Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Tuğba Akbey İNAN

Kalemi ve yazdıklarımı tanıklığa çağırıyorum

Ahmet Taşgetiren Bizim Radyo’da Mavi Dünya programının konuğu oldu geçen günlerde… Ona, “Her şeyi sorabilir miyim?” dediğimde, tüm içtenliğiyle “Evet” dedi.. Konuşma boyunca gençliğin eğitimi konusunu önemle vurguladı Taşgetiren. İşte kalemin ve cümlelerin şahitliğiyle Ahmet Taşgetiren röportajı…

* Yeni Şafak gazetesinden ayrıldıktan sonra ahmettasgetiren.com.tr adresinde yazdığınız yazılarla okuyucularınızla buluşuyorsunuz. Şimdilerde başka bir gazetede yazma projeniz var mı?

Henüz bir gazetede yazma fikri yok. Ama yazılarım, kendi sitem dışında, “Dünya Bülteni” isimli sitede de yayınlanıyor. Yirmi bir yıldır da Altınoluk Dergisi’nde yazılarım devam ediyor. Bir radyoda (Burç FM Saat 19) günlük yorumlarım yayınlanıyor.

* Ahmet Taşgetiren, siyasete dair yazdığı yazıların yanında, insan merkezli yazılar da yazıyor. Ben bir okuyucunuz olarak ikincisini daha çok sevenlerdenim. Bu konuda diğer okuyucularınızın görüşleri nedir?

Altınoluk dergisinde 21 yıldır yazıyorum. Bunun uzunca bir dönemini derginin yayın yönetmeni olarak geçirdim. Hep şunu söyledim; Altınoluk’taki hizmetimi diğer bütün hizmetlerimden daha öncelikli buluyorum. Dünyanın yaratılış ve varoluş misyonuyla ilgili temel meseleleri ele alan bir çizgimiz var. Ben siyasetle ilgili yazılarımın da buradan beslendiği ölçüde faydalı olacağına inanıyorum. Senai Demirci Bey bir program da “Zor olmuyor mu? Derginizin dünyasıyla günlük yazı, siyaset dünyası arasında gidip gelmek” diye sordu. Ben de, “Aslında bu iki dünya birbirinden kopuk değil. Eğer doğru bakarsanız siyasete gönül dünyasından, gönül dünyasına da siyasetten akışlar olmalı. Çünkü o dünya çok soyutlanmış, tecrid edilmiş bir dünya değil” dedim. Birbirlerini beslediğini düşünüyorum. Ama sizin ifade ettiğiniz hassasiyet de önemli…

* Yeni Şafak gazetesinde yazarken yazdığınız bir yazı nedeniyle ayrıldınız. “Nasıl oldu, neden oldu”yu sormaktan ziyade, siz bu ayrılışı değişen değerler açısından nereye oturtuyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz diye sormak isterim?

Önce Yeni Şafak’ı değerlendirmek lâzım belki de. Yeni Şafak başta bir misyonla çıktı, ki bu misyon bence önemliydi. Bu misyonun İslâmî bir misyon olduğunu düşünüyorum. Bana göre her insan, hayatında nerede bulunursa bulunsun, Rabbiyle olan ilişkilerini dikkate almak zorundadır. Babadır, annedir, amirdir, siyasetçidir, yazardır, işçidir ya da işverendir… Hepsi yaptığı işle ilgili davranışlarını belirlerken, Rabbiyle olan ilişkilerini dikkate almak zorundadır. Çünkü bizim inancımız Rabbimizin bizi her an gördüğü bilgisini veriyor bize. Başlarda Yeni Şafak’ta böyle bir değerlendirme yapılmıştır. Şimdi bu hassasiyetin bütünüyle kalktığını söyleyemem, ama ben her an olması gerektiğini düşünüyorum bu duyarlılığın medya gruplarında. “Her söylediğimiz sözün, her yaptığımız işin kalem ve yazdıkları tanıklık edecek” diyor Kalem Sûresi. O zaman da kendi kaleminin ya da bilgisayarının tanıklık edeceğinin farkında olması lâzım. Bunu unutabiliyoruz. Gaflet sahibi insan için, Rabbi onu görüyormuş gibi yaşama hissi, hayatın içinde zaman zaman arka planda kalabiliyor. Bu duyarlılığın diri olmasının altını özellikle çizmek isterim. Yeni Şafak’la ilişkimiz söz konusu olduğunda, bir yazarın dostlarına karşı da uyarı misyonunu kaybetmemesi gerektiğini, dostluğun bu olduğunu düşünüyorum. Kendi dostlarımız Türkiye’yi yönetiyor bile olsalar, “dostlarımız iktidara geldi, yanlışlarını da görmeyelim” demeyi doğru bulmuyorum. İşte bu yüzden Yeni Şafak’la aramızda açı farklılıkları doğdu.

