Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yoksa Mûsâ'nın ve vazifesini hakkıyla yerine getiren İbrahim'in sahifelerinde olan şu hükümler ona bildirilmedi mi?

Necm Sûresi: 36-37

16.02.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 9

16.02.2007


Müsâvâtsız adalet, adalet değildir

Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir. Müsâvâtsız adalet, adalet değildir.

Mektûbât, s. 462

***

Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 84

***

Suâl: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsâvî olacağız?

Cevap: Müsâvât ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE

Haşiye: Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam tesellî ile siyaset-i İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.

Münazarat, s. 66

Lügatçe:

müsâvât: Eşitlik.

gedâ: Fakir, kimsesiz, dilenci.

evâmir-i şer’iye: Dinin emirleri.

evâmir-i tekviniye: Allah'ın kâinatta geçerli olan emir ve kanunları.

ağleb: Çoğunlukla, galiben.

atâlet: Tembellik.

sa’y: Çalışma.

sadr-ı evvel: İslamın başlangıç devri.

cemî: Hepsi, bütünü.

revabıt: Bağlantılar.

levazımat: Gerekler.

â’sâr: Asırlar.

tâzib: Azap ve sıkıntı verme.

imtisal: Uyma.

mürafaa: Yüzleşerek muhakeme olmak.

16.02.2007


Dört büyük nimet

İnsanın aklına rızk denince sofrasındaki nimetler gelir. Sebzeler, meyveler, etler, köfteler, börekler, çörekler daha yüzlercesi. İnsan böyle yüzlerce nimet ile beslenir, lezzetlenir, rızıklanır. Ve bizler soframızdaki nimetleri yemeye başlarken Bismillah deriz. Yemek süresince Rabbimizin nimetlerini düşünür, yemek bittiğinde de Elhamdülillah diyerek minnet ve şükür duygularımızı Rabbimize takdim ederiz. Yani fikrin, zikrin ve şükrün en mühim vesilesi de yine sofralarımızdaki rızklarımızdır.

Peki rızk denince sadece sofralardaki leziz yemekler mi akla gelmeli? Hayatımız için bundan daha öncelikli rızk ve nimet var mı? Veya rızk sadece meyveler, sebzeler ve etler mi? Elbette ki hayır. Rızk sadece bu saydıklarımız değil. Ondan çok daha önemli olan, hayatımız için olmazsa olmaz olan dört büyük nimet var. Lisan-ı hali hep bizi ikaz ediyor ve diyor ki: “Başını sofradan kaldır biraz da bizlere bak. Bizler senin hayatın için, dünyada mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşaman için Allah tarafından verilmiş olmazsa olmaz nimetleriz. Biraz da bizim için Allah’a şükret.”

Evet, bu nimetler ise hava, su, ısı-ışık ve toprak nimetleridir.

Gerçekten de öyle değil mi? İnsan hayatı ve hayatın şu dünya yüzünde devamı için bu nimetler en öncelikli, en vazgeçilemez nimetler sınıfından değiller mi? Bir havayı düşünün. Yokluğuna ne kadar dayanabiliriz? İsterseniz ağzınızı ve burnunuzu kapatıp bir deneyin. Ne kadar süre dayanabileceksiniz? Uzmanlar en fazla altı dakika dayanabileceğimizi söylüyorlar. Ondan sonra hayat biter. Demek ki hava bizim için ne kadar değerli.

Bazen insanlar birbirlerine hakaret olsun diye, “Havasın sen!” derler. Güya karşısındaki kişiyi küçük düşürmek için, ‘hiçbir mânâ ifade etmediğini’ demeye getirirler. Ama o an bilselerdi ki hava onlar için her şeydir, belki o zaman yaptıkları hakaretten utanırlardı. Hava gibi çok kıymetli bir nimeti böylesine küçük görmezlerdi. Evet, insan ruhu her an “Hu’ya” muhtaç olduğu gibi, insan cismi de her an havaya muhtaçtır. İnsan zaten nefes alıp verirken hep ‘Hu’ diye nefes alıp verir. Şayet insan fıtrî olarak yaptığı bu zikri, fikrî olarak da yaparsa büyük bir sevap kazanmış olur. Belki de hava gibi küllî bir nimete küllî ve daimî bir şükür yapmış olur.

