Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Başgil’in adaylığı, kafasına silâh dayanarak engellendi

Bazı olaylar vardır, uzun süreçlerin özeti gibidir. Prof. Ali Fuat Başgil’in 1961 yılında Köşk’e aday olmasının engellenmesi tam da böyle bir olaydı. O olayı ayrıntılı biçimde anlamak, 1960 darbesinin işleyişini ve Cemal Gürsel’in hangi şartlarda cumhurbaşkanı seçildiğini de anlamak demektir. 1893 doğumlu Ali Fuat Başgil, eğitimini Fransa’da yapmış bir önemli hukuk adamıydı. İstanbul Üniversitesi’nde anayasa hukuku dersleri vermişti. Hocaların hocası olarak, ‘ordinaryüs’ payesine ulaşmıştı. Darbeden sonra Milli Birlik Komitesi’nin attığı 147 öğretim üyesinden biriydi. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bir Kurucu Meclis oluşturuldu. Kurucu Meclis yeni bir Anayasa yaptı. Bu Anayasa 9 Temmuz 1961’de halkoylamasıyla kabul edildi.

SEÇİM SONUÇLARI SİNİR ETTİ

Yeni Anayasa parlamentoyu, Meclis ve Senato olarak ikiye bölmüştü. Meclis ‘nispi temsil’ sistemine göre seçilmiş 450 milletvekilinden; Senato ise ‘çoğunluk’ sistemine göre seçilmiş, 40 yaşını aşmış, üniversite mezunu 150 senatörden oluşuyordu. Ayrıca cumhurbaşkanının 15 senatör atama yetkisi vardı. (Bir de ‘tabii senatör’ adıyla ömür boyu Senato’da oturacak 21 Milli Birlik Komitesi üyesi vardı!) 15 Ekim 1961’de de yeni partilerin katılımıyla genel seçimler yapıldı. Sonuç darbeciler ve yandaşları açısından sinir bozucuydu! CHP 173 milletvekili ve 36 senatörü parlamentoya sokmuştu. Ancak çoğunluk, ‘karşı grupta’ yer alan ve devrilen Demokrat Parti’nin devamı sayılan partilerdeydi. Şimdi sıra cumhurbaşkanını seçmeye gelmişti. Darbecilerin adayı Org. Cemal Gürsel’di. Onun seçileceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. İşte tam bu sırada bomba patladı: Samsun’da AP listesinden bağımsız senatör seçilen Prof. Başgil, Köşk adaylığı için İsviçre’den geliyordu. AP tabanı ve özellikle Ege bölgesinden gelen AP milletvekilleri onu hararetle destekliyordu. Başgil’in geleceği duyulunca bazı AP’liler otomobillerin camına hocanın fotoğrafını asarak kentte gezmeye başlamışlardı. Milli Birlikçilerin canı fena halde sıkılmıştı.

MİLLİ HÂKİMİYET DE NEYMİŞ?

Hoca uçakla İstanbul’a geldi. Sonra trenle Ankara’nın yolunu tuttu. İlgi öyle yoğundu ki her istasyonda Başgil’e büyük tezahürat yapıldığıiçin tren büyük bir rötarla Ankara’ya ulaşabilmişti. Hoca, İzmir Caddesi’ndeki Barikan Oteli’ne yerleşti. Yanında birkaç AP milletvekili, elinde ise CHP’liler hariç, 120 parlamenterin imzaladığı ‘seni destekliyoruz’ belgesi vardı. Görüşmeler sürerken bir akşam Prof. Başgil, Başbakanlığa davet edildi. Hoca 24 Ekim günü saat 20.00 civarında Başbakanlığa gitti. Orada kendisini Org. Fahri Özdilek ile Org. Sıtkı Ulay bekliyordu. Kahveler içildikten sonra sadece gelindi: Org. Ulay, özetle, “Gürsel dışında bir adaya izin veremeyiz” dedi: “Milli Birlik Komitesi olarak zor durumdayız. Çünkü Silahlı Kuvvetler Birliği adlı başka bir cunta var. Eğer ısrar ederseniz parlamentonun açılmasına izin vermeyecekler.” Ancak Prof. Başgil ısrarlıydı: “Demokrasiden, milli hakimiyetten, aday olma özgürlüğünden, askerlerin halka verdiği sözlerden” filan bahsediyor, adaylıktan çekilmeyeceğini belirtiyordu.

