Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlarda her çeşit meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları bulunur.

Rahman Sûresi: 68

05.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah’ın en çok sevdiği kimse ahlâkı en güzel olandır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 134

05.05.2007


Din adına ortaya çıkmak...

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini dâvet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.

“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa ‘Dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.”

Sünûhat, s. 66-67

Lügatçe:

muharrik: Harekete geçirici, tahrik edici.

aşk-ı İslâmiyet: İslâmiyet aşkı.

hâmiyet-i diniye: Dine hizmet gayesi.

müreccih: Tercih ettiren, üstün tutan.

tarafgirlik: Taraf tutmak.

ma’fuv: Affedilmiş, affedilir durumda.

fasık: Günah işleyen.

siyasetdaş: Aynı siyasî görüşü paylaşan.

mütedeyyin: Dindar.

su-i zan: Kötü zan, düşünce.

umum: Genel, herkes.

mâl-ı mukaddes: Mukaddes mal.

inhisar: Yalnız birşeye ait kılma, tekelleşme.

kavî: Kuvvetli.

ekseriyet: Çoğunluk.

aleyhdar: Aleyhinde olma.

nazar: Bakış.

himayet: Koruma, korunma.

hâdim: Hizmet eden.

imale: Meylettirmek.

iltizam: Gerekli bulmak, taraftarlık.

vazife-i diniye: Dinî vazife.

menfi: Olumsuz.

şedit: Şiddetli.

hasm: Düşman.

Bediüzzaman Said NURSİ

05.05.2007


‘Risâle-i Nur sayesinde hayatımın her ânını anlamlı yaşıyorum’

(Dünden devam)

* Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra san'ata nasıl bir gözle bakmaya başladın?

Her san'at eserinin san'atkârının dahi bir Sanatkârı olduğunu öğrenince, “O”na aşık oldum. Bastığım her notada artık aklıma “O” geliyordu ve hayretler içerisinde kalıyordum. Bu kadar muazzam san'at eserlerini, müzik parçalarını yapan insanları dahi yaratan bir Yaratıcı, benim aklımı, kalbimi, tamamen gökkuşağı denilebilecek rengârenk farklı bir âlemle aydınlatıyordu. Bundan sonra bu eserlere ve Allah’a karşı iştiyakım daha da arttı. Ve bu eserlerden aşağı yukarı günde 120 sayfa okumaya başladım. Okudukça kâinata bakışım değişmeye, aklımda yeni fikirler açılmaya başladı ve bundan sonraki hayatımı Risâle-i Nur dairesinde şekillendirerek yaşamaya başladım.

* Risâle-i Nur dairesi içerisine girdikten sonra müzik hayatını nasıl şekillendirdin?

O tarzda bir müziğin bana vereceklerine, daha doğrusu benden alacaklarına ihtiyacım kesinlikle kalmamıştı. Hemen, aşağı yukarı bir buçuk milyara, gitarımı sattım ve elime geçen bu paranın yarısının çoğunu bir fakir aile için kullandım. Diğer yarısıyla da Risale-i Nur eserleri alıp etrafımdaki her gördüğüm insana dağıtmaya başladım. Hızlı bir süreç başlamıştı benim için. Eski manevî yaralarımı tedavi edip çevreme dahi yardım eli uzatmak istemeye başladım. Durmadan derinlemesine Risâle-i Nurlardan istifade etmeye çalıştım. Ve bu arada Yeni Asya gazetesi ile de tanıştım. İstanbul’daki Risâle-i Nur Enstitüsü’nün “Hızlandırılmış Risâle-i Nur” programına da katıldım. Normalde gazete okumayan bir insandım, ama Yeni Asya gazetesinin Risâle-i Nur’a değer veren bir gazete olduğunu gördüm ve abone oldum. 17-27 Mart Bediüzzaman’ı Anma Haftası’nda Ankara’da yaklaşık 2000 Yeni Asya gazetesini dostlarımla, gördüğüm herkese dağıttım. Aşağı yukarı şu iki yıl içerisinde 900 adet Risâle-i Nur eseri dağıttım. Zarurî ihtiyaçlarım dışındaki harcamalarımı kısıtlayıp harçlıklarımla bunu yapmaya çalıştım. Hiç tanımadığım, yolda, sokakta geçen insanlara bile dağıtıyordum. “Yanımdan geçen adam, acaba Risâle-i Nur’u tanıyor mu? İslâmiyet’te bulunan o güzel hakikatleri görebilmiş mi, yoksa görememiş mi?” diye düşünüyordum. Bunlardan mahrum olan insanların olduğunu düşünmek beni oldukça rahatsız etmeye başladı. Bediüzzaman Said Nursî’nin bir yerde “Bir eserin fiyatı o eseri yaklaşık 25 kişiye okumaktır” sözünü okudum. Üç takım külliyat aldım, birini âileme götürdüm ve şu ana kadar elimdeki Risâle-i Nur eserlerinden bazılarını bu iki yıl içerisinde yaklaşık 1200 kişiye okudum. Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” adlı bir eseri var. Orada Aleks adlı bir genç diyor ki: “Hayatın her ânını keşke anlamlı yapabilsek.” İşte Risâle-i Nur sâyesinde ben hayatımın her anını anlamlı yaşıyorum.

