Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Dinî cemaatler ve seçimler

Dinî cemaatlerin çoğunun siyasi parti tercihlerinde şu noktalar öne çıkıyor:

1) Aslında cemaatler, siyasi partilerin din işlerine fazla girmesinden hoşlanmaz, o alanın kendi tekellerinde kalmasını isterler;

2) Cemaatler, ordu başta olmak üzere, laikliğe hassas kurumları ürkütüp öfkelerini üzerine çekmekten uzak dururlar;

3) Kendileri açıkça siyaset yapmazlar. Bunun yerine yelpazenin sağındaki bütün partilerle belli bir ilişki içinde olur, onlardan mümkün olduğunca çok taviz koparmaya çalışırlar.

Bu saydıklarımızın ender istisnalarından biri Yeni Asya Gazetesi etrafında örgütlenen Nurculuğun ana gövdesidir. Said Nursi’nin zamanında Demokrat Parti’yi desteklemesini bir vasiyet olarak gören bu grup sırasıyla AP ve DYP’yi destekledi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve 1982 Anayasası’na karşı çok sert muhalefet yaptı.

Grubun bu seçimlerdeki tercihini, Yeni Asya’nın sahibi Mehmet Kutlular’a sordum, “Tabii ki Demokrat Parti’yi destekliyoruz. Çünkü demokrat misyonu o sürdürüyor” cevabını verdi. Kutlular, AKP dahil diğer partilerin hiçbirinin “gerçek manada demokrat” olduğuna inanmıyor.

Bir diğer istisna da Süleymancılar. Kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ın ölümüyle cemaatin başına geçen damadı Kemal Kacar yıllarca merkez sağ partilerden milletvekili seçildi. Onun ölümüyle yerini alan Tunahan’ın torunu Ahmet Denizolgun da RP’den Meclis’e girdi, ardından ANAP’a yönetici oldu. Şimdi Süleymancılar, liderleriyle birlikte DP’yi destekliyorlar.(...)

Gülen’in tercihi

Bu seçimlerde en önemli odaklardan biri kuşkusuz Fethullah Gülen cemaati olacak. Normal olarak Gülen tüm yumurtalarını aynı sepete koymaz, tüm sağ partilerle, hatta Ecevit dönemi DSP’si ile iyi ilişkiler kurmayı tercih ederdi. Fakat 27 Nisan kriziyle birlikte cemaatin yayın organları açık bir şekilde AKP taraftarlığı yapıyor, ANAP-DYP birleşmesiyle doğan DP’yi sert bir şekilde eleştiriyorlar.

Aslında Gülen ile Erdoğan’ın yıldızları RP döneminden beri tam olarak barışmamış, taraflar birbirlerine hep kuşkuyla bakmışlardı. Fakat son dönemde “ordu mağduru” olma ortak paydasında birleşmiş gözüküyorlar. Bunda AKP’nin, Abdullah Gül gibi cemaatin sıcak baktığı bir ismi aday göstermesi de etkili oldu. Öte yandan cemaatin, devlet, özellikle Emniyet içindeki kadrolarını muhafaza etmek için AKP’yi desteklediği de ileri sürülüyor.

Vatan, 11 Mayıs 2007

Ruşen ÇAKIR

12.05.2007


 

Darbeler ve özel hayatlar

(...)27 Nisan’dan bu yana çok sayıda insanla dertleştim. Özgürlüğüne kıymet veren insanlarla... Daha önceki darbeleri yaşamış ve darbeler yemiş arkadaşlarımın, “global dünyanın vatandaşı” olmayan hazırlanan üniversiteli gençlerin, dişiyle tırnağıyla iş kurmaya çalışan genç girişimcilerin, samimi mesajlarıyla bana içini açan başörtülü kadın okurlarımın kendi hayatları için duydukları korkularını dinledim.

“Muhtırayı okuyunca ilk babam geldi aklıma” dedi emektar bir arkadaşım, “eğer bu defa da içeri girersem, babamı bir daha göremem. Ben çıkana kadar ölür bu defa...” İçim sızladı. “Ben artık bu defa gazeteciliği bırakırım; zaten atarlar ya, atmasalar da öyle hapis tehdidi altında şifreli yazılar yazmaya yüreğim dayanmaz artık; ama nasıl geçinirim, şu anda hiç bilmiyorum” Bu da bir gazeteci arkadaşımdı.

