bu Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile ilgili hesapların çamura batması anlamına geliyor. Onun için savaşması lazım, savaşı göze alması lazım...

Savaşıyor.

Yeni savaş alanı Somali.

Ya da eski savaşın yenilendiği alan.

1992’de BM adına buraya gönderilen Amerikan askerlerinin cesetleri yerlerde sürüklenmiş ve bu dramatik görüntünün ortaya çıkardığı tepki ile işgal sona erdirilmişti. Şimdi yeniden, Etyopya işgal güçleriyle birlikte Somali’ye saldırılıyor.

İlk saldırılarda Irak’takine benzer olaylar yaşanıyor:

Sivil alan bombalanması ve sivillere yönelik katliam.

BBC muhabiri, bombalanan Ras Kamboni’de onlarca kişinin öldüğünü, ölenlerin çoğunluğunun hayvanlarıyla birlikte köylülerden oluştuğunu bildiriyor. Bölgeden dönen milletvekili Abdürraşid Muhammed de en az 50 sivilin öldüğünü bildirmiş.

Irak’ta düğün konvoyları bombalanmıştı, adı Hadise katliamı olmuştu... Somali’de benzeri cürüm işleniyor.

Somali bombardımanının en dramatik bir başka yönü, Amerikan birliklerine çağrının, içerden gelmesi.

1996’da Amerikan parmağı olduğu sanılan bir suikastla hayatını kaybeden General Muhammed Farah Aidid’in oğlu, Hüseyin Farah Aidid, “Gelin ve El Kaidelileri yakalayın” çağrısı yapıyor.

Oğul Aidid, 14 yaşından 30 yaşına kadar Amerika’da yaşamış ve deniz piyadesi olmuş. Bugün Geçici Federal Hükümet (GFH)’in Başbakan Yardımcısı. İşte bu sıfatla konuşuyor ve “İşgal ABD’nin hakkıdır” diyor. Bakın şu sözlerine:

“Etyopya destekli hükümet güçleri Kaide teröristlerini yakalamada yetersiz. Kalan teröristleri öldürme ya da yakalamamızın tek yolu ABD özel kuvvetlerinin karaya çıkması.”

Benzeri sözleri Irak’ta da duymuştuk değil mi, kimi Iraklılar tarafından...

Kaldı ki Aidid işgale alkış tutarken yalnız değil. Onun hemen yanında, Devlet Başkanı Abdullah Yusuf var. Abdullah Yusuf da “Amerikalılar dünyanın her yerinde Kaide teröristlerinin peşinde ve bu da onun bir parçası.”

İşte böyle...

İçerden kuklalar bul ve ülkeleri işgal et.

Ruslar Çekoslovakya’yı 1968’de böyle işgal etmişti ve kıyamet kopmuştu, şimdi kıyamet mıyamet yok.

Bodoslama giriliyor ülkelere ve ...

Irak’ta kaç kişi ölmüş? 650 bin kişi... Bunlar hep El Kaideli kişiler mi?

Amerikan gizli servisi CİA, dünyanın pek çok ülkesinde yaptığı gizli operasyonlarla, El Kaideli diye şüphelendiği insanları kaçırdı, sorguladı, bir kısmını Guantanamo’ya götürdü Sonunda ne oldu? Bunlardan 300 kadarı, 3 yıl kadar dayanılmaz işkenceler gördüler, ama sonunda El Kaide ile hiçbir bağlantıları olmadığı anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.

Somali’de ne olacak acaba?

Bombardımanlar olacak, oluyor nitekim. Şehirlere, köylere bomba yağıyor.

1992’nin rövanşını alıyor Amerikan birlikleri...

Etyopya, komşusunun üzerine çullanıyor Amerikan desteği ile..

Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP’)ın Afrika ayağı işliyor. .

Hep ölümlerle..

Ve hep, İslam dünyasının içinden “devşirilmiş” aktörlerle... .

Şu açık: Bu operasyonlar, İslam coğrafyasını kana buluyor. Amerikan istilası, geldiği her yere bela, kan, gözyaşı getiriyor. Evet, İslam dünyası tarümar ediliyor.

