Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? O Cennetlerde her türlü meyveden çiftler vardır.

Rahman Sûresi: 51-52

29.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İnsanlardan en çok sevdiğim Âişe, erkeklerden de onun babasıdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 126

29.04.2007


Asker neferatı siyasete karışmamalı

Onuncu Cinayet: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulemâ ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sûreti:

Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhîdi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.

Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir.

Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedâr ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevî tecavüz demektir.

Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zâbiti zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil.

Elhâsıl: Fahr-i Âlemin fermanını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa!

Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 33-35

Lügatçe:

asâkir-i muvahhidîn: Bir olan Allah’a inanan askerler.

vabeste: Bağlı.

ulü’l-emr: İdareciler, halife.

hâzık: İşinin ekli, uzman.

münevverü’l-efkâr: Fikirleri aydınlanmış.

yed-i şecaat: Cesaret eli.

meşrûta-i meşrûa: Şeriata uygun hareket eden meclis.

29.04.2007


Akıl tamam ama ya kalp?

Az-çok sosyal hayatın içinde olan biri olarak belirgin şekilde gördüğüm bir durum var. Belki sizin de başınıza gelmiş olabilir. Benim ise son zamanlarda çok sık başıma gelmeye başladı.

Bir kısım insanların aklı, iman ve İslâm hakikatlerini kabul ediyorsa da, kalb kabul edemiyor. Daha doğrusu kalp ilgilenemiyor. Çünkü ilgilenebilse, hakikatler kalbe de hitap edecek, onu da aydınlatacak. Ama olmuyor...

Olmuyor, çünkü insanların kalbi başka boyutta, maalesef başka şeyler için atıyor. Olmuyor, çünkü âhirzamanda yaşadığımız ortamların hemen hemen hiçbiri imanî ve İslâmî duyarlılıkla oluşturulmuş değil. Olmuyor, çünkü insanların düşüncelerine sinen ve hayatlarını etkileyen standartlar kalbi tamamen başka şeylerle dolduruyor. Başka yerlere çekiyor. Tâbiri caizse imanın kalpteki yerini daraltıyor.

Olmuyor, çünkü akıl her şeyi bir anda yutabiliyorsa da kalbin anlatılanları hazmetmesi gerekiyor. Ancak şartlar bu hazmetmeye imkân vermiyor. Dolayısıyla olmuyor, çünkü, siz iki dakikada akla hitap edebiliyorsunuz ama kalbe hitap edebilmeniz daha yoğun bir çaba istiyor.

Olmuyor, çünkü Hz. Ebûbekir’in (ra) enfes ifadesiyle insanlar “inandığı gibi yaşayamayınca, yaşadığı gibi inanmaya” başlıyor. Yani kalbi ve diğer duyguları besleyecek olan ameller, amelî boyutta yapılmıyor veya eksik yapılıyor.

Öyleyse diyorum kendi kendime; ne yapmalıyım?

Çuvaldızı öncelikle ve hak ettiğim için kendime batırıyorum. İnsanların kalbine hitap edebilmek için kendi kalbimin ve diğer lâtifelerimin çok daha gelişmiş olması gerektiğini fark ediyorum. Yani bütün bu “olmuyor”ların ardındaki handikapları en güzel şekilde ve en başta kendi nefsimde aşmam gerekiyor.

Daha fazla Risâle-i Nur okumalıyım, böylece akıl ve kalbimi ve sâir duygularımı daha fazla imanîleştirmeliyim. Daha fazla inancımı yaşayabilmeliyim, bu yüzden daha fazla ibadete önem vermeliyim meselâ. Bilhassa Sünnet-i Seniyyeyi yaşama hususunda daha fazla dikkat ve çaba göstermeliyim. Daha fazla dünyevîleşmeden kaçmalıyım, bu şekilde başka standartların tahakkümünden kendimi kurtarmalıyım.

Burada Risâle-i Nurların birlikte ve topluca okunmasının da ne kadar önemli olduğunu fark ediyorum. Risâle-i Nur müellifinin pek çok lâhikada bu tarz birlikte okumaya verdiği önemi de anlıyorum. (Nur talebeleri bunun için bihakkın “Risâle-i Nur dersi” tabirini kullanırlar) Çünkü insanların Allah’ı anmak için biraraya gelip bu eserleri okumaları bütün o kalbi engelleyen “olmuyor”ların boyutundan çıkmayı çok kolaylaştırıyor. İnsan nefsin ve çağın getirdiği bu engellerden hiç değilse o zaman aralığında sıyrılıyor. Dolayısıyla akılla birlikte kalp ve sâir duyguların da Risâle-i Nur’dan alacağı şeyler hem sayı olarak, hem feyiz olarak fazlalaşıyor.

Sonra ne yapılmalı? Sonra insanlara Risâle-i Nur’u sunarken, anlatırken, artık akıl boyutuyla birlikte kalb boyutunu da vurgulamalıyım. Geçen haftaki yazımda yazdığım bütün o akıl-kalb birlikteliğine dair ifadeleri unutmadan Risâle-i Nur’u anlatmam lâzım artık. Risâle-i Nurların samimiyetine, ifadelerindeki güzelliğe de akıl boyutu kadar vurgu yapmalıyım.

Meselâ, 22. Söz’deki delillerin ne kadar kuvvetli bir mantık örgüsüyle Allah’ın varlığını, vahdetini ispatladığını anlatırken, aynı sözdeki ifadelerin ne kadar Kur’ânî olduğunu (ve/veya ne kadar Esmâ-i Hüsnâ vurgusu yaptığını), dolayısıyla ne kadar güzel ve kalbe hitap edebilecek bir şekilde ifade edildiğini de vurgulamam gerekiyor.