* Risâle-i Nur’la tanıştıktan sonra ailenle olan ilişkilerin nasıl şekillendi?

Risâle-i Nur’la tanıştıktan birkaç ay sonra eve gittiğimde annemler halime tabiî çok şaşırdılar. Bakıyorlar beş vakit namaz kılıyorum, ağzımdan Peygamberimin, Bediüzzaman’ın akıllara parıltı, kalplere hayat veren veciz sözleri dökülüyor... Yakınlarıma da Risâle-i Nur’dan edindiğim hakikatleri anlattım ve bir çoklarının namaza başlamasına vesile oldum, ki böyle büyük ikrama büyük şükretmeye çalışıyorum her zaman...

* Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra müzik yaptığın arkadaşlarınla olan ilişkilerin nasıl değişti?

Bir zamanlar müzik yaptığım bazı arkadaşlarımın zaman zaman yanlarına giderdim. Onlar da beni eski Kemal olarak göremedikleri için şaşırıyorlardı. Onlarla ilk sohbete giriştiğimde ne demek istediğimi anlamaya çalışıyorlardı. En son gidişimde ise, arkadaşlarımdan bir tanesine on beş dakika durmadan kâinatı, tâ zerrelerden mâdenlere, bitkilerden hayvanlara kadar her şeyi ve bütün bunların da insana hizmet ettiğini, Allah’ın bize karşı olan merhamet ve sevgisini anlatmaya başladım. Sonra bir zamanlar beraber gitar çaldığım arkadaşım beni hemen kolumdan çekti ve bir kafeye götürdü. Başta onun ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. Ve dedi ki: “Az önce anlattıklarını hiç durmadan tekrar anlat!”

Ve ona da yaklaşık bir saat, öğrenmiş olduğum bu hakikatleri anlattım.

––Son––

Röportaj: Özkan ERDEM

05.05.2007


En büyük vazifemiz iman hizmeti

Son devir… Âdemoğlunun son devri, dünyanın son devri. Ayın, güneşin, yıldızların ve kâinatın son devri. Son devir, yani âhirzaman. Yani imanın, elde köz tutmak kadar zor muhafaza edildiği zaman. Âhirzaman; yani maddenin mânâya, süflînin ulvîye, batılın hakka, zulmetin nura, günahın sevaba göz göre göre, bile bile tercih edildiği zaman. Ahirzaman, yani kırılacak âdî cam şişelerinin kıymetli elmas parçalarına hükmettiği devr-i istibdat ve devr-i istib’âd. Âhirzaman, yani kaybedilen imanlar, bâd-ı hevâ harcanan gençlik, faninin baki önünde set oluşu... Ahirzaman, yani ehl-i keşif ve tahkikin müşahedesiyle kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesinin imanla kabre girdiği zaman…

Ve âhirzamanda bir Bediüzzaman Said Nursî. İman kahramanı, sabır kahramanı, şefkat kahramanı, Nur’un kahramanı.. Ve âhirzaman hastalıklarına karşı yazdırılan devâlar: Risâle-i Nurlar. Risâle-i Nur’da bir Asa-yı Musa. Asa-yı Musa’da bir parça; Dördüncü Mesele… “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumiden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)HAŞİYE hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun? Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?”

Asrın sorumlu insanı aziz Üstad, bu soruya cevaben der ki: “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-î beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nev-î vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malâyanî ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”

İfadeler açık, net ve anlaşılır. Bizim en büyük vazifemiz, iman-Kur’ân hizmetidir. Bu cümleye hemen bir “ama...” eklemek nefsin ve şeytanın bir desisesi olsa gerek. Ya da dünyevî meşgalelerin, okumalardaki eksikliğin ve hizmetteki heyecan ve halecanın kaybolmasıyla alâkası olsa gerek. Yani bizim en büyük vazifemiz, Risâle-i Nur’la iştigal etmek. Risâle-i Nur’u okumak, okutmak, anlamak ve ihlâsla yaşamaya çalışmak. Ana gündemimiz iman hizmetleri, talebe hizmetleri ve neşriyat hizmetleridir.