İnsan için dört büyük nimetlerden birisi de su’dur. O lâtif, nazik, yumuşak, berrak, temiz su. İnsan vücudunun dörtte üçü su ile dolu olduğu gibi, dünyamızın da yaklaşık aynı miktarı su ile doludur. Su hayat için o kadar önemli bir nimettir ki, “Su hayattır” tâbiri adeta darb-ı mesel olmuş. Yapılan araştırmalarda insanın susuzluğa ancak altı gün dayanabildiği görülmüştür. Elbette ki bu normal şartlar için geçerlidir. Dünya yüzündeki su kaynaklarımız ise nehirler, göller ve ırmaklardır. Muhakkak ki en önemli diğer bir kaynak da yağmur ve kardır. Yağmur ve kar öyle büyük bir nimettir ki, bu nimet bir sebebe bağlanmamış. Cenâb-ı Hak bu nimeti doğrudan yed-i kudretinde tutuyor. Ki, insan yağmur için doğrudan Allah’a el açsın. Her zaman Allah’a muhtaç olduğunu beyan etsin. Bu sebeple yağmura rahmet adı verilmiş. İşte her bir bardak suyu içtiğimizde, elimizi yıkayıp kirlerimizi temizlediğimizde yağmurun bu rahmet cihetini zikredip düşünelim. Her bir damlanın nasıl bir hikmet ve nizam içinde bulutlardan sağılıp insan hayatının devamı için yeryüzüne gönderildiğini idrak edip Allah’a yağmur damlaları adedince şükredelim ki, küllî bir nimete küllî bir şükür yapmış olalım.

Diğer bir önemli nimet de ısı ve ışıktır. Bunun da kaynağı güneştir. Güneş, şu dünya yüzünde yaşayan biz canlılar için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, hayatımız doğrudan bu nimetin devamına bağlıdır. Bir sebep olarak “Hayat kaynağımız güneştir” desek yanlış olmaz herhalde. Zira soframızdaki bütün nimetler güneşin ısı ve ışığında pişirilerek bizlere ulaşır. Güneşin olmadığı bir yerde hayattan da bahsedilemez. İşte güneş insan için böyle olmazsa olmaz bir nimettir. Fakat insan çoğu zaman gafletin verdiği bir zihin darlığı ile bu büyük nimet için çok da fazla Rabbine şükretmez. Hatta çoğu kez aklına bile gelmez, güneşin o mühim görev ve hizmetleri. Halbuki karanlık dünyamızı aydınlatan güneş nimeti için, aydınlattığı zerreler ve mahluklar adedince, denizler ve ırmaklar yüzünde parlayan ışık parıltıları sayısınca Rabbimize şükretsek, o zaman güneş gibi küllî ve cesim bir nimet için küllî bir şükür yapmış oluruz.

Dördüncü büyük nimetimiz ise topraktır. Soframıza gelen nimetlerin hepsi bu kapıdan bize verilir. Bu sebeple belki de insanlar en çok bu nimetin farkında olurlar. Bilhassa köylerde yaşayan insanlarımız bu nimetin ne kadar değerli olduğunu fiilen görür ve yaşarlar. Hele ki, mahsuller ziyana uğrarsa yıl boyu hissedilir bu nimetin değeri. Toprak insan için o kadar değerlidir ki, hayatımızın devamına vesile olan rızk, bu yolla bize gelir. Rızkın bize gelmesinde ise yukarıda saydığımız hava, su, ısı-ışık gibi küllî unsurlar da doğrudan vazife görürler. Demek ki soframıza kadar gelen rızk, havanın tezgâhında dokunur, rahmetle sulanır, güneşin mutfağında pişirilir ve toprağın kapısından bize verilir.

İşte insan, sofrasına gelen nimetin geliş yolunu düşünse, ağzına götürdüğü bir lokma için küllî unsurların vazife görüp çalıştığını tam olarak idrak etse ve bütün bu nimetler için Rabbine şükretse, kendi şükrüne bütün şükreden dilleri de şahit tutsa, o zaman küllî nimetlere karşı küllî bir şükür yapmış olur. Aksi takdirde dehşetli bir küfran-ı nimete düşer.

[email protected]

Halil AKGÜNLER

16.02.2007


Birinci ağabey duâ bekliyor

“Namazlarınızı vaktinde kılın. İkindi ezanı okununca, ‘Akşama iki saat var’ demeyeceksiniz. İlk vaktinde kılacaksınız.”

Bu nasihatlerin sahibi Mehmed Emin Birinci Ağabey. Kendisini ziyarete gelenlere belki tek tavsiyesi ve nasihati.

Üstad Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden olan Birinci Ağabey, bu sözleri rahat ve tasasız bir ortamda değil, maalesef ağır hasta olarak tedavi gördüğü hastahane odasında söylüyor.

Evet, Birinci Ağabey çok hasta. Ama o, vücuduna musallat olan ve günbegün eriten hastalıkları kaale almıyor. Hattâ gelenleri teselli ediyor.

“Sağlığınız nasıl?” sorusuna, “Elhamdülillah iyiyim. Bizim hastalık ne ki? Yan odada bir hasta var. Gece sabahlara kadar inliyor, acı çekiyor” diyerek cevaplıyor. Ardından da, “Çok şükür abdestimi alıyorum, namazımı kılıyorum” diyerek bu en önemli görevi, yine en güzel şekilde yerine getirebilmenin sevincini dile getiriyor.