* Üniversitede başörtüsü sorunu yaşarken, içimizden gelen sözleri söyleyenlerden biri de sizdiniz. Cümleleriniz bize çok şey kattı ve çok da destek oldu. Ardımızda bıraktığımız on yıla rağmen, çok da fazla değişen bir şey yok ne yazık ki. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Başörtüsü meselesini Türkiye çözemedi henüz. Yasaklarla çözdüğünü zannedenler oldu. Gazetelere manşetler çıktı: 'Artık çözüldü' diye. Nasıl çözüldü? Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yasak kararını onaylayan tavrı oldu. Oysa başörtülü öğrencilere yasak uygulayarak çözülemez bu iş. Allah’la meseleyi halletmek lâzım. Böyle bir yazı da yazdım. Kur’ân'da âyetler durduğu sürece, bazı öğrencilere başlarını açtırabilirsiniz, ama Amerika’dan, Avrupa’dan başka bir bayan gelir, Allah’ın bu âyetini okur ve “Rabbim benden örtünmemi istiyor” diyebilir. O zaman tekerlek yeniden dönmeye başlar. Fakat Türkiye’de fanatik duruş devam ediyor maalesef. Türkiye kendi çocuklarının kanatlarını kırıyor. Oysa Türkiye’nin yetişmiş insana ihtiyacı var. İmam Hatip mezunu bir genç, eğer üniversite sınavında birinci oluyorsa, onun önünü kesmenin Türkiye’ye bir faydası yok. Onda demek ki uçma kapasitesi var, bırakın uçsun. Başörtülü bir genç kız fakültesinde birinci oluyorsa, demek ki onda bir kapasite var. Önünü kesince ne olacak; On kadın daha doğum için şehre götürülürken can verecek, çocuklar da hastalıktan can verecek. Bunu mu arıyor Türkiye? Ben öyle başörtülülere ve İmam Hatip Liseli gençlere rastladım ki; delikanlı çağlarında gözlerindeki hüznü fark ediyordunuz. O çocuk bilecek ki ben çalışıp çabalayacağım Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanacak kadar puan alacağım, ama gidip Van’daki 2 yıllık bir meslek yüksek okulunu okumak zorunda kalacağım. Bunda insaf yok.

* İmam hatiplerle ilgili bir kaç gazetecinin köşesinde yazdığı yazılar oldu. İmam hatipler meslek lisesi statüsünde kabul ediliyor. O zaman kapatılsın ve madem halkın dini öğrenme özgürlüğü var, diğer okullarda bu özgürlüğü savunalım diye önerilerde bulundular. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

O tezi kimlerin seslendirdiğini biliyorum. Bizim içimizden oralara gitmiş biri tarafından seslendirildi. O tez de bu açıdan, bağışlayın, bir yamukluk seziyorum. Benim şöyle bir düşüncem var. Aslında İmam Hatip Liseleri şu andaki program yapıları itibariyle Türkiye’nin normal orta öğretim kurumları olmalı. Türkiye’de bir eğitim sorunu ve kişilik inşa edememe durumu var. Gazetelerde erkek arkadaşını paylaşamadıkları için birbirini bıçaklayan kız öğrencileri, kız arkadaşını paylaşamayıp birbirini öldüren gençleri okuyoruz. İmam Hatip Liseleri’nin şu anki programı belki orta öğrenim programı olsa, Türkiye o kişilik inşa edememe sorununu halletmiş olacak. Bu ülkenin çocukları İslâm’la, manevî değerlerle, millî kültürüyle buluşsun. Değerler eğitimi diye bir şey var okullarda. Bunun içinin iyi doldurulması gerektiğine inanıyorum. Bu söylediklerim yapılıyor olsa, İmam Hatip Liseleri niteliğinde bir eğitim verilmiş olur. O zaman İmam Hatip Liselerini İlahiyat Fakülteleriyle birlikte din âlimi yetiştiren okullar haline getirebilirsiniz. Kapatmakla olmaz, çünkü bu ülkenin din âlimine de ihtiyacı var. Şu da biliniyor ki, bir dönem İmam Hatip Liselerine çok büyük bir yöneliş vardı. Veliler çocuğum okula gitsin, hem dinî eğitim alsın, hem de üniversitede dilediği bölümü seçsin diye gönderiyordu çocuklarını bu okullara. Niye kaçıyor insanlar normal eğitim kurumlarından? Korkuyorlar da ondan. 28 Şubat’tan beri eğitimciler 6 yaşındaki bir çocukla 15 yaşında bir çocuğun aynı okulda eğitim görüyor olmasını tartışıyor. Birisi çocukluk çağında, diğeri ergenlik çağındaki öğrenciler aynı okulda eğitim görüyorlar. Bunun sağlıklı eğitimle bağdaşmadığını herkes ifade ediyor. Bu yüzden eğitimi bir bütün olarak düşünmeli. Bakın dünyada da gençliğin bir sürüklenişi var. Bugün Batı, “Ben gençliği nasıl kurtarırım?” diye düşünüyor. Almanya’ya gitmiştim. Orada şöyle bir istatistik veriyorlar; Ceza evlerindeki gençlerin dörtte üçü Türk gençlerinden oluşuyormuş. Bu korkunç bir şey tabiî… Almanya’da, Üçüncü Nesil Derneği adında bir dernek kurmuş Türk gençleri. Yaşları 20-25 arasında. Daha dindar bir topluluk. Bu gençlerin hayatın da alkol yok, uyuşturucu yok, şiddet yok. Alman polisi bu gençleri çağırıp, “Güzel işler yapıyorsunuz, bizim gençlerimizle biraz ilgilenseniz” demişler. Yani, eğer biz gençliğimizi sağlıklı kişilik değerleriyle donatabilirsek, belki de dünya gençlerine örnek olacak. Şimdi tv programlarımıza ve gençlik programlarına bakın, Batı’da tüketilen şeyler bizde de gençliğimize ulaştırılıyor. Yani eğitim ve gençliğin durumunu bir bütün halinde değerlendirmek lâzım.