Geçimler ve seçimler önemsiz midir? Tabiî ki önemlidir. Ama önem sırası, aslî hizmetlerimizin arkasındadır. Büyük dairede mangalda kül bırakmazken, küçük, ama önemli dairede hiçbir şeye el atmamak ve hatta el atmaya da çalışmamak “4. Mesele”yle kesinlikle bir çelişkidir. Üstad ve Risâle-i Nur bir bütündür, çelişki kabul etmez. Üstadımız, her noktada üstadımızdır. Kurtulmayı bekleyen binlerce imana susamış ruhlara ulaşmak, vazifemizi tam yapmamıza bağlıdır. Öyleyse bir ihsan-ı İlâhî olarak omuzumuza konan bu hizmet-i Kur’âniyeyi hiçbir şeye değişmemek gerektir.

Her şeyin asliyetini kaybettiği şu zamanda; afakî, malâyanî hallerin, zamana, mekâna, lâfza, hayata tesir ettiği şu zamanda; gelin ısrarla, sebatla bu kudsî düsturların bâkî ve hakikat olduğunu ve olacağını gösterelim. Gerçek o kadar aşikâr ki, sadece mesele ülfet ve gaflet tozlarını aslî hizmetle iştigal ederek üfleyebilmek.

Kısaca, “Biz Risâle-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.”1

Haşiye:

Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.

Dipnotlar:

1- Asay-ı Musa, 4. mesele, s. 21

İbrahim Said ERGENEKON

05.05.2007


‘Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum’

Eşref Edip’in Bediüzzaman’la yaptığı röportaj... (2)

En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuûnu ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ferdâsı öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibâdetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle meneder. Memleketin her tarafında 600 bini mütecâviz, belki bir milyonu bulan talebeleri memleketin en fazîletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şâkirtleri pekçoktur; yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur Talebesi yoktur ki, sınıfının en fazîletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risâle-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur Talebesi, hükûmetin, nizam ve intizâmın tabiî birer muhâfızıdır; âsâyişin mânevî bekçisidir.

İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum.

“Bana ıztırap veren,” dedi, “Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!”

“Yüz binlerce îmanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?”

“Evet, büsbütün ümitsiz değilim... Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.

“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

(Eşref Edip - 1952)

—Devam edecek—

05.05.2007


Her derdin çaresi var

İmam-ı Azam Ebû Hanife zamanında Ameş adında bir vatandaş karısıyla tartışmıştı. Kadın bu tartışmadan incindi ve adama küstü. Ameş, kadının incindiğini anlayarak onunla konuşmak istediyse de, kadın artık konuşmamakta diretti.

Şeytan boş duracak değildi ya… Fırsat bu fırsat; Ameş’in damarına girdi ve Ameş, karısı için son sözünü söyleyiverdi:

“Eğer bu gece benimle konuşmazsan, benden boş ol.”

Ortalık buz gibi soğumuştu.

Ameş’in kızcağızı gözyaşlarına boğuldu. Annesini bu gece konuşturmaya ikna etmek için elinden geleni yaptı. Fakat nafileydi.

Ameş de bir an öfkeye kapılıp, karısını bir çırpıda boşadığına üzülmüştü. Fakat bir defa ağzından çıkmıştı. Pişman olsa da çaresi yoktu.

Eğer bu gece kadın kendisiyle konuşmazsa evlilikleri dağılacaktı.

Alttan aldı, özür diledi, sevgiyle baktı, şefkatle yaklaştı; olmadı. Kadın bu boşama lafına fena halde öfkelenmiş, sabaha kadar konuşmamaya ahd etmişti.

“Madem beni boşadın; ben de bu gece sabah ezanından önce seninle konuşmayacağım” diye inat etti.

Ameş çaresiz kalmıştı. Gece bitmeden soluğu İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin yanında aldı. Ebû Hanife’ye olup bitenleri bir bir anlattı. Ebû Hanife’den medet istedi.

Şeriatın anahtarını elinde bulunduran Ebû Hanife’de çözümden bol ne vardı? Bir an düşündükten sonra:

“Allah’ın izniyle bir çare bulunur” dedi.

Ebû Hanife, Ameş’in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tembihledi.

Ameş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı.

Daha sabah olmadan ezan okununca, Ameş’in hanımı, sabah oldu zannederek konuştu:

Ameş de Allah’a şükrettikten sonra:

“Hanımcığım, henüz sabah olmadı. Fakat sen benimle konuştun. Böylece benim şartlı boşamanın şartı düşmüş oldu. Bize çare gösterenden Allah razı olsun” dedi.

Ameş kuş gibi hafiflemiş, dağılmak üzere bulunan bir yuva kurtulmuştu.

Süleyman KÖSMENE

05.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004