Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Özür mü, yoksa helâllik mi?

Şu fânî dünyada hatasız kula rastlamak mümkün değildir. Enaniyet, kibir, kıskançlık, haset, korku, nefret, düşmanlık gibi negatif duygular ile malûl olan insanın hatadan hâlî olması düşünülemez. İnsandaki sınırsız duygu ve kabiliyetlerin, ifrat ve tefrit gelgitleri arasında, orta yolu bulabilmesi için yaptığı her bir yolculukta tökezlemesi ve yanlışlıklar yapması normal sayılmaktadır.

İnsanın kendisini daima kontrol altında tutması, akla verilen bilgilerin doğruluğuna bağlıdır. İnsanların hislerine kapılarak aklı devreden çıkardığı zamanlarda hataların üst üste geldiği, hatta büyük felâketlerin istilâsına uğrandığı bir gerçektir. Kendi nefis ve enaniyetleri uğruna büyük katliâmlara ve harabiyetlere vesile olan insanların tarih sahnesinde resmigeçit yaptıklarına her zaman şahit olunmaktadır. Aşkı uğruna şehirleri ve dünyayı yok etmeyi sıkılmadan söyleyebilen insanların dehşet veren bencillikleri, hatayı hata olmaktan çıkartıp telâfisi mümkün olmayan günah şekline sokmaktadır.

Günlük hayatımızda yakın çevremizden başlayarak evde, işte ve sokakta ilişki içerisinde olduğumuz herkese karşı küçük küçük de olsa, farkına varalım ya da varmayalım birçok hatalarımız olmaktadır. Bu hataların farkına varıldıktan sonra hemen telâfi edilmesi ve özür dilenmesi büyüklüktür. Bu büyüklüğü göstermek herkese değil, fazilet sahiplerine nasip olmaktadır. Fazilet ehli, zaten hata ve günahlardan kaçınmak için azamî gayreti göstermektedirler. Hata yaptıklarında da sadece özür dilemekle kalmamakta, aynı zamanda helâllık da dilemektedirler.

Enaniyetleri kabarık olan ve sadece kendi nefislerini düşünen insanlar için özür dilemek oldukça zordur. Özür dilememek için bin bir türlü çıkış yolu ararlar ve karşı tarafın kusurlarını ortaya dökerek küçük düşürmek sûretiyle kendilerini yüceltmeye çalışırlar. Bu taktiğin bir çıkmaz yol olduğu açıktır. Birlikte yaşamak zorunda olan insanların husûmet ve kırgınlıkla huzurlu bir hayat sürdürmeleri mümkün değildir. Sivri ve kırık noktaların tamir ve telâfi edilerek ortak paydada buluşulması zarureti ortadadır.

“Derhal özür dile!” şeklinde kırgın taraftan yapılacak sert bir talebin ortamı daha da gergin hale getireceği açıktır. Hatalı olduğunu kabul etmeyen ya da bu sert çıkışa karşı nefsinin sesine kulak veren kişinin özür dilemeye yanaşması söz konusu değildir. Ortamın gergin olduğu durumlarda insanların itidalli davranması veya bir takım arabulucuların devreye girmesi gereklidir.

Özür dilemeye yanaşmayan kişiye helâllık dilemesi teklif edildiğinde yumuşayacak ve “Hakkını helâl et” demesi daha kolay olacaktır. Yapılan hatanın aynı zamanda bir haksızlık olduğu unutulmamalıdır. İnsanların gönlünü kırmak ve onlara haklı kalmak doğru değildir. Cenâb-ı Allah kul hakkından başka bütün günahları affedebileceğini yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim’inde bizlere bildirmiştir. Bu sebeple ilişki içerisinde olduğumuz insanlarla sık sık helâlleşmek, yerinde ve güzel bir davranış olacaktır.

