Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.

Necm Sûresi, 18

04.02.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Komşusu şerrinden emin olmayan kimse Cennete giremez.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3886

04.02.2007


Hayır ve Hak din galebe edecektir

Acaba hiç mümkün müdür ki, nev-i beşer, şekâvetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip, bu istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşîet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki, âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki, beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki, beşer bu âleme emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair envâ-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.

Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette Cennet ve Cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sâir neviler gibi hayır ve fazîlet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi “takarrur etti” denilebilsin.

Hutbe-i Şâmiye, s. 46-48

Lügatçe:

şekâvet: Sıkıntı içerisinde olma.

istikrâ-i tâmme: Tam bir araştırma neticesinde verilen karar.

meşîet-i İlâhiye: Allah’ın istemesi, iradesi.

halife-i rû-yi zemin: Yeryüzünün halifesi.

galib-i mutlak: Mutlak galib, kesin zafer.

müsâvi: Eşit.

sırr-ı hikmet-i ezeliye: Ezelî hikmetin sırrı.

takarrur: Yerleşme, yerine oturma, kararlı hale gelme.

04.02.2007


Beni Bediüzzaman’a meftun eden, muazzam imanı

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakîkatini, sadakat ve samîmiyetini gösteren en gerçek miyar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimâî, uzvî ve rûhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr; hülâsa, bütün ahlâk ve fazîlet bakımından cidden örnek olan gàyet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup, hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neşesiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gàye sahibinin mahiyet ve hakîkatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakîki çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-Enbiya Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halîfe ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

Peygamber Efendimiz, şu “El-ulemâü veresetü’l-enbiyâ”, yani “Âlimler peygamberlerin varisleridirler” (Keşfü’l-Hafa, 2:1745) hadîs-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar. Zîra, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakîkatin tebliğ ve neşri husûsunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır—her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum; daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'atiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir âlim olduğunu amelî bir sûrette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî birçok fazîlet ve meziyetleri arasında beni en çok meftûn eden şey, onun o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan îmanıdır. Rabbim, o ne muazzam îman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irade; hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazib ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi ile, vaktiyle yazdığım “Mücahid” unvanını taşıyan bir manzûmede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şairâne bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddimesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecd ile dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış. Eğer bir îman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş?

Bir azm, eğer îman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da o îmandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.

Rabbimden, iner azmine kuvvet veren ilham;

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun îman dolu kalbindeki mihrab;

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab.

Kar, kış demez; irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki âlemleri dünyada görür de,

Mahvolsa, eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa;

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Rûhundaki îmanla yanan meşale sönmez.

Kalbinde yanardağ gibi îman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle.

Yıldızlara bas, çık; yüce âlemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.

Sanki, bu mısralar îman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zîra bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır.

04.02.2007


Bir tersten okuma

Risâle-i Nurların satırları arasında dolaşırken, yapabildiğim ölçüde zihnimi açık tutmaya çalışırım. Zihnimi açık tutmaktan kastım, gelebilecek her türlü düşünceye bir engel koymadan, bu düşünceleri dikkate almaktır. Bu düşüncelere de değer verip, bu düşüncelerin üzerinden bir sonuca varabilmeye çabalamaktır.

Meselâ; bir düşünce kırıntısı dünyama geldiğinde okuduğum yerle pek bir bağlantısı olmasa bile üzerinde durmaya gayret ederim. “Ne alâkası var?” veya “Nereden çıktı bu saçma sapan şey?” demek yerine “Acaba okuduğum yerle ya da o günkü şartlarla nasıl bir bağlantısı olabilir?” demeyi tercih ederim.

Hemen belirteyim, bu durum her zaman doğru sonuçlar vermeyebilir. Ya da gelen her düşünceden ille de bir sonuç çıkarmaya da boşuna çabalamam. Bilhassa dünya işleriyle başımın derde girdiği zamanlarda(!), sıkıntılı zamanlarımda oturup sadece okumayı tercih ederim. Risâle-i Nurların insanın sıkıntılarını alıp götürmesi gibi bir terapi etkisi yapabildiğini de yeri gelmişken belirteyim.

Yine de dünyama Risâle-i Nur Külliyatı’ndan düşürdüğüm derslerin bir kısmı Risâleleri bahsettiğim şekilde okurken düşer. Meselâ yakın zamanda İkinci Lem’a’yı okurken böyle bir hadise geldi başıma...

Risâle-i Nur’un belki de en orjinal yaklaştığı konulardan birisidir günah-küfür denklemi. Bu, bilhassa ahirzamanın bol günahlı ortamında çok anlamlı bir yaklaşımdır. Kısaca “Her günahta küfre gidecek bir yol vardır” şeklinde özetlenen bu yaklaşım, insanı günahın ne kadar vahim sonuçları olabileceğine ikna eder. İnsanı günahtan olabildiğince uzak tutmayı hedefler.

İkinci Lem’a’da okuduğum bir yerde bu günah-küfür denkleminden şu şekilde bahsedilir:

“Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

Devamında bunun nasıl olacağına çok ikna edici iki örnek verilir:

“Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

“Hem meselâ, Cehennem azâbını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.”

Böylece günahın nasıl insanı imansızlığa götürebileceğini bâtılı tasvir etmeden mükemmel bir şekilde izah eder Risâle-i Nur. Bu bahis, üzerinde çok durulmayı hak ediyor olsa da bunu bir başka yazıya havale ediyorum.