KILIFINDAN ÇIKAN TABANCA

Tam bu noktada duralım... Ve bu sohbetin 15 dakika sonrasına atlayalım: Prof. Başgil’in Başbakanlık çıkışındaki hali, Akis dergisinde şöyle betimlenecekti: “Yüzü kıpkırmızıydı... Flaşlar patladıkça daha da kızarıyordu... Gözleri faltaşı gibi açılmıştı... Elleri titriyordu... Alt dudağı sarkmıştı... Etrafındakiler olmasa düşecekti...” 21.30 sularında Başbakanlıktan çıkan Prof. Başgil, arkadaşlarından kendisine bir taksi ayarlamasını istedi. Sabaha karşı hesabını kesip otelden ayrıldı ve İstanbul’a doğru yola çıktı. Daha sonra, sadece adaylığı bırakmadığı, senatörlükten de istifa ettiği öğrenildi. Şimdi soralım: Başbakanlıkta neler olmuştu da Başgil’in kimyası değişmişti? Onu böylesine korkutan neydi? Bazı kaynaklara göre “Org. Sıtkı Ulay, bütün gün belinde taşıdığı için ağırlık yapan tabancasını çıkarıp masanın üstüne koymuştu.” Peki bu hareket insanın kimyasını değiştirir miydi? Alt dudağını sakıtır mı? Yoksa başka kaynaklarda iddia edildiği gibi, o tabanca kılıfından çıkarıldıktan sonra, hiç de nazik olmayan kelimeler eşliğinde Başgil’in kafasına mı dayanmıştı? Bir soru daha: Acaba o an hocanın aklına, düzmece Yassıada Mahkemeleri sonucunda Eylül 1961’de idam edilen Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gelmiş miydi?

Sabah, 21.3.2007

Emre AKÖZ

22.03.2007


 

İki Türkiye ve cumhurbaşkanı seçimi

Türkiye’de onyıllardır süren bir mücadele, bir rekabet var. Tarafları sayıda ve güçte asimetrik olan bir mücadeledir bu. Turgut Özal’dan beri son epizodunu yaşayan bu mücadelede yeni bir dönemece giriliyor. Peki nedir bu mücadele ve kimler arasındadır?

Türkiye’deki mücadele Balkanlar ile Anadolu arasındaki mücadeledir. Kültürel olarak tanımlanmış iki sınıf koalisyonunun mücadelesidir. Bir tarafta etnik olarak Türk olmadıkları halde Türklüğü benimseyip genelleştirenler, diğer tarafta etnik olarak Türk oldukları halde üzerlerine özel tanımlanmış bir Türklük empoze edilenler var. Bir tarafta Batılılar, sözümona laikler ve göçmenler var, diğer tarafta Anadolulular, dindarlar ve yerliler var. Bir tarafın başkenti Çanakkale, Tekirdağ, Beşiktaş ve İzmir’dir. Diğer tarafın başkenti Üsküdar, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır’dır.

Bir tarafta devleti kuranlar var, diğer tarafta üzerlerine devlet kurulanlar var. Bir tarafta kuralları koyan, imtiyazlı bir azınlık var, diğer tarafta kurallara maruz kalan mahrum bir çoğunluk var. Bir tarafta “laik cumhuriyet” söylemi, diğer tarafta ise “gerçek demokrasi” isteği var. Bir tarafta Batılılaşma adı altında sömürgeleşmeyi içsellestirmiş ve bunu çoğunluğa otoriterlik ile benimsetmeye çalışanlar, diğer tarafta Ücüncü Dünya ülkelerinin bir zamanlar verdiği türden “özgürlük ve bağımsızlık” mücadelesi verenler var. Bir taraf “halksız bir cumhuriyet”i, diğer taraf demokrasi yoluyla halklanmış bir cumhuriyeti istiyor. Bunlardan ilki halksız bir baş, ikincisi ise başsız bir halkı temsil ediyor.