“Biliyor musun,” dedi bir başka dostum, - ki kendisi ne gizli örgüt üyesiydi, ne terörist; sadece bir STK’nın aktif üyesiydi ama darbenin kurbanı olacağına kesin gözüyle bakıyordu- “Tam oniki yıl taksit ödeyip bir kooperatif evi sahibi olduk. Bunlar 12 Mart’ta arananlardan bazılarını vatandaşlıktan çıkarıp mülklerine el koydular. Kocama dedim ki, ne olur ne olmaz, evi başkasının üstüne devredelim; hani yurtdışına kaçmak zorunda kalırsak eve el koyamasınlar. Günün birinde dönüp gelebilirsek başımızı sokacak bir yerimiz olur.”

“28 Şubat’ta eşimi YAŞ kararıyla ordudan attılar. Hala depresyonda evde oturuyor, eve ben bakıyorum. Başörtülüyüm, Belediye’de çalışıyorum, darbe olursa ben de atılırım. O zaman tek çaremiz kalır: Oğlanın üniversiteden ayrılıp çalışması. İnanın 27 Nisan’dan beri bunu düşündükçe ağlıyorum” Başörtülü bir kadın okurum böyle yazıyordu mesajında. En tüyler ürpertici mesajı ise Güneydoğu’da bir partinin il teşkilatında çalışan bir Kürt gencinden aldım:

“Daha şimdiden ‘Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyen düşmandır dediler. Açık söylüyorum, eğer darbe olur da tutuklamaya gelirlerse intihar ederim. Ben 12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevinde çekilen işkenceleri dinleyerek büyüdüm. Ölürüm de girmem oraya.”

İşte size, darbe ihtimali karşısında hayatına ilişkin, geleceğine ilişkin bütün beklentileri tarumar olmuş insan portrelerinden küçücük bir demet... Dikkat ederseniz, Cumhuriyet mitinglerindeki kadınların “ya başımızı zorla örterlerse” korkuları gibi hayal mahsulü, temelsiz korkular değil bunlar. Olmuş şeylere, yaşanmışlıklara dayanan; son derece “yakın ve acil” bir tehlikeden kaynaklanan gerçek korkular... “Çağlayan’daki Kız”ın vehimleri bahane edilerek gerçekleştirilecek bir darbede, kimbilir kaç milyon insanın hayat tarzı, hatta bütün hayatı mahvolacak...

Çağdaş yaşam tarzını koruyoruz derken darbecilerin değirmenine su taşıyan “laikçi” dostlarımızın meseleye bir de bu açıdan; darbenin yok edeceği “hayat tarzları” açısından bakmasını istesek bir faydası olur mu acaba?

Bugün, 11 Nisan 2007

Gülay GÖKTÜRK

12.05.2007


 

“27 Nisan Süreci”ni nasıl okumalı?

İleride ‘27 Nisan Süreci’ni anlamak için internetten gazeteleri tarayacak olanlarla, bugün içinde yaşıyor olmalarına rağmen olup bitenleri anlamayanlar için yazıyorum.

27 Nisan gecesi, Türkiye demokrasisi son on yılın en ölümcül darbesini aldı. Siyasetin taşları yerinden oynadı, hukuk tahrip edildi. Demokratik siyaseti, insanların iktidara ulaşmak için birbirleriyle aynı kurallar çerçevesinde şiddet kullanmaksızın yarıştıkları bir oyun olarak tanımlayacak olursak, artık oyunda hangi kuralların geçerli olduğunu kimsenin bilmediği bir ortam oluştu. Muhtıra sürecinde icat edilen ‘367 şartı’, kuralların yeri geldiğinde ‘has yurttaşlar’a başka, ‘diğerleri’ne başka uygulanacağını bir kez daha gösterdi.

CHP, üst düzey bürokrasi, devlet aydınları ve diğer ‘seçkin yurttaşlar’, Çankaya’ya AK Partili birinin çıkmasını kabullenemiyorlardı. Meydanlar dolduruldu, cumhuriyet ve laiklik mitingleri yaptırıldı, AK Parti adayı Abdullah Gül’den şimdiye kadar hiçbir cumhurbaşkanından istenmeyen 367 şartı istendi, Anayasa Mahkemesi’ne gidildi, bu ortamda 27 Nisan gecesi Genelkurmay bildirisi geldi, (...) Mahkeme CHP’yi haklı buldu, siyaset kilitlendi ve zorunlu olarak erken genel seçim kararı alındı.

Hükümet, cılız bir sesle de olsa, muhtırayı reddetti. Ama böyle bir durumda herhangi bir demokratik ülkede yapılması gerekeni yap(a)madı, yani derhal muhtıracıları tespit edip yargı önüne çıkar(a)madı.