Bazen tanımadığımız kimselerin canaze namazlarına iştirak ettiğimizde hoca efendinin; “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?” sorusuyla karşı karşıya kalır ve buna da; “Hiç tanımadığım birisi ile benim ne hukukum olabilir ki?” diye içimizden cevap veririz. Biraz düşünülecek olursa, görünüşte yakın bir münasebetimiz olmayan bu insanlarla hak hukuk ilişkisi yok gibidir. Ama aynı dünyayı, aynı şehri paylaşıyor ve cenazesinde de bir araya gelebiliyorsak muhakkak uzaktan da olsa bir hak hukuk ilişkisi vardır. Buna biraz da kader noktasından bakmak lâzımdır. Farkında olmadan onun soluduğu havayı kirletmiş veya belediye otobüsüne aynı ücretle bindiğimiz halde yolculuğun sonuna kadar o ayakta, biz oturarak yolculuk etmiş veya hastahanede muayene kuyruğunda bir tanıdığın torpili ile ondan önce muayene olmuş olabiliriz. Nitekim bir Çernobil felâketi sebebiyle yüz binlerce insan öldü ve milyonlarca insan da sakat kaldı. Yapılan savaşlar, dünyanın düzenini bozmakta en uzak noktalardaki bitki ve hayvanlara dahi zarar vermektedir. Hakkı tebliğ etmekte gösterilen ihmallerimizi de göz önünde bulunduracak olursak, yakın olsun, uzak olsun dünyadaki bütün insanlar arasında küresel bir hukuk doğurmaktadır. Bunca hukukun sadece basit bir özür dileme ile geçiştirilmesi söz konusu olamaz.

Bilerek yapılan zulümlerin vebali pek tabiî ki büyüktür. Ama farkına varmadan işlediğimiz birçok hataların telâfisi ise çoğu zaman mümkündür. Bu noktada sadece uyanık olmak yeterli olacaktır. Tanımasak da insanlara haklı kalmış olma ihtimalini her zaman göz önünde bulundurmalı ve yeri geldikçe helâllık dilemeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Helâllık dilemekte Allah’ın rızasına ve hakka riâyet vardır. Yumuşaklıkla muamele ve sulh vardır. İyi geçinme ve huzur arayışı vardır. Helâllık dilemekte kolaylık ve özür dilemeye hazırlık vardır. Helâllık dileyen, ardından rahatlıkla özür de dileyecektir.

Kadir AYTAR

05.05.2007


‘Geçim bereketi’ni kaçıranlar

Türkiye’de süt çok önemli bir potansiyele sahip. Şişe süt, kutu süt, poşet süt, meyveli süt, light süt. Aklınıza gelebilecek her türlü sütün pazarı Türkiye’de hazır. Ama evinde sağılacak sütü olmayan aileler bu anlamda ciddî bir “geçim bereketi” kaybına uğramış durumda.

Hadi biraz daha açık söyleyelim. Meselâ Sivas’ın Gürün ilçesini ele alalım. Tarihi çok eskilere dayanan bu şirin ilçemizin (Gökpınar’ı mutlaka ziyaret edin.) Gübün nahiyesine afet evleri yapıldı. Hititliler zamanından kalma mağaraların yakınlarında gerçekleştirilen yerleşim zamanla insanların ev–bahçe ve ahır üçgenini bir arada oluşturmasını sağlamıştı. Dağ–bayır her tarafı bomboş olan Gürün’de yapılan afet evlerine bilâ bedel yerleşen halk lüks mutfağı, balkonu ve damsız–çatı sahibi bir eve oturmanın keyfi ile bayram etti. Hele yeni evlerde ahır yapılmamış olması onları daha bir şehirli kılıyordu. Artık kim uğraşacaktı davar ile, koyun - inekle.

Tandır yakıp ekmek pişirme derdi de kalmamıştı. Ne güzel olmuştu şu afet evleri. Buraya yerleşenler hayvanlarını tek tek sattı. Artık sabahları kimsenin evinde taze sağılmış süt, yeni yumurtlanmış yumurta, tandırda pişmiş ekmek–kete, ev yapımı peynir, tereyağı ve yoğurt yoktu. Memlekete gittiğinizde o hasretle yufka bandırdığınız tereyağını artık bakkaldan ya da öte geçedeki komşudan almak durumundaydınız.