Bir tarafta Türkleşmiş ve Türkleştiren göçmen komitacı milliyetçiliğin Balkanlar ve Kafkaslardan gelen gruplardan kurulu koalisyonu var. Öbür tarafta yeni-Türkleşmeyi reddeden ama asıl Türklüğü kabul edilmeyen Türkler (Anadolu Türkleri) ile değişik mağdurlardan (Kürtler vd) oluşan koalisyon var. Bu ikinci sınıf bazen kendisini “zenci Türkler” olarak da tanımlayabiliyor. Beyaz Türkler ile Zenci Türklerin oluşturdukları koalisyonlar zaman içinde değişebiliyor. Türkiye bir suredir, dindarlar ile milliyetçilerin bir tarafta liberaller ile Kemalistlerin diğer tarafta olduğu bir dönemden, dindarlarla liberallerin aynı koalisyonda olduğu ve bunlara karşı Kemalistler ve milliyetçilerin ortak hareket ettiği bir doneme girdi.

Bugüne kadar dış rüzgarlar (batılılaşma, modernleşme) birinci sınıfın çıkarlarına hizmet ediyordu. Bugün dış rüzgarlar (küreselleşme) onların imtiyazlarını ellerinden alıyor. İkinci sınıf birinci sınıfla aynı seviyeye gelsin istendiğinde bu talebin adı “irtica” oluyor. Ancak birinci sınıfın keyfi üstünlük ve baskısının adı ise çağdaşlık ve laikliktir.

Birinci sınıf bazen ikinci sınıftan insanları kontrollü olarak seçip sosyalleştirerek sayısal olarak yetmediği pozisyonlarda veya sembolik olarak istihdam edebilir. Ancak bu seçilip ödüllendirilenler ya bilinç altlarında ya da bilinçlerinde neye hizmet etmeleri gerektiğini öğrenirler.

Birinci sınıf toplumsal iktidarı, devletin demokrasinin elinin yetişmeyeceği bürokratik derinliklerini ve merkez medyayı elinde tuttuğu için ikinci sınıf mensupları en fazla müstahdem (çalışan) olarak görev alabilirler. Mesela, bir daktilograf kadar ufku olan bir devlet memuru Cumhurbaşkanı olabilir. Ancak Cumhurbaşkanlığı süresince halkının karşısına çıkamaz olmalı; onları her fırsatta aşağılamalıdır.

İkinci sınıf mensupları hakim ve mülk sahibi olamazlar. Mesela, asker olabilirler ama komutan olamazlar. Bunlardan komutan olmaya heveslenip de beyinleri sömürgeleşmeye direnenler temel haklardan mahrum kalacak şekilde ordudan atılırlar. İkinci sınıfın mensupları her zaman birinci sınıfın toplamıyla tek başına muhatap olurlar ve her seferinde yenilirler. Azınlık olmasına rağmen birinci sınıf, örgütlü bir iktidar ve şiddeti temsil ettiği için sayısal olarak kendisinden daha büyük ama politik olarak hadim edilmiş bir kitleyi her zaman yönetebilir. Bu, bir zamanların ağalık veya kölelik sistemlerindeki çelişki gibidir. Sadece bir efendi, köle olduklarını kabul ettikleri sürece yüzlerce köleye hükmedebilir. Türkiye’de ikinci sınıfın topluca hareket edebildiği nadir kanallardan biri demokrasidir. Fakat ne zaman halk yani ikinci sınıf demokratik secimler yoluyla kendisini iktidarın ortağı haline getirse, birinci sınıf yine az ve azınlık ama güçlü ve kurumsal iktidarını kullanarak ikinci sınıfı iktidarın sadece nesnesi ve muhatabı seviyesine geri gönderir. Bunu yapmak için elinde geniş bir araç yelpazesi bulunduğu gibi gerekirse ikinci sınıfın hep ikinci sınıf olarak kalması için bunları kullanır.

