Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Söyleyin bana, putlarınız Lât'ın, Uzzâ'nın ve bir üçüncüsü olan Menât'ın ilâh olacak bir vasıfları mı var?

Necm Sûresi, 19-20

05.02.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Birbirinize iftira etmeyiniz.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3887

05.02.2007


Uyanan insanlığın Allah’ı tanımaktan başka çaresi yok

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfî gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı dîn-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar.

Hutbe-i Şâmiye, s. 30-32, Y.A.N.

Lügatçe:

Sâni-i Âlem: Âlemi

an'atla yaratan Allah.

kuvâ: Hisler, melekeler.

intibah: Uyanma.

istinat: Dayanma,

dayanak.

ihtiyâcât: İhtiyaçlar.

istimdad: Yardım isteme, medet umma.

câmi: Kapsamlı, geniş.

kuvve-i hayaliye: Hayal etme kabiliyeti.

saadet-i ebediye: Sonsuz mutluluk; Cennet.

hal-i âlem: Şimdiki hal ve yaşama şekli.

ihtiyac-ı şedîd: Şiddetli ihtiyaç.

küre-i arz: Dünya.

05.02.2007


Sünnet-i Seniyyenin ehemmiyeti

Sünnet-i Seniyye; Peygamber Efendimizin (asm) sözlerine, fiillerine, emirlerine dair en yüksek ve kıymetli tavırlar ve hareket düsturları olarak tanımlanır. Sünnet-i Seniyye aynı zamanda bizler için Kur’ân-ı Kerim’den sonra en sağlam bir kaynak, başvurabileceğimiz en emin bir yoldur.

Sünnet, Kur’ân’ın anlattıklarını tasdik eder, izâhâtını yapar ve anlaşılması müşkül olan konuları vuzuha (açıklığa) kavuşturur. Kur’ân’da sünnete ittiba etmenin ehemmiyeti şu şekilde dile getirilir: “Deki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı çok merhamet edicidir.’”1 Nitekim insanın mahiyet-i camiasına yerleştirilen istidad-ı muhabbet yani sevme kabiliyetinin asıl gayesi muhabbeti Cenâb-ı Hakk’a tevcih etmek değil midir?

Yine Peygamber Efendimiz (asm) sünnete ittibâ etmenin ehemmiyeti hususunda şöyle buyurmaktadır: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir” Peki sünneti bu şekilde ehemmiyetli kılan ve bize ebedî bir hayatı kazanmamıza vesile olan şey nedir?

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizin (asm) zâtına, şahsına, güzel ahlâkı, edebi, ibadetin en doğru olanını derc etmiştir. Bundandır ki bizler küçük bir sünneti yaparak Peygamber Efendimiz’i (asm) hatırlar ve doğrudan Cenâb-ı Hakk’ı hatırımıza getirir, Allah’ın rızasını kazanmaya nail oluruz. “İşte şu sırra binâen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir.”2

Sünnet-i Seniyyeye ittibâ aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’a muhabbeti de doğurur. Yukarıya aldığımız “Deki: ‘Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin...’” âyetinde zikredildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’a olan sevginin tam mânâda olabilmesi için Resûlullah’ı (asm) sevmek gerekir. Bu âyetin mânâsını Bediüzzaman şöyle ifade ediyor: “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”3

“Elhâsıl; muhabbetullah Sünnet-i Seniyyeye ittibâı istilzam edip (gerektirip) intâc ediyor.”4

Sünnet-i Seniyyeninde mertebeleri vardır. Bir kısmı vacip olanıdır, yani terk edilemez. Bunlar muhkemattır, yani sağlam ve kuvvetli olanıdır, değiştirilemez. Bir kısmı da nevâfil, yani nafile nev'indendir. Bu da iki kısma ayrılır. Birincisi, İslâmın hükümlerinde bulunan ibadetlere tabi Sünnet-i Seniyyedir. Bunlar terk edilemez, değiştirilemez ve bunlara uyulması da zorunludur (kurban kesmek, vb). Bir diğeri ise, usul, yol, yordam ve davranış kaideleri gibi Peygamber Efendimizin (asm) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair olanıdır. Terkinde bir günah yoktur fakat büyük bir sevaptan mahrumiyet vardır. İmkânlar dairesinde yapmak ehemmiyetlidir. (Yemek, içmek, konuşmak, yatmak gibi…)

Peygamber Efendimize (asm) yüz çevirenlere ve sünnetine ittibâ etmeyenlere Bediüzzaman Said Nursî şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.”5

Cenâb-ı Hak, bizi Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine ittibâ eden ve bunları kendine âdet hükmüne getiren ve rızasına nail olan kullarından eylesin. (Âmin)

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 31

2- 11. Lem’a, 1. Nükte

3- 11. Lem’a, 10. Nükte

4- 11. Lem’a, 5. Nükte

5- 11. Lem’a, 8. Nükte

Özkan ERDEM

05.02.2007


Zindanlar ona gülistan olmuş

Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerîmede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor: Meâl-i Şerîfi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle—Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle—beraberdir.” (Ankebût Sûresi: 69.)