Bu durumu asıl ibretli ve ilginç hale getiren cihet, Birinci Ağabeyi an be an takip eden doktorunun açıklamalarında gizli. Birinci Ağabeyin bırakın namaz kılabilmesi, yaşıyor olmasına bile inanmakta güçlük çektiklerini söylüyor. “Tamamen iman gücüyle yaşıyor” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Birinci Ağabeyin rahatsızlığı çok ağır. Aynı şartlarda bir başka hasta olsaydı, çoktan vefat etmiş olurdu. Yaşasaydı bile, yatağında kımıldayamaz, ancak yakınlarının desteğiyle hareket edebilirdi.”

Doktor beyden, yine zihnimize adetâ kazınan bazı anekdotlar dinliyoruz. Bir defasında rahatsızlığından dolayı Birinci Ağabey kendinden geçiyor. Yoğun bakıma alıyorlar. Ümitler kesiliyor. Ama bir süre sonra kendine geliyor Birinci Ağabey. İlk sorduğu şey namaz vakti oluyor.

Bir defasında yine benzer durum yaşanıyor. Yükselen ve şiddetlenen ağır ve sızılar biraz azalınca namaz kılmak istiyor. Ama önce abdest alması gerekiyor. Doktor beyin onca ısrarına ve tavsiyelerine rağmen bizzat kendisi abdestini alıyor. Bu esnada tükenen takatini biraz toparladıktan sonra namaza kalkıyor. Doktor hiç olmazsa oturduğu yerde kılmasını söylüyor. Bu sefer doktorun tavsiyesine kısmen riâyet ediyor. “Sünnetleri oturarak kılarım, ama farzı ayakta kılmak lâzım” diyor.

Birinci Ağabeyin tariflere sığmayan namaz aşkı, yoğun tedavi uygulamalarına başlamadan önce de kendisini gösteriyor. Eğer kendindeyse, tedavi öncesi doktor beyle bir tür zaman pazarlığı yapıyor. Tabiî yine namaz vakitleri bu pazarlığın en önemli unsuru oluyor. Meselâ, öğle vaktinin girmesi öncesi veya sonrasına göre sıkı sıkıya tenbihlerde bulunuyor. Bir başka vakitte yine hemen namaz vaktine göre ayarlanmasını istiyor.

Hastahane çalışanlarının “Mehmet Amcası” olan Birinci Ağabey, ziyaretine gelenlere olduğu gibi, her fırsatta hastahane çalışanlarına da hep namazdan bahsediyor. Namazlarını aksatmamalarını, vakit girer girmez namazlarını kılmalarını tavsiye ediyor. Buna dair Risâle-i Nur’dan nasihatlerde bulunuyor. Her fırsatta iman dersleri veriyor.

Birinci Ağabeyi görünce, bütün eserlerinde namazı ve önemini anlatan, “İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır” diyen, hapishanelerde, mahkeme salonlarında ve en ağır hastalık dönemlerinde dahi namazını daha ilk vaktinde kılan Üstad Bediüzzaman aklımıza geliyor.

Birinci Ağabeyi görünce “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz!” hadis-i şerifi aklımıza geliyor.

Son nefesine kadar örnek bir Müslüman. Yine ağır hastalığına rağmen, her gün traşını olacak kadar titiz ve örnek bir dâvâ adamı.

Soyadı gibi, Birinci Ağabey.

Duâlarımız seninle.

Veli SIRIM (www.bediuzzaman.ne

16.02.2007


HABER-YORUM

‘Ölüm’ü açıklamak

Erciyes Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ertuğrul Eşel, insanların yüce bir varlığa inanmasının esas kaynağının ölüm korkusu ve ölüm olgusunun

açıklanmak istenmesi olduğunu kaydetmiş. (aa)

Dr. Eşel'in dikkat çektiği ölüm korkusu ya da ölüm olgusunu açıklama ihtiyacı, inancın oluşmasında, gerçekten gözardı edilemeyecek kadar önemli bir husus.

Nitekim tarih boyunca insanların en büyük meselelerinden biri “ölümün idam-ı ebedî”sinden kurtulmak olmuştur. Yani ölümün bir ‘son/bitiş’ olmaması gerektiği düşüncesi, geçmişten günümüzü insanlığın hep gündeminde kalmıştır. “Ölüm bir son mudur, yoksa yeni bir hayatın başlangıcı mı?” Tarih, bu soruya verilen cevap ve o cevaplara göre yaşanan hayat manzaralarıyla doludur.

Hayatının önemli bir kısmını arayış içerisinde geçiren Tolstoy da, bu soruyu kendine çok sormuş ve bir inancın, ölümden sonrasına getirdiği açıklama ile ancak bir anlam ve değer kazanabileceği hükmüne varmaktan kendini alamamıştı.