Peki bunun Amerika’ya bir getirisi olacak mı?

Belki bu soruyu İsrail için “Evet, çünkü tarümar edilmiş bir İslam dünyası, İsrail için güvenlik demek” şeklinde cevaplamak mümkün. Ama Amerika için belalı bir coğrafya olmaya devam edecek İslam coğrafyası... Amerika, girdiği her yerde diken üstünde kalmaya devam edecek. Afganistan’da da rahat olamaz Amerika, Irak’ta da, Somali’de de... Kaldı ki tüm İslam coğrafyasında imajı yerlerde sürünüyor Amerika’nın... Düşman, dünya barışını en çok tehdit eden ülke, belalı bir süper güç... Bunların hepsi Amkerika için söyleniyor bu coğrafyada... Nerede rahat edebilirsiniz?

Türkiye gibi, Amerika’dan bahsedilirken söze “Dost ve müttefik ülke” diye başlanan bir ülkede bile, Amerikan politikaları büyük kuşkulara yol açıyor. Bütün coğrafyada Amerika ile elele tutuşanlar işgalciye yataklık yapmakla suçlanıyor. Terörü onaylamayan İslam toplulukları, direnişleri kutluyor.

Bir yerde bana “Amerika bunu görmüyor mu? Bütün bir İslam dünyasında nefret uyandırmanın Amerika’ya bir şey kazandırmayacağının farkında değiller mi? Bunlar hiç olmazsa kendi çıkarları için istikrarlı bir coğrafya istemezler mi?” diye soruldu.

Ben de şöyle cevap verdim:

“Amerika’yı Amerika’nın çıkarını düşünenler yönetse söylediğiniz haklı olabilir, ama Amerika’yı neo-conlar yönettiğinde, Amerika’da İsrail çıkarlarını önceleyen kadrolar iktidarda bulunduğunda, Evangelistler, Armageddon’cular ağırlık taşıdığında başka hesapları dikkate almak lazım. Parçalanmış bir Irak, İsrail için en ideal sonuç olarak görülüyorsa ve İsrail’in bu hesabı Washington’da kolaylıkla yankı bulabiliyorsa ne yapacaksınız?”

Evet, ne yapacaksınız?

İslam dünyası mazlumiyeti aşacak noktaya gelmedikçe, dram yüklü yorumlarımız devam edecek ne yazık ki...

ahmetgetiren.com.tr, 13.1.2007

Ahmet TAŞGETİREN

14.01.2007


 

Demokrasi olmadan güvenlik olmaz

MİT Müsteşarı’nın açıklamasının ulusal güvenliğin temel unsurları arasında “güçlü demokrasi”ye yer vermeyişi inanılır gibi değil.

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner’in teşkilatın kuruluşunun 80. yılı dolayısıyla yayımladığı basın açıklaması, “ulusal güvenlik” kavramını tartışmaya açması bakımından dikkate değer. Açıklamada, özetle, şu noktaların altı çiziliyor:

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünyada “sosyal-ekonomik, siyasi, ahlaki, dinî” değerlerin ve düzenlerin yeniden şekillendiği bir dönem yaşanıyor. Statükocu-muhafazakar bakış açılarının hakim olması nedeniyle, Türkiye’nin güvenlik politikaları bu değişime ayak uyduramadı.

Oysa içinde bulunduğumuz dönemde, “birçok ulus-devlet ve milletin” ortadan silineceği, diğerlerinin ulusal egemenliklerini yitireceği bir süreç yaşanıyor. Çatışma bölgelerinin ortasında yer alan Türkiye, karşı karşıya olduğu fırsat ve tehditleri doğru tahlil etmek ve ulusal güvenliği açısından geçerli politikalar üretmek zorunda. Bunun için “yalnız savunma pozisyonunda” kalamaz; “bekle - gör” tavrı takınamaz; bütün üstünlüklerini azami verimlilikle kullanmak durumundadır. Ulusal güvenlik açısından en önemli unsurlar da, “güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika, caydırıcı bir askerî yapılanma” ve “yaratıcı bir istihbarat yapılanması”dır.