Elhâsıl, madem ki Risâle-i Nur’un deyimiyle “mahall-i iman olan kalb ve akıl”dır (13. Lem’a), ve madem “Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu delâiliyle ilân eden, kalb ile vicdandır” (İşârâtü’l-İ’câz, Bakara-7. âyetin tefsirinde) ve madem Risâle-i Nur ve Müellifi “...belki İmam-ı Gazâlî (r.a.), Mevlânâ Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş....” (Mesnevî-i Nuriye, Mukaddimesi)

Öyleyse bize de o yoldan gitmek ve akıl kalb birlikteliği ile Risâle-i Nur’u tekrar tekrar anlatmak ve imana hizmet etmek düşmez mi?

[email protected]

Ahmet Tahir UÇKUN

29.04.2007


Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar

Hazret-i Üstad’ın yüksek şahsiyetini o

zamanlarda naçiz kalemimle şöyle dile getirmiştim:

‘Asrımıza hoşgeldin’

Ey muhterem Müslüman, ey mücahid kahraman

Sultansın gönlümüzün köşesinde he zaman...

Nefes aldı insanlık zulmün pençelerinden

Kurtardın biiznillah cehaletin selinden...

Yılmadın, yorulmadın çarpıştın mülhidlerle

Hakîr gördün hayatı Nurlu mücahidlerle...

El kaldırıp Rahmana nice yıllar yalvardın

Milyonlarca insanın kalbinde yüce adın...

Cihad meydanlarında savaştın at üstünde,

İ’lâ ettin Kur’ân’ı kâfir Moskof önünde...

Rabbim gönderdi seni muzdarip bir beşere

Kavuşturdu bizi yepyeni bir esere...

Sildik gözlerimizden akan kanlı yaşları

Kutladık uğrunda feda olan başları...

Nurun nurlu yolunda hız aldık gidiyoruz,

En derin sevgimizle seni selâmlıyoruz.

Kalbimizin tahtında sultan gibi oturdun,

Susayan insanları iman ile doyurdun...

Hâdimsin sen Kur’ân’ın eşsiz ulviyetine,

Uymaktır makâsıdın Peygamber sünnetine...

Yandın yanardağ gibi, lâvlar saçarak geldin

Karanlık, kapkaranlık küfrü yırtarak geldin...

Âb-ı hayatı sundun ölmüş olan ruhlara,

Güneşler gibi doğdun kararmış bulutlara.

Kükredi birden bire kanları uyuşanlar...

Hakkın yoluna geldi kötü yolda koşanlar,

Nur aldı Nurlandılar, genç ihtiyar, kadın kız.

Kudsî dâvâ uğruna feda olsun başımız...

Müsterih ol ey Üstad ey büyük insan artık

Nâşiriyiz Nurların nurlu gözlükler taktık.

Milyonlarca insan kurtulmuştur bu Nurla,

Sabrın mükâfatını seyret artık huzurla...

Gebermek üzere küfür, ezeceğiz başını...

Sil artık doksan yıllık mübarek gözyaşını.

Yetmez mi bunca yıldır bizim için çalıştın?

Zulmün koyu devrinde zâlimlerle çarpıştın.

Sabrın mükâfatını Rabbim ihsan eyledi,

Nurların intişarı düşmanı kahreyledi...

Bugün milyonca insan minnettardır hep sana.

Şefkatine eremez toplansa yüz bin ana...

Gâye uğruna ölüm senin için hiç olmuş...

Mahkemeler, zindanlar Nura medrese olmuş,

Rehberimiz Kur’ân’dır, parolamız muhabbet,

Bekliyoruz her zaman Cenâb-ı Hak’tan rahmet

Denizler gibi coştun, zındıklarla boğuştun,

Allah’a giden yolda meleklerle buluştun.

Azimkâr çalışmanla zulmün ufkunu deldin

Ey vakur büyük insan, asrımıza hoş geldin...

(Son Şahitler, c. 4, s. 403-404)

29.04.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hacı Abdullah Efendi, 1800’lü yılların Seydişehir velilerindendir. Bozkır’ın Karacahisar köyünde doğdu. Nakşî evliyasından Mehmet Kudsi efendiden ders aldı. Mehmet Kudsi Efendi’nin vefatı üzerine de onun yerine geçti.

Zamanın Konya Valisi Ferit Paşa, Abdullah Efendi’yi ziyaret etmek maksadıyla Seydişehir’e gelmişti. Birkaç gün Seydişehir’de kalan Paşa, nihayet Abdullah Efendi’nin sohbetine katıldı.

Sohbetten sonra Paşa ayrılmak üzere izin isteyince, Abdullah Efendi ona duâ etti.

Paşa da:

“Duânızı kesmeyin efendim. İlk fırsatta tekrar ziyaretinize geleceğim” dedi.

Bu defa Abdullah Efendi:

“Bu Seydişehir’e son gelişiniz Paşa. Bir daha görüşemeyeceğiz” dedi.

Bu söz karşısında Paşa birden bire beyninden vurulmuşa dönünce, Abdullah Efendi:

“Merak etmeyin Paşa. Allah’ın izniyle netice hayırlıdır” dedi.

Seydişehir’den ayrılan Ferit Paşa teftiş için Antalya Sancağına gitti. Burada telgrafla sadrazam olduğunu öğrenen Paşa, buradan İstanbul’a gitti.

Paşa’ya bir daha Seydişehir’e gelmek nasip olmadı.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/317)

Süleyman KÖSMENE

29.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004