Eskiden her darbe ve muhtıra, kendisini haklı gösterecek mazeretler üretirdi. 12 Eylül öncesi kan akıyordu. 28 Şubat’ta Aczimendiler, Fadime’ler falan vardı. Ancak bu sefer gerçekten ortada kullanılabilecek hiçbir malzeme yoktu. Hükümet, onların ‘irticaya taviz’ diyebileceği hiç ama hiçbir şey yapmamıştı. Başörtüsü sorununu çözmemiş, katsayı adaletsizliğini giderememiş, hatta ‘gerginlik çıkmasın’ diye milletvekilleri ve bakanlar, eşsiz çağrıldıkları kokteyllere gitme tuhaflığını bile göstermişlerdi. Daha vahimi Hükümet ‘vatanı kurtarmak’ için işlenen cinayetlerin iplerini tutan ellere ulaşamamış, ulaşmak isteyenleri de yine ‘gerginlik çıkarmamak’ için kurban etmişti. Bu yüzden muhtıracılar ‘istemezük’ demek için genel idarenin içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nca da resmen kutlanan Kutlu Doğum Haftasında ilahi okuyan başörtülü küçük kız çocukları gibi abuk bir gerekçeyle sığındılar.

Kısacası bahaneleri geçip sadede gelmeli.

Herhangi bir siyasi olayı ekonomik boyutundan bağımsız düşürseniz anlayamazsınız. 27 Nisan’da da sorun ‘hükümetin irticaya taviz vermesi’ falan değildi. Egemen bir zümrenin, kendi sınıfsal çıkarlarını tehdit edebilecek bir demokratik süreci baltalama çabasıydı ve bu yapıldı. Sorun Gül’ün eşinin başörtüsü değildi. Geçmişte eşi ‘çağdaş’ olan Özal’a karşı çıkma nedenleriyle ona karşı çıkma nedenleri aynıydı; CHP’nin rolü de öyle.

O zaman soracaksınız, bütün o mitingler, bayraklar, şehirler arası seyahat yapan insanlar buna alet mi oldular? Cevabım duygusuz veya ruhsuz gelebilir ama evet!

Öyleyse nedir? 27 Nisan ‘merkez’deki ayrıcalıklı zümrenin, sahip olduğu ekonomik gücü, makam ve mevkileri, dezavantajlı çoğunluğu oluşturan ‘çevre’yle paylaşmamak için demokrasiyi kurban etmesinden ibarettir.

Kabullenmesi zor da olsa gerçek bu.

Star, 11 Mayıs 2007

Berat ÖZİPEK

12.05.2007


 

Tehlikeli kokteyl

(...)Eskiden net olan politik saflaşmalar artık yok. Bizim zamanımızda sağ-sol çatışması vardı. Ya sağcıydın ya da solcu, ortası yoktu.

Ama son yıllarda değişik tanımlar ortaya çıktı, saflar karıştı. Bence ideolojik açıdan son derece tehlikeli olabilecek tehlikeli karışımlar, kokteyller ortaya çıktı. Bunlardan en önde geleni ‘Ulusalcılık’ akımıdır. Ulusalcılık, içinde hayli milliyetçi tavırlar içeren, solculara da yabancı gelmeyen, solcuların da sıcak bakabildiği bir yeni ideoloji.

Bu ideolojik kokteyl, Amerika karşıtı global tavırlardan hayli etkilenerek formüle edildi. Solcular ve sağcılar aynı tepkilerde buluştular ve ilginç ittifaklar kuruldu.

Bir zamanlar ‘Kızıl Elma’ olarak bilinen ittifak da buydu.

Ankara’da, İstanbul’da sokağa dökülen kalabalıkların ağırlığı ‘Ulusalcı’dır. Sloganlar onların, tavırlar onların. Bu tavır bir kez sokağa döküldükten sonra üniversiteye de sıçramaması mümkün değildi.

Zaten üniversite gençliği açısından ‘Ulusalcılık’ son derece uygun bir ideolojiyi oluşturur, rahat takınılacak tavır imkanı içerir.

Bir ara fikir jimnastiği düzeyinde ortaya atılan CHP ve MHP ittifakı düşüncesini de bu ulusalcı tepki çerçevesinde ele almak gerekiyor.

Bizim gençliğimizde yan yana durmaları bile düşünülemeyecek olan CHP ve MHP’nin fikir jimnastiğinde bile olsa ittifaka uygun görülmeleri, ideolojik ortamın ne kadar da değiştiğini gösteriyor.