Öncelikle MİT Müsteşarı’nın düşüncelerini kamuoyuyla paylaşmasını olumlu bir adım olarak kaydetmek gerekiyor. Zira demokratik bir hukuk devletinde ulusal güvenliğin dayanacağı temel ilkelerin belirlenmesinde, devlet kuruluşları kadar toplumun da sorumluluğu vardır. Halkın benimsemediği, desteklemediği bir güvenlik anlayışının başarılı olması beklenemez. Sayın Taner’in açıklamasındaki ikinci olumlu husus, Türkiye’nin güvenlik politikalarının değişen dünya koşullarına ayak uydurmada, statükocu-muhafazakar bakış açıları nedeniyle başarılı olamadığını saptaması. Gerçekten, Türkiye’nin güvenlik politikalarının büyük ölçüde Soğuk Savaş döneminin yasakçı, baskıcı, militarist, yani “askerî çözüm”e dayalı çerçeveyi aşmada yetersiz kaldığı ortadadır.

Evet, “güçlü bir ekonomi” güvenliğin tartışılmaz önkoşuludur. Güçlü ekonomi, yalnızca istikrar içinde büyüyen, refahı artıran bir ekonomi değil, sınıflar ve bölgeler arasında gelir adaletinin sağlandığı, çevrenin korunduğu bir ekonomidir. Evet, “kusursuz bir dış politika” hiç şüphesiz güvenliğin başka bir önkoşuludur. Eğer bundan kasıt ülkenin ekonomiyle, demokrasiyle ve güvenlikle ilgili kaygılarına azami şekilde hizmet eden ittifakların kurulması; uluslararası sorunlara uluslararası hukuk çerçevesinde çözüm arayan, diplomasiye ve barışçı araçlara dayalı bir dış politika ise...

Evet, “caydırıcı bir askerî yapılanma”, etkin bir polis gücü ve yaratıcı bir istihbarat teşkilatı olmadan güvenlik sağlanamaz. Ama parlamentonun, sivil toplumun ve medyanın demokratik gözetim ve denetimi altında olmayan bir güvenlik sektörünün, ulusal güvenliğe karşı kendi başına bir tehdit haline gelebileceği Soğuk Savaş dönemi Türkiye’sinin engin tecrübeleriyle sabittir.

MİT Müsteşarı’nın açıklamasının ulusal güvenliğin temel unsurları arasında “güçlü demokrasi”ye yer vermeyişi inanılır gibi değil. Oysa demokrasi olmadan güvenlik olmaz. Zira yurttaşların refahını ve özgürlüğünü güven altına almayan bir devletin kendisi de güvende olamaz. Yurttaşlar arasında açlık ve yoksulluk kadar, demokratik bir düzenle bağdaşmayan yasak ve baskılar da devlet güvenliğine tehdittir. Türkiye’nin güvenliği “Kürt sorunu yoktur” diyerek sağlanamaz. Kürt sorunu teröre, PKK’ya indirgenemez. Kürt kökenli yurttaşların bir kısmı dil ve kültürlerini özgürce yaşamamaktan, dertlerini serbestçe ifade edememekten şikayetçidir. Bu şikayetleri giderilmelidir. Bu şikayetler giderildiği ölçüde, terörle kendileri mücadele edeceklerdir. Çeyrek asrın tecrübeleri bunu hâlâ öğretemedi mi?

Nihayet bir ülkenin gücü yalnızca, ekonomisi ve ordusu ile, yani “sert gücü” ile ölçülmez. Bir ülkenin “yumuşak gücü”, yani bölgesinde ve dünyada uyandırdığı saygınlık ve itibar, örnek olma vasfı en az ekonomisi ve ordusu kadar önemli bir güç unsurudur.

Zaman, 13.1.2007

Şahin ALPAY

14.01.2007


 

“Atatürk’ü zorla sevdirmek gibi bir mecburiyetimiz vardır!”

