Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Aile

Sağlıklı uyku

Sağlığınız için uyku düzeninizin iyi olması gerekir. İyi uyku çok uyumak demek değildir. İyi uyku, az da olsa uyuduğunuz zaman bu uykudan yeteri kadar faydalanmak demektir. Normalde yetişkinler için yeterli uyku süresi 6-8 saattir. İyi uyku için şu kuralları uygulamak gerekir.

1- Tam tok iken veya iyice aç iken yatağa girmeyin. Her iki halde de rahat uyuyamazsınız.

2- Yatağa girdiğinizde uykunuz gelmiyorsa veya bir şeye canınız sıkıldığından uyuyamıyorsanız kitap okumaya çalışın. Bu kitap zihni yorucu, heyecan verici veya can sıkıcı olmamalı, aksine sakinleştirici ve huzur verici bir kitap olmalıdır. Bunun için özellikle dinî kitaplar okunması tavsiye edilmektedir.

3- Odayı aydınlatan lambanın düğmesi baş ucunuzda olmalı. Böylece uykunuz geldiğinde yataktan kalkmadan lambayı kapatabilirsiniz.

4- Yatağa girmeden önce bir şeyler (özellikle çerez ve tatlı) yemeğe çalışmayın. Çünkü, bunlar kan şekerini yükseltirler ve uyumaya engel olurlar. Daha sonra kan şekeri düştüğünde ise, uykudan uyanır ve tekrar uyuyamazsınız.

5- Tam karanlıkta veya mümkün olduğu kadar koyu ortamda uyuyun. Aksi halde ışık göze çarptığında uykuyu ayarlayan epifiz bezinin günlük ritmi etkilenir ve uykuya etkili maddelerin (melatonin ve seratonin) salgı düzeni bozulur. Bunun sonucu olarak uyku düzeni de bozulur.

6- Yatağa girmeden hemen önce televizyon izlemeyin. En iyisi ise, yatak odanızda, hatta evinizde hiç televizyon bulunmamasıdır. Çünkü, televizyon beyni çok tahrip eder ve uykuya dalma süresini uzatır. Yine yukarıda bahsedildiği gibi, epifiz bezinin fonksiyonları üzerine menfî tesir yapar.

7- Bazı kişiler için çorapla yatağa girmek daha erken uyumayı sağlayabilir. Çünkü, ayaklarda kan dolaşımı zayıf olduğu için üşürler ve uykuya dalmayı geciktirebilirler.

8- Uyanmak için aşırı gürültülü çalar saat kullanmayın.

(Devam edecek)

Prof. Dr. İdris AKINCI

18.03.2007


21. Devâ

Ey hasta kardeş!

Senin hastalığında maddî bir elem var

Fakat o maddî elemin tesirini kıracak

Manevî bir lezzet seni hasta ediyor

Peder ve validen ve akrabaların

Ve onların unutulan gayet lezzetli şefkatleri

Senin etrafında yeniden uyanıyor

Çocukluğunda gördüğün o şirin nazarları

Yine görmek, sıkıntılı hastaya sıhhat veriyor

Çok gizli kalan etrafındaki dostluklar

Cazibesiyle hastalığın, kuvvet bulurlar

Bütün herkes sana karşı muhabbetle bakarlar

O nimetlere karşı senin bu maddî elemine

Üzülmemek gerek

Ucuz düşer her keder

Uçup gider matemin

Bundandır bu sırrı bilenlerdeki sevinmek

Hem sen hizmetini ettiğin

Müftehirâne iltifatlarını kazanmaya çalıştığın

Dostların ve ahbabın

Merhamet ederler sana hükmüyle hastalığın

Olursun bir zaman efendin olan şahlara

Hastalık sebebiyle efendi

Çok dost bulursun

Hepsi samîmî ve şefkatli

Şefkat-i neviyeyi kendinde celbedenin

Çok meşakkatli hizmetlerden paydos edip

İstirahat edersin

Elbette senin bu cüz’î elemin

Bu manevî lezzetlere karşı

Şekvaya değil teşekküre seni sevk etmeli

NOT: Ankara Can Kardeş ve Genç Yaklaşım okuyan nur gençlere, çalışmaları ve gayretlerinden dolayı teşekkür eder, gayretlerinin devamını dilerim…