Eskiden Gürün’de her evde vardı bunlar. Bugün ise market raflarından alınıyor. Peki bu market raflarındaki meselâ süt sizin ekonominizi ne kadar etkiliyor dersiniz? Marka adı vererek yazacağım. Meselâ İtimat adlı mağazadan bu markanın sütünü aldığınızda litresine 900 kuruş veriyorsunuz. Ülker, Pınar, Sütaş, Danone markalarının sütünü almak istediğinizde ödemeniz gereken rakam 1400 kuruş ile 1700 kuruş arasında değişiyor. Halk, Kay da ise fiyatlar 1300 kuruş civarında. Açık süt almak istediğinizde ise hemen reklâmlar devreye girip “Aman, sakın ha, öyle sakıncalı, böyle hastalıklı” deyiveriyorlar. Haklılar ama evde sağılmış tertemiz süt satanlar da var.

Meselâ Edirne de Selimiye Camii’ne 500 metre mesafede oturan, dul kızı ve iki torununa her gün sattığı bir güğüm süt ile bakmaya çalışan yaşlı teyze gibi. Titrek eli ile zar zor taşıdığı sütü mahalle mahalle dolaşarak, çığırtkanlık yapmadan, sadece kendisini çağıranların kapısına gitmek sureti ile satmaya çalışıyor. Bir litresini fakir komşularına 600 kuruşa, normalde de 700 kuruşa satıyor. Türkiye’de üretilen süt miktarı erbabınca 10,8 milyon ton olarak tahmin ediliyor. Bundan sadece de 2,8 milyon tonunun kayıt altına alındığı kaydediliyor. Meselâ Edirne’deki teyzemizin sütü “kayıt dışı.” Bu kapsamda yapılan çalışmalar var. Bütün süt üretimimizi kayıt altına almak gibi.

Sütün toptan alıcılar tarafından 400–500 kuruşa alındığı düşünülürse geçimini bir güğüm süt ile sağlayan teyzemizin bunu yaşlı bedenine rağmen serbest pazara çıkarmaya gayret etmesi gayet normal. Tabiî gayri hijyenik olarak sokak arabalarında satılan sütleri de övüyor değilim. Ama göreceğiniz gibi biraz süt bilgisi sizi oldukça ekonomik alış–verişe yönlendirebilir. Siz siz olun günlük süt alın. Paket sütlerden uzak durun. Bir litre sütte yüzde 100 kâr etmiş olursunuz. Kim ne derse desin.

Ben memleketime gittiğimde bir kâse tereyağında pişmiş yumurtayı tandır ekmeği eşliğinde yemeyi çok özledim. Sahi siz hiç tandırda kavrulan un–tereyağı karışımını sıcak sütle kaşıkladınız mı? Modernleşme ve her yörenin bir birine benzeşmesi ve şehirleşmenin getirdiği olumsuzluklar da var. Evinde sağılacak süte, kırılacak iki çift yumurtaya, maydanozu dürecek bir yufkaya, pilava katacak tereyağına hasret kalanlar gibi. Evden süt ile birlikte sizce de bereket gitmedi mi? KOSGEB’e yöresel ve yerel kalkındırmayı özendirme projeleri kapsamında bu anlamda ciddî sorumluluklar düşüyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na da.

Zübeyir SOMUNCU

05.05.2007


Demokrasiye geçmek için çaba gerek

Baskı rejiminin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinin en güzel örneğini komşumuz Irak bütün yönleriyle sunmaktadır. İbret ve dehşetle…

Baskı altında sindirilmiş toplumlar zahiren birbirlerini seviyor görünür. Hatta liderlerini canlarından ve kanlarından fazla sevdiklerini her vesile ile dile getirirler. “Canımız ve kanımız sana feda olsun ey Saddam” sloganlarının söylenişleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Oysa baskı kalktığında durumun farklılığı hemen ortaya çıkıveriyor.