Bir defasında bu satırları okurken aklıma teravih namazı ve diğer nafile namazlar geldi. Ben de ilk anda sizin şu anda yaptığınız gibi “Allah Allah” dedim. “Ne alâkası var?”. Ama bu düşünceyi hemen savuşturmak yerine üzerinde biraz düşündüm. Tam da bu anda geçen ramazan ayı içerisinde teravih namazı bitişinde aklıma düştüğüm bir not, okuduğum yerle bağlantı kurmama vesile oldu.

O gün namazdan hemen sonra “ne güzel” demiştim. “Kıldığımız 20 rekât namaza melekler şahit oluyorlar”. Meleklerin varlığı bana ne kadar hoş gözükmüştü. Birden günah-küfür denkleminin tersi bir denklemin ibadet-iman arasında olabileceğini anladım. Ve okuduğum yerde belirtilen ifadeleri biraz da tersinden okudum.

Meselâ yirmi rekât teravih namazı kılan bir adam, başkasının ibadetini takdir etmesini istediği vakit, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok şirin geliyor. Küçük bir emare ile, bir işaret ile onlara iman etmek mümkün oluyor. Keşke melekler görse diyerek meleklerin varlığını gönülden istiyor.

Hem meselâ geceleri kalkıp namaz kılan bir insan, bu namazının Cennette Gani-i Rahîm’in hazinesinden hediyelere vesile olacağını düşünse, Cennetin vücudunu, varlığını ne kadar ister. En ufak bir ispat ile imanı artar, sağlamlaşır. Bu şartlarda Cennetin varlığına dair gelen şüpheler içeriye yol bulabilir mi?

Bir kez daha anladım ki, nasıl “Her günahta küfre gidecek bir yol vardır” öyle de “Her ibadette imana, imanı kuvvetlendirmeye gidecek bir yol vardır.”

Böylece Risâleler ibadetlerin bilhassa nafile ibadetlerin insana ve imana etkisine dair çok güzel açılımlar sunarken, ben bir kez daha Rabbime Risâle-i Nur gibi hikmetlerle dolu bir hazineden çok az da olsa faydalanmayı nasip ettiği için şükrettim.

Ahmet Tahir UÇKUN

04.02.2007


Dünyanın en büyük çiçeği neyi ders veriyor?

Kayıtlara göre dünyanın en büyük çiçeği

olarak bilinen ve çok nadir bulunan Rafflesia'nın ömrü sadece 2 hafta. Dünyada sadece Endonezya'nın Sumatra ve Borneo Adaları ve Güney Tayland'daki Khao Sok Millî Parkı'nda, Ocak sonundan Şubat ortasına kadar görülen Rafflesia, bir hafta içinde çiçek açıp

ikinci haftada da ölüyor. Genişliği 1 metreye kadar büyüyebilen Rafflesia'nın ağırlığı ise 11 kilograma

kadar ulaşabiliyor. (aa)

Evet, dünyanın en büyük çiçeği olarak bilinen Rafflesia, neyi ders veriyordu acaba?

Şu dünya sergisinde sergilenen her varlık, Yaratıcının, idrak sahiplerinin nazarına tefekkür ve takdir etmeleri için sunduğu birer sanat eseri olduğuna göre, bu çiçek de iki haftalık ömrüyle zihinlerde bir hakikatin idrakine hizmet ediyor olmalıydı.

Acaba bu hakikat neydi, ne olabilirdi?

Rafflesia'nın ömrü iki haftaydı. Yaratıcı öyle takdir etmişti çünkü. Cismi iki hafta kalıyordu yeryüzünde ama, görüntüsü ve ifade ettiği mânâlar hafızalarda bir ömür boyu sürebiliyordu. Kimbilir belki de onun vazifesi, mânâsını biz insanların hafızalarına nakşedip gitmekti. Onun ve onun gibi bu dünya sergisine gelip giden varlıkların vazifesine böyle dikkat çekmişti çünkü Said Nursî.

“Bir zaman (...) mevcudâtın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: ‘Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar? Onların şahsına bakıyorum: Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye, temâşâgâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?’ diye çok merak ediyordum. “O zaman, mevcudatın, hususan zîhayatın (hayat sahiplerinin) dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lûtf-u İlâhî ile buldum. O da şudur:

“Herşey, hususan zîhayat, gayet mânidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, bir ilânnâme-i İlâhîdir. Umum zîşuurun mütalâasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalâacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lâfzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismâniyesi kaybolur.” (Lem’alar, 30 Lem'a, s. 338)

Aslında bu hikmet de kâfî gelmemişti Bediüzzaman'a. Çünkü o varlıkları tefekkür edecek şuur sahipleri sınırlıydı. Öyle ya, iki haftalık ömrü olan Rafflesia’yı kaç kişi tefekkür edebilirdi? Ve kimbilir kaç Rafflesia çiçeği, kimse göremeden çürüyüp gidiyordu bu diyardan? Öyleyse, varlıkların en büyük yaratılış amacı başka birşey olmalıydı. Said Nursî'nin zihnindeki sorular uzayıp gidiyordu. Cevapları ise Lem'alar isimli eserinin 30. Lem'a’sında, ‘İsm-i Kayyum’ nüktesinde veriyordu...

İsmail TEZER

04.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004