Ömer Faruk TOPÇU

18.03.2007


Harama nazar etmemek

Gençliğin ve bekârlığın mühim bir tehlikesi Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edilen şu hadiste çok veciz bir şekilde anlatılmaktadır:

“Âdemoğluna zinadan nasibi yazılmıştır. Buna mutlaka erişecektir. Gözlerin zinası bakmaktır, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir. Kalp ise heves eder, diler. Ferc (cinsel organ) ise bunu ya uygular veya reddeder.” (Müslim, Kader: 21)

Nitekim bir âyet-i kerimede, “Zinaya yaklaşmayın” buyrulmaktadır. “Zina yapmayın” yerine, “Yaklaşmayın” ifadesinin tercihi dikkat çekicidir. İşte bu kısa âyet, yukarıdaki hadiste belirtilen hususları içine almaktadır. Âyet, yaklaşmanın her türlü yolunu yasaklamaktadır.

Gerçi Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen, “Şüphesiz ki, dillerle söylenmedikçe veyahut fiilen yapmadıkça Allah ümmetimin kalbinden geçirdikleri şeyleri onlara bağışlamıştır” (Müslim, Îmân: 58) şeklindeki hadîste, yasak bir fiili düşünmenin bağışlandığı belirtilmiştir. Ancak bunu alışkanlık hâline getirip zaman israf etmek, Allah’ı tefekkür ve güzellikleri düşünüp plânlamak için verilen düşünme ve hayal kabiliyetini boş yere meşgul etmek doğru değildir.

Nur Sûresinin 30 ve 31. âyetlerinde, “Mü’minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu, onların temizliği için daha uygundur. Muhakkak ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar” buyrulmaktadır.

Bu âyetler hem erkeklere, hem de kadınlara, kendileri için bakılması caiz olmayan kişilere nazar etmelerini yasaklamaktadır.

İbn-i Büreyde’den (r.a.) rivayet edilen şu hadis de konumuzla ilgilidir:

“Resûlullah (a.s.m.) Hz. Ali’ye (r.a.), ‘Ya Ali bakışı bakışa tâbi kılma, kasıtlı olmadığı için birinci bakış sana caizdir, (fakat) diğer bakışlar sana caiz değildir’ demiştir.” (Ebû Dâvud, Nikah: 43)

Buradaki “birinci bakış”, insanın çarşıda pazarda yürüyebilmesi için zarurî olarak baktığı yerlerde istemeyerek gözünün rastladığı durumlar için söz konusudur. İnsan gözü kapalı gezemeyeceğine göre, zarurî işleri için, lüzumlu yerlerde kasti değil, tebeî bir surette rastladığı durumlar birinci bakışa girer. Bazen insan bir şeye bakarken istemeyerek bir başka varlığı da görebilir. Bilhassa Asr-ı Saadet için söz konusudur.

Ama şimdi “Nasıl olsa ilk bakış caizdir” deyip sağı solu teftiş eder gibi bakarak gitmek doğru değildir. Çünkü zamanımızda anîden ve farkında olmadan rastlama gibi bir olay yoktur; her tarafta her an namahreme, açık saçık insanlara ve harama rastlanmaktadır. Bunun için tüm bakışları kontrol altında tutmak gerekir.

Bu konu Kastamonu Lâhikası s. 96’da şöyle geçmektedir: Risale-i Nur Talebelerinden bir genç hafız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?”

“Ben de dedim:

“Mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şâfiî’nin (ra) dediği gibi, “Haram-ı nazar, nisyan verir.”

Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesât-ı nefsanîye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur’ân nez’ ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” (Süyûtî, el-Havî Li’l-Fetevâ, 2:253) Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’ân’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. Lâ ya’lemü’l-gaybe illâllah (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez).

