Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Filistin için çağrı

Birkaç gündür bir grup kadın ve çocuk Türk medya organlarını ziyaret edip “Bu acıyı aktarın!” diye sesleniyorlar.

Acı Filistin’in acısı.

Hayır sadece Harem-i Şerif’in altında yapılan kazı değil duyurmak istedikleri acı.

Şimdilerde Unesco da isyan etmiş İsrail’in Harem-i Şerif’te yaptığı kazıya... Bu bir kültür kıyımı. Bir mukaddes yapıya saldırı. Unesco’nunki geç bile kalmış bir tepki. Ama dileriz sonuç verir. Sonuç vermemesinden endişe etmekte haksız sayılmayız, çünkü, İsrail’in kırdığı ceviz bini geçti ama ne yazık ki onun zulümde sınır tanımama gibi bir ayrıcalığı bulunuyor.

Kadınlar ve çocuklar “Bu acıyı aktarın” diye sesleniyorlar dedim.

Kim onlar?

Mesela, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Lideri Ahmet Saade’nin eşi Ebla Saade, mesela, Filistin Parlamentosu Başkanı Aziz Salim Duweyk’in eşi Naile Duweyk ve mesela, Filistinli milletvekili Nasır Ahmed Abdulcevat’ın eşi Ayşe Abdulcevat...

Ve onların çocukları...

Peki eşleri nerede?

Eşleri İsrail zindanlarında...

Filistin’de demokratik seçimler oldu, Hamas seçimleri önde bitirdi ve sonra olanlar oldu...

Seçimler dünya beylerinin istediği gibi sonuçlanmamıştı ve vurdular beline Filistin’in...

Önce ambargo geldi, ardından tutuklamalar...

Filistinli zaten tutuklamaya alışkındı da, bu defa tutuklama furyası doğrudan seçilmişlere yöneldi.

Sıkı durun: Şu anda İsrail zindanlarında bir Filistinli Meclis başkanı, 7 bakan, 42 milletvekili 8 aydır tutuklu bulunuyor.

Suçları ne?

Suçları hikaye...

İsrail’in keyfi istedi mi kundaktaki bebelere bile suç bulmak zor değil.

İsrailli bir asker kaçırıldı, karşılık olarak onlarca bakan, milletvekili tutuklandı.

Hukuk mu var İsrail işgali altındaki Filistin’de?

İşte bakın, her biri bir anne olan milletvekili eşleri neler söylüyor:

“Kocalarımız ve çocuklarımız siyonistlerin elinde. İsrail cezaevlerinde 12 bin Filistinli bulunuyor. Yüzlerce çocuk mahkûm var. 11–12 yaşlarında tutuklanan insanlar onlarca sene sonra serbest bırakılıyor.”

12 bin Filistinli cezaevinde...

Hatırlayın, bir İsrailli asker de, İsrail zindanlarındaki kadın ve çocuk tutuklular serbest bırakılsın diye kaçırılmıştı.

Çocuk bunlar, çocuk!

Anne bunlar, anne!

Sadece taş atmışlardır, sapan kullanmışlardır...

Tanklara, toplara, makinalı tüfek atışlarına karşı...

“Üridü ebi – Babamı istiyorum” çığlıkları ile babalarını aramışlardır, kocalarını – yollarda can veren çocuklarını savunmuşlardır.

Bebeler zindanda büyüyor Filistin’de...

Dünya nerede?

“Bizler Kudüs’ün hizmetkarıyız. Tüm dünyaya sesleniyoruz: Sesimizi duyun ve siyonist İsrail’e baskı yapın! Artık bu acıya son verilmelidir.”

diye sesleniyor Bakan ve milletvekili eşleri...

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Lideri Ahmet Saade’nin eşi Ebla Saade, “Bu vekillerin tek suçu Filistin halkının haklarını talep etmektir” diyor.

Annelerin – çocukların gözleri yaşlı...

Yürekleri yangın yeri...

Dünyada onları duyacak bir kulak arıyorlar.

Bir göz arıyorlar onların acısını görecek.

