Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Zelzeleden değil velveleden korkun

Özümüze ait bazı kelime ve kavramlar yeni nesillere unutturulduğundan, hem ‘zelzele’yi hem de ‘velvele’yi bilmeyen genç nüfusun çoğunlukta olduğunu düşünerek, yazıma bu kelimeleri tanımlayarak başlayayım. Zelzele, deprem; velvele ise gereksiz telâş, gürültü, heyecan mânâlarına gelmektedir.

Ayağımızın altındaki yer ne kadar sağlam? Güvenle yürürken, kibirle basarken, etrafa çaka satarken, o yerin ayağımızın altından kayıp gideceğini düşündük mü? Bir sarsıntıyla sağa-sola savrulabileceğimizi hiç hatırımıza getirdik mi? Düşünmediysek, artık düşünelim. Zelzeleler, kabullensek de, kabullenmesek de, zaman zaman kendini gösteren bir gerçek. Hem dünyanın hem de ülkemizin bir gerçeğidir. Zelzele denilince, biz hep Japonya’yı hatırımıza getirirdik. Bizim değil başkalarının sorunu zannederdik. Özellikle, 17 Ağustos 1999 tarihindeki o büyük zelzeleden sonra, durum değişti. Artık, zelzele denilince, zihnimizde yalnızca “Japonya” çağrışmıyor, başta “Marmara” olmak üzere, “Ege’si, Doğu Anadolu’su, Trakya’sı”, velhâsıl “Anadolu” çağrışıyor.

Böylece zelzele gerçeği hayatımıza dahil olmuştur. Bu yazıda, zelzele konusunda açıklamalar, bilimsel tahliller yapmayacağım. Çünkü, uzmanlık alanım değil. Gerçi, uzmanlık alanımız olmasa da, zelzeleyle ilgili bazı kavram ve kelimeleri birçok vatandaşımız gibi biz de öğrendik. Zelzeleyle ilgili bilim dalı sismolojiyle uzaktan yakından ilgimiz olmasa da, çoğumuz, fay hattını, aktif-pasif fayı, Richter ölçeğini, tsunamiyi ve benzeri kavramları, 17 Ağustos 1999’dan sonra, hayatın içinde öğrenmiş durumdayız.

Zelzelelerin yoğun ve yıkıcı olarak yaşandığı bir ülke olduğumuzu kabullendik. Zelzeleyle ilgili bilgilerimiz de arttı. Ancak, bu arada başka bir sorun karşımıza çıktı. O sorun da, “gereksiz telâş, gürültü ve heyecana sebep olacak şekilde, her kafadan bir ses çıkması, dayanaksız iddiaların ortalıkta dolaşması, bu tür sözlerden dolayı halkta panik oluşması”dır. İsminin başında koca koca unvanlar bulunan ve zelzele alanında bilim adamı olduğunu iddia eden bazı zatlar, TV’lerde, gazetelerde boy göstermeye başladı. Kimisi şu zaman şu saatte zelzele olacak diye zamanı tayin ediyor ve hatta bazısı kendi kafasına göre tayin ettiği bu zamanı notere de tasdik ettiriyor. Kimisi Marmara’da büyük bir zelzelenin 30 yıl içinde, kimisi 50 yıl içinde olacağını, kimisi de hiç olmayacağını söyleyip duruyor. Kimisi de zelzelenin 10 yıl geciktiğini söylüyor. Bu nasıl mantık, bu nasıl anlayış? Bu tür söylemlerde bulunan bilim adamı unvanlılara bir çift sözüm olacak: Yerin altındaki fay hatlarının ne zaman kırılacağını gördüğünüz yer altı teleskopunuz mu var? Daha açıkçası, toprağın altındaki fay hareketlerinden günü gününe haberdar olduğunuz bir sisteminiz mi var?

Zelzeleler konusunda verilen ölçüsüz demeç ve açıklamalar, tam bir velvele hâlini almıştır. Öyle bir velvele ki, korkuya, paniğe, strese sebep oluyor. Bu velvele ortamında, sağlıklı planlar ve programlar da yapılamıyor. İş aceleye getiriliyor. Göstermelik tedbirler alınıyor. Geçen günlerde medyada gördüm. Bazı okullarda, zelzele tatbikatı adı altında, kameralar karşısında pencerelerden atlanıyordu. Önce Müdür, ardından birkaç öğrenci 2 katlı binadan aşağıya atlıyordu. Görüntüsü bile insanı telâşlandırıyor. Bu görüntülerin dışında, zelzele olacak söylentisinden dolayı, gecenin en geç vaktinde sırtında battaniye ile park ve bahçelerde gezenleri siz de görmüşsünüzdür.

Bunları yazarken, ilgililerin bazı tatbikatlar yapmasına ve vatandaşların kendi tedbirlerini almasına karşı olduğum sanılmasın. Elbet, gerekli tedbirleri almak, ihtiyatlı olmak ve gerekirse günlerce dışarıda kalmak gerekir. Öncü ya da artçı sarsıntılar başladığında, içeride kalmak hatalıdır. Fakat, bu tür belirtiler olmadan, söylentilerle hareket etmek, velveleye gelmektir. İşte buna karşıyım.