Çok yakında Türkiye’de belki de ilk kez halk kendi Cumhurbaşkanını kendi seçtikleri yoluyla seçecek. Fakat birinci sınıf buna razı değil. Birinci sınıfın seçip eline ev ödevi tutuşturduğu biri olsun isteniyor. Sadakati halka değil kendisini o görevde istihdam eden birinci sınıfa olan bir Cumhurbaşkanı gelsin isteniyor. İronik bir şekilde Cumhurbaşkanı (halkbaşı) birinci sınıfın istediği biri olursa, halksız bir bas olarak başsız bir halkı yönetecek ve sömürge mukadder çözülüşünü birkaç yıl daha geciktirmiş olacak.

Mücahit BİLİCİ

Michigan Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Yeni Şafak, 21.3.2007

22.03.2007


 

Yargı reformu

Yargı reformundan söz açılmışken, benim kanaatimce, Türk yargısının en temel sorunu zihniyet sorunudur. AB’ye uyum paketlerinin başına gelenlerin gösterdiği gibi, bu sorunun da öyle kurumsal reformlarla, kanunları değiştirmekle ortadan kalkması ne yazık ki mümkün değil. Zihiyet sorununun üstesinden gelmek için hem çok zamana, hem de ondan önce böyle bir sorunun varlığının kabul edilmesine ihtiyaç var.

Bu sorunun kökünde yargıçların çoğunun kendilerini hukukun tarafsız uygulayıcısı olarak değil de neredeyse idare ajanı gibi görmeleri yatmaktadır. Anayasa’nın mahkemelere Türk milleti adına yetki kullanma onuru vermiş olmasına rağmen, ne yazık ki bu böyledir. Çünkü yargıçlarımız devletten bağımsız bir milleti tasavvur edemiyorlar.

Bu devletçi dünya görüşünde devlet iyiyi yemsil eder ve bu iyiyle uyumlu olmayan, sivil olarak nitelendirebileceğimiz her tezahür bozguncu sayılır. Aslında bu zihniyette sivil diye bir nosyonun kendisine, devlet karşısında özerk bir varlık alanı olarak toplum tasavvuruna yer yoktur. Bizim sivil toplum dediğimiz şey yargıçlarımıza genellikle bozgunculuğu, başıbozukluğu ve devlete yönelik bir tehdit potansiyelini çağrıştırır.

Bu zihniyet özgürlük karinesini, kanunsuz suç olmaz ilkesini ve suçsuzluk karinesini de içselleştirmeye elverişli değildir. Özgürlük karinesi ona yabancıdır, çünkü özgürlüğü insan olarak varoluşumuzun aslî bir unsuru olarak değil de bir devlet bağışı olarak görür. Özgürlük karinesine yabancı olduğu için de bu devletçi mantık ne kanunsuz suç olmaz ilkesini ne de suçsuzuluk karinesini içselleştirebilir. O özgürlüğün değil de yasağın esas olduğuna inanır. Öyle olmasaydı, ceza normlarındaki belirsizlikleri, çoğu durumda olduğu gibi yeni suçlar ihdas etmek için kullanmak yerine, beraat gerekçesi yaparlardı.

Yargıçlarımız eğer suçsuzluk karinesini ciddiye alsalardı, pek çok örnekle sabit olduğu üzere, suç isnadıyla karşı karşıya kalan sanıklara kendilerinin masum olduklarını ispatlama külfeti yüklemez, suçluluğun kanıtlanmasının mahkemenin kendisinin işi olduğu bilinciyle hareket ederlerdi. Öyle yapmıyorlar, çünkü -dediğim gibi- özgürlüğü aslî bir değer olarak görmüyor, sivil olanın tabiatı icabı bozguncu olduğunu düşünüyorlar. Ayrıca, devletçi zihniyetleri onları, suç isnadının devlet adına yapılmış olmasını başlı başına bir suçluluk kanıtı gibi görmeye itiyor. Bu arada, ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyen sezgilerine de çok kere neredeyse kanıt değeri yüklüyorlar.