Bir yürek arıyorlar, bu acıyı paylaşacak.

İşte yollara düşmüşler, başka çareleri var mı?

Türkiye’ye gelmişler.

Amerika’nın kapısını çalsalar, duyan olacak mıydı?

Filistin’e yönelik ambargonun arkasında Amerika duruyor.

Iraklı Saddamlara karşı Amerikan işgali, İsrailli Şaronlara – Olmertlere karşı yoğun bir suskunluk...

Nereye gitsin bu insanlar acılarını duyurmak için?

Birleşmiş Milletler İsrail’e karşı bir acz abidesi gibi duruyor... Kınama kararları içi boş söylemlerden ibaret...

Elbet bir İslam ülkesinin kapısını çalacaklar. Türkiye’nin, İran’ın, Mısır’ın ya da Suudi Arabistan’ın...

İslam Konferansı Teşkilatının kapısını çalacaklar.

Tek tek her bir Müslümanın yüreğine seslenecekler...

Diyecekler ki:

İsrail zindanlarında bir çocuğunuz var.

İsrail zindanlarında bir kardeşiniz, Filistinli hemşirenizin, bacınızın, beyi var... İsrail zindanlarında başı yaşmaklı, vatan için can verecek evlatlar yetiştirmekten başka suçu olmayan, bu toprağın anaları gibi kadınlar var.

Dünyaya bir mektup yazın, bu zulmü anlatın. Duanıza katın Filistinli çocukları, kadınları, delikanlıları... Fatihalarınızda anın peşpeşe cennet yolculuğuna çıkan dal gibi Filistinli civanları...

Bugün 15 Mart... 18 Mart’a doğru yürüyoruz. Çanakkale şehitlerinin manevi iklimi sarıyor her yanımızı... Ha Çanakkale ha Filistin... Aynı yolda can verenler arasında ayrım mı yapacağız?

Filistinli anneler, medyanın kapısını değil de, bizim kapımızı çalsalar onlara ne derdik? Belki de doğru olan bunu düşünmek... Geldiler ve gittiler, yüreklerimizde bir kıpırtı oluşmadı... eğer böyleyse ne kadar acı... Gelin bir bakalım yüreklerimize...

ahmettasgetiren.com.tr, 15.3.2007

Ahmet TAŞGETİREN

19.03.2007


 

PKK olmasaydı...

Sayın Öcalan” başlıklı yazıma gönderilen mesajlardan birinde şöyle bir görüş vardı; “Siz Kürt halkının Öcalan’a “Sayın Öcalan” demesini, ona duyduğu saygıyı neden anlamıyorsunuz?

Eğer o ve PKK’nin silahlı mücadelesi olmasaydı, bugün Türk devletinin Kürt kimliğini tanıması, Kürtçe televizyona izin vermesi, “reformlar yapıldı” dediğiniz bütün o değişiklikleri yapması mümkün olacak mıydı sanıyorsunuz? Kürtler bugün kazandıkları her şeyi sizin terörist dediğiniz Öcalan’ın başlattığı silahlı mücadele sayesinde kazandı; o yüzden de Öcalan’a saygı duyanların sayısı sandığınızın çok çok üstündedir.”

Bu görüşün tipik olduğunu biliyorum. Bu görüşle Kürt önde gelenleri ile konuşurken de sık sık karşılaştım ve aslında açıkça ifade edenlerin yanı sıra, PKK’ya uzak duran kitle arasında bile oldukça yaygın olduğunu biliyorum. Aslında bu görüş etkili olduğu sürece, yani Kürtler demokratik reformların ancak PKK’nın silahlı ayaklanması sonucu yapılabildiğine inandığı sürece, “ateşkes”lerin geçici olması da kaçınılmaz, İmralı’daki suçlunun “kurtarıcı” gibi görünmesi de... Oysa meseleye bir de şöyle bakılabilirdi: Acaba PKK ve on beş yıllık şiddet ortamı olmasaydı; Kürt halkı demokratik reformlar açısından bugünden daha ileri bir noktada olmaz mıydı?