Evet, ölümü anlamlandırmak en büyük meseleydi insanoğlu için? Çünkü herşeyin şu dünya hayatı ile sonlanacağını düşünmek, içerisinden çıkılamayacak girdaplara sokuyordu insanı. Yaşamanın bir anlamı kalmıyordu, ölüm bir yokluksa. “Ölümden sonra hayat yoksa, hayat ölümün ta kendisidir” demesi de bunun için de Tolstoy’un.

Aslında şu koca kâinat ve içerisinde yaşadığımız dünya, herşeyiyle, ölümün bir yokluk olamayacağını ilân edip duruyordu hep.

Gözümüzle gördüğümüz ve inkâr edemediğimiz düzen, bize bunu anlatıyor çünkü.

En basit bir düzeneğin düzenleyicisi varsa, şu uçsuz bucaksız kâinatın da elbette bir düzenleyicisi, Munazzım’ı olmalıydı. Bediüzzaman'ın tâbiriyle “Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” Evet olmaması akıl dışı, mantıksız bir olaydı.

Madem varlık âleminin bir Yaratıcısı vardı, öyleyse ölüm bizim için bir son olamazdı. Peki olursa ne olurdu? Yani Yaratıcı, yarattığı varlıkları ve biz insanları yokluğa mahkûm edemez miydi? Sonsuz güç sahibi olduğuna göre, pekâla bu mümkündü. O halde ölümle kullarını yokluğa gömse ne olurdu?

Bunun cevabını Bediüzzaman şöyle vermişti:

“Gördüğümüz icraat-ı hakîmâne (hikmetli icraatlar) ve ef'âl-i kerîmâne (ikram fiilleri) ve ihsanât-ı rahîmânenin (şefkatli ihsanlar) sahibini-—hâşâ, sümme hâşâ!—sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılâbıdır (değişmesidir). Halbuki, inkılâb-ı hakàik (hakikatlerin değişmesi), bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhâldir, mümkün değildir.” (Sözler, s. 59)

Evet her an şahit olduğumuz hikmetli icraatlar, mazhar olduğumuz İlâhî ikramlar ve şefkatli ihsanlar, ölümün herşeyin sonu olduğu düşünüldüğünde tam zıddına dönüşür ki, bu da sıfatları zatından ve sonsuz olan Allah hakkında aklen mümkün değildi. (Ayrıntılı bilgi için bknz: Sözler, 10. Söz'ün 11. Sûret ve 10. Hakikat’i)

16.02.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hazret-i Âişe eline geçen hiçbir şeyi elinde tutmuyor, onları derhal sadaka olarak veriyordu. Bir gün yine eline geçen bir şeyi sadaka olarak vermek isterken, kız kardeşinin kendisinin de çok sevdiği oğlu Abdullah bin Zübeyir bunu görünce kızdı ve:

“Teyzem ya bu tasarruflarından vazgeçer ya da onun harcamalarına el koyarım.” dedi.

Bunu duyan Hazret-i Âişe de öfkelenerek:

“O benim harcamalarımı engellemek mi istiyor? Adağım olsun ki, onunla bir daha konuşmayacağım” dedi.

Abdullah buna çok üzüldü. Ne kadar özür dilediyse de, kabul ettiremedi.

Bir gün Abdullah dayılarını aracı koyarak mutlaka özrünü kabul ettirmek ve barışmak istedi. Dayılarından Abdurrahman ile Misver’i yanına aldı ve teyzesi Hazret-i Âişe’nin evine gittiler. Kapıya gelince dayıları seslendi:

“Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. İçeri girebilir miyiz?”

Hazret-i Âişe:

“Giriniz” dedi. Onlar:

“Hepimiz de girelim mi?” dediler. Hazret-i Âişe:

“Hepiniz de girin” dedi.

Hazret-i Âişe onların yanında Abdullah’ın olduğunu bilmiyordu.

Abdullah içeri girer girmez örtünün arkasına geçip Âişe’nin boynuna sarıldı ve ağlayarak ona yalvarmaya başladı.

Misver ile Abdurrahman da yalvararak:

“Ey kardeşim! Dünya sana feda olsun! Hz. Peygamber’in, ‘Bir Müslümanın diğer bir Müslümanla üç günden fazla küs kalması caiz değildir’ dediğini sen de bilirsin. Abdullah ile barışın artık. O senin küslüğüne dayanamaz.” demeye başladılar.

Nihayet Hazret-i Âişe (ra) Abdullah ile daha fazla küs kalamayacağını anlayınca konuştu. Nezrini bozduğu için de kırk köle azat etti. Ardından bununla da yetinmeyerek otuz köle daha azat etti.

(Buhari, 1/497)

Süleyman KÖSMENE

16.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004