Bu ve benzeri zihniyet sorunları yanında, yargı uygulamamızda çok ciddî bir okuduğunu anlama problemi de var. Öyle mahkeme kararlarına rastlıyoruz ki, bu ifade veya ibareden nasıl böyle bir anlam çıkarılmış diye hayretler içinde kalabiliyoruz. Şahsen benim bazan saçımı başımı yolasım geliyor. Özellikle de suç teşkil ettiği iddia edilen ifadelerde mecaz, teşbih, kinaye gibi söz sanatları kullanılmışsa, mahkemelermizin bu gibi ifadeleri doğru okuyacaklarından hiç emin olamayız.

Bu sorunun eğitim sistemimizin genel yapısıyla ve özel olarak da hukuk eğitiminin özelliğiyle ilgili olduğu açıktır. Zihniyet sorununun da elbette kültürel bir arka planı var, ama hiç şüphe yok ki hukuk eğitimimiz de bu devletçi zihniyeti yeşerten bir unsurdur. Onun için, eğer sahiden yapılacaksa, yargı reformunun hukuk eğitiminden başlaması gerekiyor.

Star, 21.3.2007

Mustafa ERDOĞAN

22.03.2007


 

‘Bush tipi demokrasinin faydaları’

Bush yönetimi, 4 yıl önce Irak’a savaş açarken, bunu terörle mücadele ve Ortadoğu’ya özgürlük getirme adına yaptığını söylüyordu.

Terörle mücadele konusunda elde edilen başarı etkileyici: Savaşın başladığı 20 Mart 2003’ten 4 yıl sonra, Irak tarihte görülmemiş bir şiddet batağına saplanmış durumda. Yalnız Iraklılar değil, olmayan El Kaide bağlantısı yüzünden başlatılan savaşta, binlerce Amerikalı da ateşin içinde.

4 yılda ne kadar Iraklının hayatını kaybettiği bile tam bilinemiyor. Tahminler 150 bin ile 1 milyon arasında değişiyor. Her gün ortalama 100’den fazla Iraklı hayatını kaybediyor. Irak polisi, istisnasız her gün işkenceyle öldürülüp sokağa atılmış cesetler buluyor. İnsanlar, milis gruplarla, bu grupların içine sızdığı emniyet güçleri arasında sıkışmış, artık kime güveneceğini bilmiyor. Canını kurtarmak isteyen, ülke içinde ya da dışında güvenli yerlere göç ediyor. BM rakamları, her ay ortalama 100 bin Iraklının evini terk ettiğini gösteriyor.

Tabii bunlara bir de yok edilen tarihî değerleri, yağmalanan kültürel mirası, öldürülen bilim adamlarını, yerle bir edilen devlet yapısını, en önemlisi de tetiklenen etnik ve mezhepsel fitneyi eklemek gerekiyor. Savaşın diğer gerekçesi olan özgürlük ideali ise Iraklılar arasında çoktan dalga konusu olmuş durumda. Bu, elbette Iraklıların demokrasi ile sorunu olmasından kaynaklanmıyor. Bir diktatörün zulmünden kurtulayım derken, en temel yaşama hakkından bile mahrum olmanın yol açtığı bir durum bu.

4 yıllık tabloyu değerlendirmek için yapılan anketler Iraklıların içinde bulunduğu duruma dair önemli ipuçları veriyor. Ama duyguya yer vermeyen bu istatistiklerden hiçbiri, Iraklıların bizzat yaşadıklarını ifade eden kendi değerlendirmeleri kadar gerçeği yansıtmıyor. İşte böyle değerlendirmelerden biri, zor şartlara rağmen yayın hayatını sürdürmeye çalışan bir Irak gazetesinde yayınlandı. İmad Allo isimli yazar, “Amerikan Tarzı Demokrasinin Faydaları” başlıklı yazıda, Irak’ta yaşanan dramı, ironik bir üslupla anlatıyordu. Savaşın yıldönümünde bu yazının çarpıcı bölümlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Irak’ta uygulamaya konan Amerikan tarzı demokrasinin sayısız başarıları var. O kadar ki, Iraklıların hayatına yansıyan bu faydalar, modelin tüm Ortadoğu’ya uygulaması yönünde Amerikan yönetimine cesaret veriyor.