Gerçekte baskı altındaki toplumların birbirlerini sevmedikleri anlaşılıyor. Yani, bir milleti, bir ve beraber tutan değerler diktatörlükler kalktığında ayrılıkçı davranmaya gerekçe oluyor. Toplumun çeşitliliği demokrasilerde kültürel zenginlik olarak kabul edilir ve artması yönünde teşvik edilirken bu durum diktatörlüklerde bölünme parçalanma ve düşmanlık gerekçesi oluyor.

Renk, dil, lehçe, ırk, hatta bölge farklılığını, biraz daha ileri götüreyim farklı aşirete mensubiyet dahi ayrı düşünmeye ve ayrılıkçı olmaya yetiyor.

Diktatörlük, her türlü baskıyı bilinçsizce bünyesinde barındıran bir rejimin adıdır. Demokrasi ise her türlü hürriyeti sağlayan rejimin adıdır. Yani, birisi her yönüyle akıl dışı ve sadece deneyimlerle yürütülen bir sistem olduğu halde, diğeri bütünüyle bilimsel verilerle yürütülen bir sistemdir.

O sebeple arasında uçurumlar olan bu iki sistemin birinden diğerine geçmek çok büyük emek ve zaman almaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’ye göre bunun süresi (tembel davranılırsa) yüz senedir. (Said Nursî Münâzarat, sayfa 29.) Yani, dikta rejiminden tam demokrasiye geçmek için yüz yıllık bir (pasif) gayret gerekiyor. Bu da; bir insandan en fazla otuz yıl verim alınabildiği düşünülürse, üç nesil demektir. Türkiye bu yolu seçmiştir.

Peki demokrasiden diktatörlüğe geçmek için ne kadar zaman gerekir? İşte bunun ‘başarılı’ bir örneği bulunmamaktadır. Yani, demokrasiye geçmek demek bir çadırın yakılarak külünün havaya savrulması demektir. Böyle bir çadır tekrar o küllerden kurulamayacağına göre, demokrasiden de bir daha geri dönülemez. Yeniden diktatörlük kurulamaz. Yani, Said Nursî’nin ifadesine göre ebedî bir ömre mazhardır. Meşrûtiyet için şu sözler buna delildir. “Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder.” (Münazarat, Sayfa 23)

Demek ki, demokrasiye geçmek demek geri dönüşü olmayan bir yola girmek demektir. Ama, geçiş dönemi toplumların karakterlerine inançlarına ve bilgi seviyelerine göre değişmektedir. Kırk seneden, yüz seneye kadar değişen şekillerde uygulaması görülmektedir. Meselâ, Doğu Avrupa ülkeleri kültürlü toplumlardan oluştuğundan sistemi erken öğrendi, AB ülkelerinin desteği ile de çok kısa zamanda uzun mesafe aldılar. Ama benzer durumdaki Türkî Cumhuriyetlerde ise geçiş hayli zaman almaktadır. Demok-rasiye geçişlerini engellemeye çalışan Rusya gibi bir devletin de olması işlerini hayli zorlaştırmaktadır.

Bu güzelim sisteme kavuşmak için mücadele gerekiyor. “İnsana, çalıştığından başkası yoktur” kaidesine göre çok çalışmak ve biraz da fedakârlık lâzım ki, bir an evvel ortalık düzelsin. Her şey rayına otursun.

Nurettin HAYAT

05.05.2007


Türkiye'yi ilgilendiren olay

Gittikçe küçülen dünyada çevremizde çok çeşitli olaylar cereyan etmektedir. Bu olayları bizi ilgilendiren ve ilgilendirmeyen olarak sınıflayabiliriz.