* Peki gençlerle ilgili bize sunulduğu gibi bir tablo olduğuna inanıyor musunuz? Yoksa medya hep kötüyü göstererek halimizin kötü olduğu imajını mı veriyor bize?

İki taraflı bir gidiş var bence. Bir yandan hakikaten kendine özen gösteren bir gençlik çizgisi oluşuyor. Bir yandan da savrulan bir gençlik çizgisi var. O savruluş önemli. Uyuşturucu, alkol, bohem hayatı, hedonizm (hazcılık), erken cinsellik uyarışları kızlarda da erkeklerde bunların ortaya çıkardığı evlenme yaşının ileri zamanlara itilmesi durumlarını önemli bir gençlik kesiminin yaşadığına inanıyorum. Türkiye genç bir ülke. Yüzde ellisi 20 yaşın altında. Genç nüfus Avrupa Birliği’nin de önemsediği bir durum. “Türkiye niye Avrupa Birliği ile ilişki kurmalı” diye sorduğumuzda, Avrupa’da iki şey söyleniyor; birincisi Türkiye’nin stratejik konumu, ikincisi genç nüfus. Çünkü Avrupa yaşlanan bir nüfusa sahip. Uzun vadede kendi ekonomik şartlarını döndürebilmek için bile genç nüfusu yok. Onun için Türkiye’yi potansiyel bir nüfus alanı olarak değerlendiriliyor. O zaman bizi daha çok ilgilendirmeli ihraç edeceğimiz genç nüfusun hali. Anadolu’da aile üzerine yaptığımız konferanslara gelen anneler, en çok, “Çocuğumuza nasıl sahip olacağız?” sorusunu soruyorlar. Ben de “Asıl kapkaç çanta kapkaçı değil, çocuklarımızın yüreği çalınıyor” diyorum. O bakımdan gençlik ciddî sorunlarla karşı karşıya. Türkiye bu genç nüfusunun önümüzdeki on yılını iyi değerlendirmeli. Gençlik bir ülkenin önemli bir gücüdür. Yoksa kayıp süreci şimdiden başlamış durumda. Bazen şu örneği veriyorum: Anneler babalar çocuklarının ellerinden tutmuş, deniz kıyısında oturuyor. Sonra bir tsunami dalgası geliyor. Dalgalar çekildiğinde bir bakıyor anne babalar, çocukları yanlarında değil. Almış gitmiş bir dalga, bir fırtına, bir rüzgâr çocukları. Bir fırtına çocuklarımızın yüreğini, kafasını kalbini almış, gitmiş. Sonradan acılar duyuyoruz. En son bir uyuşturucu operasyonu haberini okuduk. Haberlerden biri kendi çocuğunu polise ihbar eden öğretim görevlisiyle ilgiliydi. Kendisi kurtaramıyor baba uyuşturucu bağımlısı haline gelmiş çocuğunu ve “polis kurtarsın hiç olmazsa” diyor. Bu yüzden, devletin, halkın el ele verip, velilerin okulların bu ülkenin genç nüfusunu hazırlamak için gayret sarf etmeleri gerekir diye düşünüyorum. Seferberlik ilân edilsin.

Tuğba Akbey İNAN

03.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (02.02.2007) - Magazin haberler uyuşturucu gibi

  (29.01.2007) - Kemalistler CHP’nin ittihatçı kökenine döndüler

  (28.01.2007) -

  (22.01.2007) - Reklâmlar farklı bir hayat dayatıyor

  (21.01.2007) - Bu toprakları gömülmek için istiyoruz

  (16.01.2007) - Risâle-i Nurda entelektüel emek var

  (15.01.2007) - Alper Görmüş: Tankları görünce coşan gazeteciler var!

  (08.01.2007) - Nadire Mater: Özgürlük mücadelesine devam ediyoruz

  (07.01.2007) - Döviz büroları zorda

  (05.01.2007) - “Yeni Asya’nın çok emeği var bende”

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004