Ulusalcı tepkiler kontrol altında tutulabildiği zaman ilginç açılımlar sağlayabilir. Ancak kendi içinde bu kadar anti olan, neredeyse tüm ideolojisini anti olmak üzerine kurmuş olan bir siyasi tavırdan pozitif, yapıcı bir siyasi açılım çıkması imkansızdır.

Ulusalcılar, AKP’yi global güçlere teslim olmuş görüyor. O yüzden anti-AKP’ler de. Sol ve sağın ortak zeminde buluştukları bir nokta da AKP karşıtlığıdır.

Bu karşıtlık anti olmaktan başka bir şey yapamıyor, karşıt olduğu düşünceye alternatif bir sistem getiremiyor.

Örneğin; en güçlü gözüktükleri dış politikayı ele alalım. Ulusalcılar, anti-Amerikan ve anti-Avrupa Birliğiler.

Güzel de Türkiye’ye dünyada tanımladığınız yer neresidir, ülke dış ilişkilerinde hangi noktada duracak? Sadece tam bağımsız Türkiye demek de bir şey ifade etmiyor. Mutlaka bağımsızlığın içi dolmalı.

Avrupa Birliği’nin demokratik Türkiye’nin geleceğini kurtaracağını düşünen de pek çok insan var.

Ulusalcılar’ın onlara ne diyeceği de meçhul. Bu kadar anti olmak ve dışa kapanmak içeride de ulusalcılığı faşizme hayli yakınlaştırıcı etki yapabilir.

Özellikle artık kendilerini ‘Ulusalcı’ olarak tanımlayan solcu arkadaşların bu konuyu da iyi düşünmeleri ve bir özeleştiri yapmaları gerekiyor.

Akşam, 11 Mayıs 2007

Serdar TURGUT

12.05.2007


 

DP merkez sağın umudu

ANAP/ DYP birleşmesinin nasıl bir sinerji yarattığını, sokakta, halkın içinde olduğum için görüyorum.. Bu birleşme, iki partinin geçen seçimde aldığı oy toplamını katlayacak bir hava yarattı. Geçen seçim umutsuz oldukları için sandığa gitmeyen merkez sağcılar, şimdi Demokrat Parti’ye barajı misliyle aştıracaklar.

Hıncal Uluç

Sabah, 11 Mayıs 2007

***

Bu dönemin sürpriz gelişmelerinden biri de Demokrat Parti...

Herkes nasıl bir sinerji yaratacağını merakla bekliyor. Seçmen açısından en önemli artıları, birleşmeyi başarmış olmaları.

Ayrıca AK Parti-CHP arasına sıkışan topluma “üçüncü yol” sunma olanakları da önemli bir şans.

Eğer aday listelerinde derin kırılmalar yaşanmazsa ve toplumda karşılığı olan isimlerden oluşan bir listeyle seçmenin karşısına çıkılırsa beklenenin üzerinde bir başarı kazanabilirler.

Mahmut Övür

Sabah, 11 Mayıs 2007

*

(...)DYP ve Anavatan’ın birleşmesiyle ortaya çıkan Demokrat Parti’nin ne kadar kucaklayıcı ve kapsayıcı olabileceği seçim performansını doğrudan etkileyecektir.

Demokrat Parti sandıkta tasfiye edilmiş siyaset sınıfının sığınağı haline mi gelecek, yoksa Türkiye’ye yeni bir ufuk sağlayacak genç ve parlak isimlerle farklı sulara yelken açmayı mı tercih edecek, cevabı beklenen bir sorudur.

Ergün Babahan

Sabah, 11 Mayıs 2007

12.05.2007


 

Halk yanlış kişiyi seçermiş!

Ve 84 yıllık Cumhuriyet tarihimizde tüm gerçekleri son bir hafta içinde gören (!) sayın aydınlarımız... Size sesleniyorum. Madem Anayasa’da bu kadar delik vardı, daha önce aklınız nerede idi? Bu Anayasa’yı siz hazırlamadınız mı? Bizi siz demokrat(!) yapmadınız mı? Bizi siz yönettiniz. Bütün acı gerçekleri biliyordunuz ama susmak işinize geliyordu. Siz de aynen politikacılar gibi AKP’nin tekrar iktidar olmasından korkunca gücünüzün yok olmasından korktunuz. Hani ‘Ben devleti temsil ediyorum. Ben yasayım, ben demokrasiyim’ deyip gariban halkı böcek gibi ezememekten korktunuz. İşte o zaman vatan-millet demeye başladınız.