Çevremizde gelişen olaylardan bizi ilgilendiren bir olay var ki gözümüzü kapatmamız ancak kendimizi kandırmak olur. Kerkük, Musul, Telafer bölgesi Irak’ın Türkmen nüfusunun yoğun olduğu şehirler. ABD ve İngiltere’nin ‘demokrasi’ getirmek için işgal ettiği ülkede dik duruşlarıyla dikkat çeken bu bölge halkı özgürlük hususunda ısrarlı. İşgal kuvvetlerinin yapmak istediği ise nüfus dengesini bozup Irak’lı Türkmenleri kendi hakimiyeti altına almak.

Irak Türkmen Cephesi (ITC) 12 yıldır Irak’ta Türkmenlerin hakkını savunma ve Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak hususunda ciddî çalışmalar yapıyor.

Geçtiğimiz günlerde ITC Ankara’da bir miting gerçekleştirdi. Tandoğan Meydanında düzenlenen bu mitinge katılımın daha çok olmasını beklerken, belki de miting aynı gün İstanbul’da düzenlenen mitingin gölgesinde kaldı. Yurdun dört bir yanından gelen insanlar Irak’taki Türkmen kardeşlerine destek vermek adına Tandoğan Meydanında toplandılar. Coşkulu kalabalık Irak’ın toprak bütünlüğü için bir araya gelerek Irak’taki kardeşlerine “sizin için burdayız” mesajını verdi.

İşgalciler beş yıldır saplandıkları Irak bataklığından çıkmaya çalışırken daha da çok batacağa benziyor. Ancak kendisi battıkça birilerini de bataklığa çekmeye kararlı olan işgal güçleri son günlerde Telafer şehrinde kanlı oyunlarına devam ediyor. Irak’ta işgale kadar olmayan mezhep çatışmalarını körüklemeye çalışan ABD, son günlerde Telafer’de Şiî ve Sünnî Türkmenleri birbirine kırdırmaya çalışıyor. Kardeşi kardeşe kırdıran çirkin oyunlarıyla Müslüman kanına susayan işgalciler vicdandan uzak eylemler yaparken Türkiye olarak Irak Türkmenlerine gerekli desteği verelim. Siyasilerimizin Irak için derhal bir araya gelmesini sağlayıp Irak’ta kardeş kanının durmasına katkıda bulunalım.

Bu işi yaparken de Efendimiz’in şu hadisini aklımızdan çıkarmayalım: Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuşlardır ki: “Hanginiz bir kötülük görürse onu eli ile düzeltsin, Eğer (eli ile düzeltmeye) gücü yetmezse dili ile düzeltsin. Buna da gücü yetmeyen kalbi ile buğzetsin. İşte bu imanın en zayıfıdır.”

Süleyman BEYDİLLİ

05.05.2007


Leyla ile Mecnun

Dünya hanında, aşk pazarında iki isim: Leyla ile Mecnun.

Gönül sahilinde yürüyen, sevda huzmelerinden nasibini alan iki yâr.

Biri: Leyla. Ezelden belirlenmiş bir aşkın yaralı kahramanı. Kavuşamamanın acısıyla yanan... derdinin derdiyle hemhal olup, aşkın şarabıyla sarhoş olan.

Leyla adıyla, Leyla dedirttin, Mecnun’u hatırlatan. Aşk makamında onunla beraber çıkan.

Leyla, efsunlu gecelerin bir mehtaplı bakışı gibi… aşkını en derûnîde besleyip, sadece kendisinde var olan bir aşkın ateşi. İsmiyle aşkı hatırlatan yine ismiyle ayrılığın yegâne temsilcisi olduğunu hissettiren; bir aşk incisi.

Sahralarda aranan, her varlıkta Leyla diye seslenilen. Ağaç, taş, kuşa bakıldıkça Leyla görülen. Gölgesinin gölgesine bile uzak kalan Leyla. Aşk çölü senden bihaber, ama Kays, yani Mecnun seninle.