Evet, tarihi geri sararak tahlil yapmaya çalışmanın; “geçmiş öyle değil de böyle yaşansaydı, acaba bugün nerede olurduk” diye spekülasyon yapmanın pek sağlıklı bir yol olmadığı ortada. Ama geçmişe ilişkin bazı kırılma noktalarında nasıl deniyorsak, PKK meselesinde de deneyebiliriz bu yöntemi. (...)

Tarihin değişik bir versiyonunu Kürt meselesinde de düşünebiliriz pekala... Çok gerilere gitmeden, şöyle bir senaryo mesela: 80’lerin ikinci yarısında, 12 Eylül döneminin karanlığından çıkış sürecinde, Güneydoğu’da da Türkiye’ye paralel olarak demokratik bir hareketlenme başlıyor. Darbe yıllarında biriken tepkiler, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlara duyulan öfke, silahlı direnişe doğru değil, demokratik bir Kürt muhalefetinin oluşturulmasına doğru akıyor. Yasal zeminde kalmaya son derece dikkat eden bu muhalefet kısa sürede yurt içinde ve dışında bütün demokratik güçlerin desteğini alıyor, kısa sürede yasal partisini oluşturuyor. Kimse bu partiden terörle bağı var mı diye kuşkulanmıyor, kimse bu örgütün arkasında kim var diye korkmuyor. Haklı zeminde kalmaya özen gösteren ve güçlü bir kamuoyu desteğini arkasına almış böyle bir partiyi kimse Meclis’ten atmaya kalkışamıyor.

Bugün itibariyle, yirmi yıllık geçmişi olan böyle bir parti şu anda Meclis’te güçlü bir muhalif harekete dönüşmüş durumda. Kendine gerçekçi hedefler koyarak ve bu hedefler için mümkün olan en geniş ittifakları arayarak, demokratik hakların kazanılması yolunda ağır ağır ama emin adımlarla ilerliyor. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde, AB’nin de desteği ile bu ilerleme daha da hızlanıyor.

15 yıllık savaş yaşanmadığı için bölge daha çok yatırım çekiyor, ekonomik bakımdan bugünkünden daha iyi bir noktaya geliyor. Köylerden zorunlu göç diye bir olay yaşanmadığı için, Güneydoğu’da bugün tanık olduğumuz sosyal sorunlar bu ölçüde yaşanmıyor... Bence, bana mektup yollayan ve “PKK olmasaydı biz hiçbir şey elde edemezdik” diye düşünen okurum bir de bu senaryo üzerinde düşünmeli.

Eğer geçmiş öyle değil de böyle yaşansaydı, ben iddia ediyorum ki bugün Kürtler “PKK sayesinde kazandıklarını” düşündükleri haklardan çok daha fazlasını kazanmış olurlardı. Onbeş yıllık savaş, sadece Kürt meselesinde değil, genel olarak demokranin yerleşmesinde en önemli barikat oldu. Güneydoğu’da süren savaş askerin siyaset üzerindeki etkisinin ve kontrolünün sürmesinin en temel gerekçelerinden biri oldu. Bu savaş yüzünden, birçok tabu sorgulanamaz, birçok reform yapılamaz hale geldi. Doğrudur, “Hak verilmez, alınır”. Devlet ya da statükocu güçler, mağdurlar istemeyi bilmezlerse, haklarını kendiliğinden vermezler. Kürtlerin, on yıllardır süregelen inkâr politikasına karşı mücadele etmeleri elbette gerekliydi. Ama bu mücadele şiddet yoluyla olmak zorunda değildi. Eğer demokratik biçimlerde ısrar edilseydi, ben inanıyorum ki bugün hem bir bütün olarak Türkiye, hem de Kürtler daha iyi bir noktada olurdu.