Demek ki, îman ve Kur’ân uğrunda, candan ve cihandan en mücahidlere, büyük Allah, hakîkat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ; Cenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azîm va’d-i İlâhîyi îcap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu âyet-i kerîme, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil husûsunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nûrun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zîra, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nîmetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma, vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nûru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzûr-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fanî emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gàye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yarı, mürebbîsi, velisi;

Andıkça, bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir marifet iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor rûhuna Kur’ân.

Kur’ân ona yad ettiriyor, “Bezm-i Elest”i,

Aşık, o tecellînin ezelden beri mesti.

İşte, Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür; oradan insanlığa ulvî bir gàye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yûsufiyeye inkılâp eder; oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zîra oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın îmanını kurtarmak ve caniléri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek îman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fanîler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak, rûhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların (r.a.) fenafillah, bekàbillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her mü'minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, îman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneyivatı nispetinde bu İlâhî hazdan feyizyab olabilir. Lâkin, bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gaf letine düşmüyorlar. Nefisleri ile, aslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakkî ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları o Cemal, Kemal ve Celâl sıfatları ile muttasıf olan Rabbü’ l-Alemînin rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevlâ; bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, amin.

Yukarıdaki sahifelerde, Büyük Üstadın, dostlarını meftûn ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli îmanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hale halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalatından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati

Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zîra gözler ve gönüller bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatin şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

05.02.2007


ESMA-İ HÜSNA

Sübhân

Allah (c.c.), Sübhân’dır. Yani, bütün kusur ve noksanlıklardan münezzehtir, acz ve zaaflardan berîdir, eksiklik ve hatalardan müberrâdır, mukaddestir, yücedir. Tesbih, tazim ve tenzih edilmeye lâyık tek varlık Cenâb-ı Allah’tır.

Hazret-i Ali’nin (ra) Peygamber Efendimizden (asm) rivâyet ettiği Sübhân ismi, Kur’ân’da da yer alır. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da Kendi Zâtını Sübhân ismiyle tenzih eder: “Allah şirk koşanların şirklerinden ve bâtıl fikirlerinden münezzehtir, yücedir.” (Haşir Sûresi: 23) Kur’ân, yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tazim ettiğini ve yücelttiğini bir çok âyette beyan eder: “Göklerde ve yerde ne varsa, Melik, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Yüce Allah’ı tesbih ederler.” (Cuma Sûresi: 1)

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, yeryüzünde her mevsim tazelenen mahlûkatın îcat ve tedbirindeki intizam ve tanzim, umûmî bir hikmeti göstermektedir. Göz önündeki bu hakîmâne, kerîmâne, rahîmâne ve rezzâkâne terbiye ve bu acîp, hârika ve mu’cize keyfiyet kör tesâdüfle ve serseri tabiatla aslâ izah edilemez. Bu sonsuz tecellîler, nihâyetsiz derecede mukaddes, münezzeh, müberrâ ve muallâ olan ve sonsuz derecede Kadîr, Alîm, Semî’ ve Basîr olan Zât-ı Zülcelâle şehâdet etmektedirler.

Rubûbiyetin paklığı ve kutsiyeti, kulun kendi kusurunu görüp istiğfar etmesini gerekli kılar. Kul, Rabbini bütün kusurlardan pâk ve berî, ehl-i dalâletin batıl fikirlerinden münezzeh ve yüce, kâinatın bütün noksanlıklarından mukaddes ve uzak olduğunu tesbih ile, “Sübhanallah” diyerek ilân etmelidir.

İnsanın yaratılış gayesinin ibâdet olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, ibâdetin de, Fâtır-ı Zülcelâlin rahmetine karşı kulun, “Estağfirullah” ve “Sübhânallah” diyerek kusurunu, “Hasbünallah” ve “Elhamdülillah” diyerek fakrını, “Allahü Ekber” ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” diyerek aczini îlân ve itiraf etmek, vücuduyla Allah’ın eşsiz rubûbiyetini göstermekten ibâret olduğunu kaydeder.

Bediüzzaman’a göre namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih, tâzim ve şükürdür. Yani kulun, celâline karşı diliyle ve ameliyle, “Sübhânallah” diyerek Allah’ı takdis etmesi, kemâline karşı sözü ve ameli ile, “Allahü Ekber” diyerek Cenâb-ı Hakkı tâzim etmesi, cemâline karşı, kalbi, dili ve bedeniyle, “Elhamdülillah” diyerek yüce Allah’a şükretmesidir. Tesbih, tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Bu üç zikrin, namaz içerisinde sıklıkla yer alması bundandır. Cenâb-ı Hakkın nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve âcizsiz izzetine karşı kul rukûa gitmeli ve bütün kâinatla beraber zaaf, acz, fakr ve zillet içinde Allah’ın huzurunda eğilmelidir. Rükûda “Sübhane Rabbiye’l-Azîm” diyerek Rabb-i Azîmini tesbih ettikten sonra, zevalsiz Zâtının cemâline, değişken olmayan kudsî sıfatlarına ve dâimî olan sermedî kemâline karşı secde etmelidir. Secdede bütün fânîlere bedel bir Cemîl-i Bâkî ve bir Rahîm-i Sermedî bulup, “Sübhane Rabbiye’l-A’lâ” diyerek zevâlden münezzeh ve kusurdan berî olan Rabb-i A’lâsını takdis etmelidir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

05.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004