Her kafadan bir ses çıktığı, zelzele oldu olacak türü kehanetlerin ortalıkta dolaştığı bu ortamda, insanda tedirginlik, korku, gereksiz panik oluşuyor. Hatta daha da ilerisi, bu tür söylentileri bazıları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıyor. İşi velveleye getirip zelzele söylentisinden tatlı kârlar elde edenler de var. Yani, hasbî değil, hesabî davrananlar var. Böyle bir durumdan bile, yani zelzele korkusundan bile kâr çıkaranların yaygınlaştığı bir toplumda, geleceğe güvenle bakmak zorlaşıyor.

Netice itibariyle, zelzele ülkemizin bir gerçeğidir. Gerekli tedbirler alınmalı, lüzum olan birimler kurulmalı, halkın bilinçlenmesi sağlanmalıdır. Ancak, bunlar yapılırken, halkta gereksiz endişe, telâş, korku, hatta panik oluşturacak söz ve davranışlardan özenle kaçınılmalıdır.

Yazımı sonuçlandırırken, halkımıza da şöyle seslenmek istiyorum. Zelzele değil, çürük binalardır asıl tehlikeli olan. Zelzele değil, velveledir asıl korkulması gereken.

İşte bundan dolayı; “Zelzeleden değil, velveleden korkun” diyorum.

Ahmet SANDAL (Kamu Yönetimi Uz

14.01.2007


Yazmaya dair...

Düşünüyorsak düşüncelerimizi de yazabiliriz, diye düşünüyorum. İllâ ki herhangi bir süreli yayında yazar olmak gerekmiyor. Ama yazalım.

Bir zamanlar benim de içimden yazmak gelmiyordu, yazmaya karşı bir nevî fobim vardı. Lâkin düşüncelerim de vardı, yazmak için. O zamanlar küçüktüm. Editörler, yazı işleri kontrolü vs... bilmiyordum, bilmediğim için de “Ya yanlış bir cümle kullanmışsam, ya anlatım bozukluğuna yol açacak kelimeler kullanmışsam, ya yazdığım geri dönerse bana vs. (‘ya’lar çoğaltılabilir) diye korkak davranıp içimdekileri aksettiremiyordum. Tabiî fobimin bir diğer sebebi ise az okumaktı; az okuduğum için, kelime dağarcığım sınırlıydı. Aynı durum konuşurken de geçerliydi. Yine az okuduğum için telâffuzda zorlanıyordum. Nihayetinde ya konuşmuyordum, ya da konuşmayı yeni öğrenen çocuk gibi oluyordum.

Çok geçmeden asıl nedenini farkettim. Ahirette ve dünyada bana fayda sağlayacak olan kitaba sarıldım. Evet her iki dünyada da fayda sağlayan kitaplar, sağlam kitaplar, dost kitaplar.

İnsan bilmediğine düşman kesilirmiş, aynı zamanda bilmediğinden korkar ve bileni de kıskanabilir. Bazı merhaleleri aştığımı düşünerek (belki ben öyle zannediyorum) şunları söyleyeceğim:

Şimdi kelimeleri, renk cümbüşü gibi, cümle dünyasında gezdiriyorum. Ana renkler, nasıl ki birbirleriyle karıştığında ara renkleri oluşturuyor, ben de dağarcığımdaki kelimeleri, basit Türkçe ile kaynaştırıyorum. Netice olarak, kâh şiir olarak çıkıyor, kâh mizah, kâh “mavişimle” (günlüğüm) sohbet. Bu bence okumanın semeresi.

Hem yazmak, düşüncelerini yansıtmaktır. Ve insan bir bakıma düşüncelerini yansıtmaya mecburdur. Yoksa boynuzlu kralın, berberi olabilir ve kralın boynuzlu olduğunu haykırmaya yer ve fırsat bulamayabiliriz.

Düşüncelerimizi yansıtmalı, içimizdekilerini konuşturmalıyız. Savunduğumuz ideolojiyi de yazmalıyız. Hiçbir korkuya kapılmadan...

Bence savunduğunu yazamayanlar korkaklardandır, tabiî buna gerçekleri çarpıtarak, yalan-yanlış yazanlar da dahil. Çünkü samîmî değiller, eğer samimî olsalardı, karanlık gündemlere ışık tutan aydın ve hakikatperest yazarlar gibi, kalemleri ister istemez gerçeği kâğıda dökerdi. Dolayısıyla onlar da, kutsal olan bu mesleğin kutsallığına nâil olurdu...

Her neyse fazla ukâlalık yapmadan bitireyim yazımı.

Siz de yazın arkadaşlar, korkmadan, gerçekleri yazın. Dergilere, gazetelere, günlüğünüze yazın.

Ve siz de yazın gerçekleri, yazar geçinenler...

[email protected]

Ali KARABİBER

14.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004