Bugün, 18.3.2007

Gülay GÖKTÜRK

19.03.2007


 

Salih MEMECAN

19.03.2007


 

“İcabında 30 milyonun yarısı asılır, kalanlar Atatürk yolundan gider”

“İki kişi geldi. Biri albay olduğunu söyledi. ‘Senin babandan da nefret ederim. Zaten Menderes yaptı bütün bunları. İcabında yarısı asılır otuz milyon nüfusun, kalan on beş milyon Atatürk yolundan gider’ dedi. Bir de ‘Hükümet var falan diye öyle parlamento, anayasa, babayasa gibi şeylere güvenme. Burada hayatın bizim elimizde” gibilerinden bir şeyler... Sonra soyup bir pijama giydirdiler, üzerinde kan lekeleri olan... Ellerim zincirli halde yatağa oturttular.

İki gün falaka ve elektrikten geçirildim. Falaka tanıdık bir acıydı. Ama elektrik! İşte o bildiğin bir acı değil.

Cereyan çarpmasını birkaç kat büyüteceksin. Katılıyorsun, nefesin kesilir gibi oluyor. Bana çok şiddetli işkence yapılmadı. Hayalara elektrik bağlanması falan yaşamadım ben. Haftalarca işkence görenler vardı. On dokuz gün kaldım Kontgerilla’da...”

12 Mart!

1971’in askeri darbesi...

O zaman da Türkiye’nin varoluş mücadelesi içinde olduğuna inanan birtakım askerler, iktidara el koymuşlardı; Türkiye’yi varoluşsal tehditlerden kurtarmak amacıyla...

Kontrgerilla’da işkencehaneler bu uğurda kurulmuş, Ziverbey’de insanlara cereyan “Türkiye’yi kurtarmak için” verilmişti.

İşte bunun içindir ki, bu ülkede sözde ‘varoluş mücadelesi’ne karşı demokrasi ve hukuk mücadelesi daha hâlâ gündemdeki yerini koruyor.

Milliyet, 18.3.2007

Hasan CEMAL

19.03.2007


 

Namaz kılınmasa olmaz mı?

Org. Fahrettin Altay 1’inci Ordu Komutanı olduğu için, Atatürk’ün cenaze töreninin de komutanı konumundadır. Ankara’ya soruyor:

- Cenaze namazı Ankara’ da mı, İstanbul’ da mı kılınacak?

Ankara’dan bu soruya “Yarın sabah Başvekil Celal Bey ile Genel Sekreter Hasan Rıza Bey İstanbul’ a geliyor. Onlarla görüşürsünüz” cevabı geliyor. Ertesi sabah Dolmabahçe Sarayı’nda buluşuyorlar. Orada şu düşüncenin seslendirildiğini duyuyor Altay:

- İstanbul’ da veya Ankara’ da cenaze namazı esnasında bazı dini olaylar meydana gelmesinden laik hükümet çekiniyormuş. Namaz kılınmasa olmaz mı?

Org. Altay şu cevabı veriyor:

- Bir şey olacağını sanmam, mutlaka namazın kılınması şarttır. Bu gelenek olmuş bir dini vecibedir. Namaz kılınmazsa bu millet 50 sene sonra 100 sene sonra mezardan çıkarır namazını kılar. Onun için namaz kılınmayacaksa beni vazifemden affetmenizi rica ederim.

Altay’ı yardımcısı Tümgeneral Cemil Cahit Toydemir de onaylıyor. Bunun üzerine Ankara’dan gelenler şu soruyu seslendiriyorlar:

- Evet namaz kılınsın ama mutlaka bir camide kılmak mecburi midir?

Buna “Hayır, namaz her yerde kılınabilir. Burada içeride veya dışarıda kılar, cenazeyi götürürüz” cevabını veriyor generaller. Bunun üzerine Celal Bayar “Vakıflar Müdürü Şerafettin Efendi’yi davet edelim. Namazı o kıldırsın” diye konuyu noktalıyor.

Ertesi sabah Saray’da birkaç saf teşkil edilip, Şerafettin Efendi’nin imamlığında cenaze namazı kılındıktan sonra tabut top arabasına konuluyor ve böylece tören başlıyor.

Sabah, 18.3.2007

Mehmet BARLAS

19.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004