Namahreme bakmanın zararları çoktur. Kişinin zamanını, hafızasını, dikkatini tahrip eder. Bakmamak ise, milyonlarca sevap kazandırdığı gibi, şu kutsi hadisteki manevî lezzete mazhar eder:

“Namahreme bakmak, şeytanın oklarından bir oktur ki, her kim Benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel ona öyle bir iman veririm ki, onun lezzetini ve tatlılığını kalbinde duyar.” (Taberânî ve Hâkim)

Burada da müthiş bir müjde var. Gerçekten gençlerimiz bu hususa dikkat ettiklerinde kendilerinde büyük bir huzur ve sevinç, âdeta maddiyattan sıyrılıp nuranîleşmiş bir hâl hissedeceklerdir.

Dr. İsrafil BEDRE

18.03.2007


ÜMİTSİZLİĞİN ÇARELERİ

Bir önceki yazıda ümitsizliğin ne olduğundan, sebep ve sonuçlarından bahsetmiştik. Bu hafta tedavisinden söz edeceğiz.

Bir hastalığın en etkili tedavisi ona sebep olan şeyleri ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bu, bütün hastalıklar için geçerli olduğu gibi, ümitsizlik için de geçerlidir. Öyleyse ümitsizliğe sebep olan şeyleri bir kez daha hatırlayacak olursak:

• Başa gelen musibet ve belâların algılanış şekli,

• Kişide var olan istemediği bir durumun (hastalıklar v.s.) düzelmeyeceğine inanması,

• Kişinin üzerine düşen önemli vazifeleri yapmaması, gelecekte ondan ceza göreceğinden dolayı, ümitsizliğe yol açar,

• Kişinin gerek şimdiki zamanla alakalı gerekse gelecekteki olayları kontrol altına alamaması, diğer bir tabirle acizlik,

• Her olumsuz görülen şeyde kaderin suçlanması şeklinde özetlemiştik.

Bu sebepleri nasıl izale edebiliriz kısaca ondan söz edelim.

1. Başa gelen musibetlerin algılanış şekli: Hayatta türlü belâ, musibet ve zorluklarla karşılaşıyoruz. Ancak bunların ne mânâya geldiğini bilmemek insanı ümitsizliğe düşürüyor. “Her şey ya bizzat güzeldir, ya da sonuçları itibariyle güzeldir.” İşte musibetler sonuçları güzel olanlardandır. Musibetler;

• Geçmiş günahların affına vesiledir.

• Gelecekteki daha büyük bir sıkıntının önüne geçebilir.

• İnsanın terakki etmesine vesile olan bir merdiven basamağıdır.

• İnsanların yanlış yollara sapmaması için önemli yol ayrımlarına konan işaret levhaları gibidir.

Musibetler bu şekilde doğru algılanırsa, imtihanımızı kolaylaştırıcı bir unsur olmuş olur. Bu da bizi ümitsizliğe değil, bilakis emele, sabra ve şevke sevk etmelidir.

2. İstenmeyen durumun düzelmeyeceğini zannetmek: İstenmeyen durum derken bu bedenî bir özür de, başka herhangi bir durum da olabilir. Hayatı sadece içinde yaşadığı bu dünya olarak gören kişiler gerçekten de bu konularda kendini ümitsizliğin pençesine atabilirler. Ancak var oluş yalnız bu dünya ile sınırlı olmadığından, burası ebede giden bir yolun üzerine kurulan konaklama yeri ve bir han olduğundan böyle bir sebep insanları ümitsizliğe atmamalı. Buna şöyle bir misal verebiliriz. Meselâ uzun bir yolculuğa çıktık. Varacağımız ve orada sürekli kalacağımız yer güzel bir çiftlik. Yol üstünde bir konaklama yeri var ve oradan sadece kalan yolu tamamlamak için gerekli malzemeleri alıp çıkacağız. Fakat içinde öyle çekici şeyler var ki, insan onlara kapılıp malzemeleri almayı unutabilir. Kalma süresi bittiğinde de dışarı çıkarılır. Ancak artık çok geçtir. Kalan yolu tamamlayacak malzemeleri almayı unutmuştur. Han sahibi gelen bir yolcuya acıyıp, böyle bir hataya düşmemesi için ve malzemeleri almayı unutmaması için, hanın girişinde gözlerini bağlar. O yolcu da çekici şeyleri göremediğinden onlara kapılmaz ve rahatlıkla malzemeleri alır, handan çıkarken gözleri yeniden açılır ve yoluna devam eder. Şimdi gözü bağlanan bu yolcu handa sürekli kalacağını zannetse ya da handan sonra bir yolun olmadığını düşünse bu durumundan dolayı ümitsizliğe düşecek. Fakat bütün bunların farkında olan birisi diğer yol için daha da ümitlenecek. Olabilecek diğer bütün istenmeyen durumlar buna kıyas edilebilir.