Önceki akşam Mümtaz Soysal gibi bir anayasa profesörü, NTV’de Can Dündar’ın ‘Neden’ programında bakın ne dedi... ‘Cumhurbaşkanını halk seçmemeli. Çünkü halk TV’nin çok etkisinde kalıyor. Yanlış kişiyi seçer’... Vay anasına sayın seyirciler. Anayasa profesörlerinin hocası, bir zamanların en büyük solcusu Mümtaz hoca halkına güvenmiyor. Türk halkı TV yüzünden etkilenirmiş. Hocaların hocası, büyük Anayasa Prof.u Mümtaz hoca böyle düşünüyorsa... Diğerleri ne yapsa haklıdır. Sayın hocam 70 milyon cahil olduğu için yanlış yapıyor, parti liderlerini Meclis’e getirdiği 550 milletvekilinin seçtiği ise çok doğru, öyle mi? O zaman halk milletvekillerini de seçmesin. Başımıza bir diktatör gelsin, sen sağ ben selamet...

Bugün, 11 Mayıs 2007

Aykut IŞIKLAR

12.05.2007


 

AB karşıtı Kızılelma koalisyonu

(...)’Ben demiştim’ diyen, demeyi seven biri değilim ama bu yazıya oturmazdan önce kendi arşivimde kısa bir gezinti yaptığımda, 2003 yılının ortalarından itibaren Türkiye’nin ciddi sorunlarından birinin muhalefetsizlik sorunu olduğunu yazmaya başlamışım. Her konuda olduğu gibi bu konuda da dönüp dönüp aynı şeyleri tekrarlamışım.

Örneğin 2003’ün haziranında Cumhuriyet Halk Partisi, ağır ağır Avrupa Birliği reformlarından çark etmeye başlamış, hatta bir noktada Devlet Güvenlik Mahkemelerinin varlığını savunur hale bile gelmişler, Deniz Baykal da ‘Başka AB paketine gerek yok’ demiş.

Zaten aynı dönemde ‘Kızıl Elma’ da kuruluş aşamasını tamamlayıp sokaklara çıkmaya başlamış, kısa zamanda CHP’nin bu çizgiye geldiğini görmüşüz hep birlikte. Derken CHP konvoylarının il girişlerinde MHP tarafından karşılandığı dönem başlamış.

Esasen Türkiye’nin yeni bir AB karşıtı veya AB’den şüphe duyan siyasi partiye ihtiyacı yok. Tam tersine, özgürlükleri ve AB’yi destekleyen ama laikliğin aşındırılması karşısında da kararlı bir şekilde direnen bir partiye ihtiyaç var. CHP daha kolay olduğu için AB karşıtlığını benimseyince, bir anlamda çağdaşlığın da tanımını yeniden yapmış oldu, CHP’nin o yeni tanımına uymayan ama gerçekte potansiyel CHP seçmeni olanlar bu yüzden kendilerini boşlukta hissediyorlar bugün. Prof. Dr. Türkan Saylan bile kendini kararsız hissediyorsa, varın başkalarını siz düşünün.(...)

* * *

İnsanoğlu kendini kandırmaya, kendi kendine uydurduğu bir efsaneye, onu kendisinin uydurduğunu unutup gerçekmiş gibi inanmaya fazlasıyla meyilli.

Şimdi CHP yönetimi kendi kendine uydurduğu bir efsaneyi sorgulamadan kabulleniyor. O efsane, Ankara Tandoğan, İstanbul Çağlayan ve Manisa-Çanakkale mitinglerine katılan insanların CHP’yi (veya CHP-DSP birlikteliğini) kesinkes desteklediği efsanesi.

Oysa aynı Tandoğan alanına 14 Nisan mitinginden sadece bir hafta önce bütün imkânlarını zorlayan DSP’nin kaç kişi toplayabildiğini biliyoruz. CHP yönetimi böyle karşılaştırmalara imkân verecek işlere kalkışmama konusunda çok daha tecrübeli kuşkusuz.

O kitleler CHP’ye oy verir mi bunu bilemem ama bildiğim şey şu: O kitleler tek başına CHP’nin iktidar olmasına yetmez.

Soru aslında hep aynı: Peki CHP iktidar olmayı istiyor mu?

Bu soruya doğru yanıt verenler geleceğin nasıl olduğunu da daha net görebilenler olacak.

Radikal, 11 Mayıs 2007

İsmet BERKAN

12.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004