“Ebedî şef”in aynı anda bütün dinî/felsefî/ideolojik duruşlara referans teşkil etmesi ne kadar akıl almaz olursa olsun, aklınız bunu alacak!

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 1994 yılında Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlanan Bir Başka Açıdan Atatürkçülük başlıklı makalesinde demiş ki: “...Atatürk’ü sevmek için bütün geçmişi ayaklar altına almak zorunda olmadığımız gibi, bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk’ü sevmek zorunda bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Zorladığınız zaman o insanları münafık edersiniz.”

Hüseyin Çelik’i bu cümlelerinden dolayı kınayan CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce, çok enteresan bir şey söylemiş oluyor. Demiş oluyor ki: “Atatürk’ü sevmek için bütün geçmişi ayaklar altına almak zorunda olduğumuz gibi, bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk’ü sevmek zorunda bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de vardır. Varsın ikiyüzlülük olsun; herkes Atatürk’e sevgi gösterecek!”

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, daha ileri giderek, “Atatürkçü” olmayanların insan bile olmadığını ileri sürmüştü. Cumhuriyet eski Başsavcısı Vural Savaş da “habis ur” gibi tabirler kullanmıştı “Atatürkçü” olmayanlar için.

Sudanlı mütefekkir Abdulvahhab el-Efendi’ye göre bunlar sert bir teokratik anlayışın tezahürleri. El-Efendi, 28 Şubat döneminde İstanbul’da verdiği bir beyanatta, Osmanlı devletinin “ılımlı bir teokrasi” olduğunu, Mustafa Kemal’i putlaştırarak ve ona izafe ettikleri değerlere kutsiyet atfederek bir nevi din icat edenlerin ise “sert bir teokrasi” uyguladıklarını ileri sürmüştü.

Öyle ya; Osmanlı kimsenin inancına karışmazdı, “Kemalist/Atatürkçü” dogmatistler ise inançlarına bağlılık bildirmeyen herkese savaş açmış bulunuyorlar.

İster dindar olun ister dinsiz, ister Batı aleyhtarı olun ister Batıcı, ister muhafazakâr olun ister liberal, ister enternasyonalist olun ister şovenist; ruhban sınıfını hoş tutmak ve engizisyonun çarkına kapılmamak için “Ben Atatürkçüyüm” diyeceksiniz!

Hatta, dini/felsefi/ideolojik duruşunuzun meşru olduğunu ispat etmek için “Atatürk de dindardı”, “Atatürk de dinsizdi”, “Atatürk de Batı aleyhtarıydı”, “Atatürk de Batıcıydı”, “Atatürk de muhafazakârdı”, “Atatürk de liberaldi”, “Atatürk de enternasyonalistti”, “Atatürk de şovenistti” diyeceksiniz!

Ne olacaksanız, “ebedi şef” de o olduğu için olacaksınız! “Ebedi şef”in olmadığı bir şey olmayacaksınız! Söylediğiniz ve yaptığınız her şeyi “ebedi şef”e dayandıracaksınız! “Ebedi şef”in aynı anda bütün dini/felsefi/ideolojik duruşlara birden referans teşkil etmesi ne kadar akıl almaz olursa olsun, aklınız bunu alacak! Şartların mütemadiyen değişmesine rağmen “ebedi şef”in dönemindeki şartlara teslim olmayı da içinize sindireceksiniz! 10 Kasım 1938 günü saat 9’u 5 geçe zaman durmuştur! “Kemalist/Atatürkçü” dogmatizmde içtihat kapısı ebediyen kapalıdır! Din değil ama bu dogmatizm terakkiye kesinlikle manidir!

“Hep bilimin rehberliğinden dem vurmuyorlar mı? Bilimin rehberliği bu mantıksızlığın neresinde?” diye soracak olursanız; vallahi bilmiyorum. “Bilimin rehberliği” hikâyesini ne zaman duysam, Anthony Standen’in bir kitabının başlığını hatırlarım: Bilim Kutsal Bir İnektir.

Yeni Şafak, 13.1.2007

Hakan ALBAYRAK

14.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004