Amerikan demokrasisi sayesinde akaryakıt darboğazı ve elektrik kesintisi kronik hale geldi.

Iraklılar, bir zamanların çok güzel turistik merkezleri Habaniya’da veya tarihî Akarhuf’ta piknik yapmayı artık hayal bile edemez hale geldi. Dışarıda yemek yemek geçmişte kalan bir hayal. Çocuklarla dışarı çıkmak ise düşünülemez bile.

Irak’taki Amerikan demokrasisinde, kendi evinde mahpus olmayı kabul etmeli veya öldürülme, yaralanma ya da kaçırılma riskini göze almak zorundasın. Evde kalmak da artık güvenli değil. Gece yarısı veya gündüz ortası kimliği belirsiz silahlı birilerinin baskınına uğrayabilirsiniz.

Milyonlarca Iraklı şimdi Suriye ve Ürdün’de tatilde! Amerika’nın yeniden yapılanma kapsamında yaptığı yatırımlardan elde ettikleri ekstra kazançları harcıyorlar. Hiçbir zaman yabancı ülkelere bu kadar Iraklı turist gitmedi. İç turizmde patlama var. Şehirler, kasabalar, köyler hep tatilde.

Şayet Bağdat’ta iseniz Amerikan tarzı demokrasinin büyük bir avantajı, uykunun size yasak olmasıdır. Savaş uçakları, helikopterler, tanklar ve diğer silahlı araçlar gece hayata başlarlar. Amerikan ordusu Bağdat gecelerini sever ve savaş uçakları karanlık bastığında alçak uçuş yapmaktan zevk alırlar...

Günışığıyla birlikte milli ordumuz ve polisimiz harekete geçer. İstedikleri yerlere barikat kurarlar. Caddeleri kapatır, kontrol noktaları oluştururlar. Bu kaosun ortasında ‘araba bombalar’ patlar. Direnişçiler hem Irak hem Amerikan güçlerine saldırır.

Ne kadar insanın öldüğü ya da yaralandığı önemli değildir... Önemli olan, ‘demokratik olarak seçilmiş’ hükümetimiz ve onu koruyan yaklaşık 150 bin kişilik Amerikan işgal gücüdür.

Amerikan tarzı demokrasinin bazı avantajları bunlar. Şayet daha fazla bilgi istiyor veya bu avantajlardan bizzat yararlanmak istiyorsanız, lütfen Bağdat’a buyurun.”

Zaman, 21.3.2007

Abdülhamit BİLİCİ

22.03.2007


 

Milletin efendisi

Atatürk “Köylü milletin efendisidir..” dedi demesine de..

O zaman köylülerin, sefaretlerin bulunduğu Çankaya Bulvarı’ndan gelip gidişi ne diye yasaklandı, bunu da anlatmak lazım..

Şöyle izah edeyim..

Atamız bu lafı durduk yerde, kendi arkadaşlarına söylemedi.. Bir yerde ediverdi..

Sonra “vecize” niyetine her yere yazıldı.. Köylüde okuma yazma yoktu o zamanlar.. Ancak şehirlilerin hepsi okudu..

Yabancı elçiliklerin mensupları da..

Şimdi sen, poturunda kırk yama olan bir köylüyü elindeki çomakla eşeğinin gerisini dürte dürte Çankaya Bulvarı’na nasıl salarsın?

Sefaretlerin elçisi, müsteşarı, askeri ataşesi o köylünün perişan halini görünce “Bu muymuş Türklerin efendisi..” diye birbirine sormaz mı?

Memleketindeki büyüklerine “Bunların hali perişan.. Efendi dediklerinin üstü başı artık yama tutmuyor..” raporunu vermez mi?

İşte Atatürkümüz’ün bürokratları bunu gördü..

Kendi aralarında “Aman! Milletin efendisi olduğu bu poturu yamalıların kulağına gitmesin.. Yoksa zaptedemeyiz..” deyip, kavilleştiler..

Hakikaten de işlerini iyi yaptılar..

Köylü, memleketin efendisi olduğunu çok partili hayata geçinceye kadar duymadı..

Vatan, 21.3.2007

Selahattin DUMAN

22.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004