Aşkın zelzelesinde sallanan, üzerlerine düşen firakla, hasretin enkazında kalan. Sağa sola baktıkça bu durumdan kurtaran bir el bile bulamayan, gönül evinden biri olan Leyla. Aşkın tellerine dokundukça ahları ayyuka çıkan. Meczup bir hali yansıtan, zor bir ayrılığa giriftar olan, mahşere bırakılmış bir aşkın hasretinde her haliyle gün sayan Leyla.

Diğeri: Mecnun. Ezelden belirlenmiş bir aşkın diğer yaralı kahramanı. Asıl adı Mecnun olmamakla beraber aşkın temsilcisi olan bu isimle bilinmekte.

Mecnun, kendinden geçme, divane, çılgın olarak bilinir mânâsı. Kays, kendisini bu hale getirten aşkın kalbine kaside gibi girmesi ve kavuşamamanın inzivaya çekilmiş bir meczupluğu.

Mecnun, aşk mektebinin en halis talebesi. Yandıkça tam yanan. Özlemi ve ayrılığı en derinden yaşayan. Artık, tenden feragat eden bir aşkı ancak o yaşayabilirdi. Leyla diye diye mahşeri içinde ancak o yaşatabilirdi. O artık aşk makamında bir ermiş.

Leyla’dan gayrısı yok. Çölde hep onu aramakta, sadece ona yanmakta. Aşkın hallerini yaşayan Mecnun’un adı deliye çıkmış. Bu hali sevdiğine kavuşamama olmuş. Leyla sevdiğine verilmemiş. Aşkın hasretini çeke çeke ayrı yüreklerde yaşanmak zorunda kalınmış. Aşk karşılıklı; ama yalnız ve ahlarla yaşanmış.

Artık mecnun aşk mertebesinde öyle bir dereceye gelmiş ki, aşkının içinde erimiş. Yanına gelen Leyla’yı bile tanıyamaz olmuş. Aşkın son durağında Leyla’dan bihaber. Bu hal Leyla’yı yataklara düşürmüş ve en sonunda toprağın bağrına.

Mecnun Leyla diye diye Mevlâyı bulunca aşkın hakikatine kavuşmuş. Anladı ki, beşeri aşk İlâhî aşkın sadece gölgesiymiş.

Ve Mecnun sonunda Leyla’sına mahşerde kavuşmak için o da bu dünya hanından, aşk pazarından tebdil-i mekân eylemiş. Leyla da Mecnun da bu dünyadaki gönül sahilinden çıkıp, terk-i diyar ettiler.

Geriye efsaneleşmiş bir aşk kaldı. Mesnevîlere konu, şairlere ilham, edebiyatçılara aşkı yazdıran bir aşk olarak kaldılar. Diğer nice aşklar gibi dünya makamına konup göçüp gittiler geride binlerce aşk bırakarak. Ancak onlar gibi yaşandı mı orası meçhul…

Fadime KAYA

05.05.2007


Millet Kürsüsü

RTÜK'e açık mektup

Avrupa ülkelerinde ancak şifreli paralı kanallarda gösterilen striptiz gösterileri şimdilerde dans yarışması adı altında Show TV’de aleni yapılıyor.

Şifreli kanal olmadığı için çocukların da izleyebildiği bu gayri ahlâkî program çocukları cinsel yönden istismar etmektedir.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzun 77. maddesi çocukların cinsel istismarını suç olarak kabul etmiş ve 103. maddesinde bu suçu ağır yaptırım hükümleri ile desteklemiştir. Bununla beraber 5237 sayılı TCK’nın “müstehcenlik” başlıklı 226. maddesi 2. fıkrasında aynen: “(2) Müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır” denilmektedir.

Adlî suç kapsamındaki bahsi geçen striptiz gösterilerinin yayından kaldırılarak adı geçen TV kanalı hakkında işlem başlatılmasını arz ederim.

Not: Tepkilerinizi aşağıdaki link ve telefonlar vasıtasıyla iletebilirsiniz. http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/GorusOneri.aspx Tel: 444 1 178

Serpil ATAÇ

05.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004