3. Kişinin üzerine düşen önemli vazifeleri yapmaması: İnsan olmamız hasebiyle üzerimize düşen aslî vazifelerimiz vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’a yani Yaratıcıya iman etmek, Onu tanımak ve emir ve yasaklarını yerine getirmek şeklinde özetlenebilir. İşte bu vazifelerde herhangi bir eksiklik ya da bunları hiç yapmamak insanı ümitsizliğe sevk eder. Öyleyse ümitsizliğe düşmemek için O’na iman etmeli, O’nu tanımalı, emir ve yasaklarını olabildiğince yerine getirmeliyiz.

4. Kişinin gerek şimdiki zamanla alâkalı, gerekse gelecekteki olayları kontrol altına alamaması, diğer bir tabirle acizlik: İnsan fıtratı itibariyle çevresinin de kendisine benzemesini, her şeyin kendi istekleri doğrultusunda meydana gelmesini, etrafındaki kişileri ve olayları kontrol altına almayı ister. Fakat hikmet-i İlâhiye buna izin vermez. Bizim istediğimiz yönde giden çok az şey vardır. Diğer olaylar bizim kontrolümüz dışında işlemektedir. Böyle olunca insan kendisinde bir acizlik hisseder. Bu da insanı, özellikle içinde bulunduğu an ve gelecek hakkında, endişeye düşürür. Bunun çaresi de şudur: İnsan aciz olduğunun farkına varmalı. Bu farkındalıktan sonra bütün isteklerini yerine getirebilecek zenginlikte ve bütün ihtiyaçlarını görebilecek merhamette, bütün düşmanlarından onu koruyabilecek kudrette bir Zâta yaran olmalı ki, ümitsizlik hastalığına yakalanmasın.

5. Her olumsuz görülen şeyde kaderin suçlanması: Yine insanın fıtratında vardır ki hatayı kolay kolay üzerine almak istemez. Bunu istemeyen asıl cihaz insanın nefsidir. Hep başkalarını suçlamak ister. Bu münasebetle başına istemediği hangi durum gelirse gelsin hep başkalarını, bazen kaderi, suçlar. Kaderimde varmış benim suçum değil deyip yükten kurtulmak ister. Kader konusu 26. Söz'de teferruatıyla anlatılmıştır. Merak eden oraya başvurabilir. Ancak kısaca şunlar söylenebilir: Kaderi; A) İşlemesinde cüz'î irademizin adi bir şart olduğu kader. B) İşlemesinde cüz'î irademize bakmayan kader şeklinde ikiye ayırabiliriz. Birinciye örnek hangi yemeği yemek istersek onu seçip yememiz, ikinciye örnek ise anne-babamızı veya milliyetimizi biz seçemememiz gibi. Eğer bir olay bizim irademiz dışında gerçekleşmişse, bu iyi de olsa, kötü de olsa bundan sorumlu değiliz. (Bu kısım, musibetlerle alâkalı olduğundan 1. maddeye tekrar bakılabilir.) Onda hikmet-i İlâhiye’nin işlediğini bilmemiz ve bunun için kendimizi ümitsizliğe atmamamız gerekir. Ancak bizim irademizle seçtiğimiz şeyde bir sıkıntıya düşersek, sorumluluk bize ait olduğundan kaderi suçlayamayız.

Aslında her bir madde ayrı bir yazı konusu, ancak bize ayrılan kısımda bunları bu kadar özetleyebildik. Bir sonraki yazımız tıpta obsesyon olarak tanımlanan vesvese hastalığı ve çareleri üzerine olacaktır. Buluşmak temennisiyle…

Dr. Selçuk CANSIZ

18.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004