Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Mayo reklâmlarındaki laiklik illüzyonu!

Mayo reklamları tartışması, aslında “yaşam biçimi” konusundaki kafa karışıklığının sebeplerini de gösteriyor. Bir mayo firması reklam yapıyor. Başarılı bir reklam kampanyası yürütüyor.

Dikkat çekmek için tam da gündemin ortasına yerleşiyor. “Miskin mayolar”, laiklik karşıtlarına direniyor. Devlet iktidarı içindeki güç mücadelesi, bir firmanın ürünlerinin tanıtımı için alabildiğine geniş ve mümbit bir alan açıyor.

Halbuki bireysel özgürlükleri koruyan anayasal yelpaze çok geniş. Laiklik kavramını kullandığınız zaman sorunu bireysel özgürlüğü en az koruyabileceğiniz alana taşırsınız. Mayo veya bikini giymek bir özgürlüktür. Bu özgürlüğe sahip olmakla, bu özgürlüğü inanç farklarından kaynaklanan baskı ve zorlamalardan korumak için laiklik prensibine müracaat etmek birbirinden çok farklı. Mayo giymek laik yaşam biçimi değildir. Mayo ile denize girme özgürlüğünü, diğer özgürlükler gibi savunurken bu özgürlüğe inanç gerekçeleriyle sınırlama getirilmesine engel olan prensip laikliktir. Tıpkı, pozitivist-materyalist bir inancın gereği olarak insanların dinî inançlarına uygun giyinmelerine engel olmanın laikliğe aykırı olması gibi.

Temelde tartışılması gereken bir ahlâkî sorun var. Bu sorun, kadın bedeninin bir cinsel meta olarak kullanılması. Kadın bedeninin metalaştırılmasını, hiç ilgisi olmayan alanlarda bile bir reklâm aracı olarak kullanılmasını ancak insan onuru ile ilişkili bir sorun olarak ele alabilirsiniz. Kadın bedeninin metalaştırılmasına karşı çıkanlar ise muhafazakârlardan önce feministlerdir. ABD’de, 1970’li yıllarda feministler bir kampanya başlatmıştı. Kadın cinselliğini araçsallaştıran tv kanallarına reklâm veren firmaların ürünlerini boykot kararı almışlardı. Eylem başarılı olmuş ve yayınlar durdurulmuştu.

Mayo reklamlarında sergilenen şeyin bikini veya mayo değil kadın bedeni olduğuna kimse itiraz edemez. İtiraz dinî inançlardan veya muhafazakâr değerlerden önce feministler gibi insan onuru ve kadının kişiliği üzerinden yapılınca, laikliği nereye yerleştireceğiz? Hiç ilgisi olmayan konuların bile laiklik şemsiyesi altında korunmaya alınması, Yargıtay Başkanı Nuri Ok’un veda konuşmasında işaret ettiği “tekelci koruma”nın doğal sonucu olamaz mı? Devlet iktidarını sürdürebilmek için özgürlüklerin sınırlandırılması, yasakların ise genişletilmesi şart. Askerî darbe dönemleri Türkiye’nin bir açık hava cezaevine dönüştürüldüğü dönemler değil miydi? Mayo reklamlarını bir özgürlük sorunu olarak ele aldığınız zaman yüzünüzü topluma, bir laiklik sorunu olarak aldığınız zaman devlete dönüyorsunuz. Bu reklam için başkalarının özgürlüklerine sınırlama getirilmesini beklemeniz gerekiyor. Ve tam da Yargıtay Başsavcısı’nın işaret ettiği gibi bu tekelci koruma “halkı, sivil toplum örgütlerini ve muhalefeti” miskinliğe sürüklüyor. “Yaşam biçimi”nizi bir özgürlük olarak savunmak ile bir koruma duvarı arkasında muhafaza etmek arasındaki derin fark demokrasi ile dikta arasındaki uçurumu yansıtıyor. “Mayo reklamı”nı laiklik adına savunduğunuz zaman bu reklamlara, genel toplumsal ahlâk adına veya insan onuru ile bağdaşmadığı için karşı çıkanları laiklik düşmanı mı ilan edeceğiz?

Artık yerini yenisine terk eden eski Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok kendisinin de içinde yer aldığı “korumacılar”ın paradoksunu itiraf ediyor. Bir yandan Cumhuriyet’i koruma konusunda “halkın sivil ve örgütlü refleksi ve hukukun refleksi yetersiz” olduğu için “sistem”in tehlikeye düştüğünü söylüyor. Diğer taraftan, “Demokrasiyi korumak adına yapılan girişimler, bu sistemin son bulmasıyla sonuçlanabilir.” uyarısında bulunuyor.

Aslında çözüm “farklı yaşam biçimleri”ni özgürlükleri genişleterek korumakla mümkün. Yasakları çoğaltarak koruma altına aldığınız zaman sistemin kendisi sahiplerinin elinde çöküyor. Devlet iktidarının bile bulamadığı çözüm, özgürlükçü demokrasinin içinde bulunuyor: Karşılaştığımız sorunları, reklamcıların oyununa düşmeden özgürlük sorunu olarak tartışmalı ve laikliği, üzerine bindirdiğimiz ağır yükler altında ezilmekten kurtarmalısınız.

Zaman, 20.5.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

21.05.2007


 

İtalya laikliği tartışıyor

İTALYA laiklik tartışmalarıyla çalkalanıyor.

İktidardaki sol birlik hükümeti, Vatikan’dan esen rüzgárlara karşı zorlanıyor.

Laiklik krizi, Emma Bonino liderliğindeki Radikal Parti’nin girişimiyle, hükümetin medeni yasada değişiklik yapmak için harekete geçmesiyle ortaya çıktı.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini en fazla savunan, kampanyalar gerçekleştiren Emma Bonino, Prodi hükümetinde Ticaret ve Avrupa Politikaları Bakanı olarak görev yapıyor.

Tasarı, evlenmeden birlikte yaşayan çiftlerin ve onların çocuklarının yasal haklarını düzenlemeyi amaçlıyor.

İtalyan yasalarına göre, evli çiftlerin sahip olduğu vergi indirimi, sosyal yardım gibi haklardan, bu çiftlerin de yararlanması amaçlanıyor.

İşte bütün gürültü de bu tasarıdan kopuyor.

Haziran ayında Parlamento’ya gelecek olan medeni yasa değişikliğini savunanlar, “Yaşam koşulları değişti. Gençler işsiz, evlenemiyorlar, ailelerinin evlerinde oturuyorlar, ama birlikte bir yaşam paylaşıyorlar. Bu beraberliğin yasal güvenceleri olmalı. Fransa, partnerler yasasını yürürlüğe nasıl koyduysa biz de yeni yaşam biçimlerine ayak uydurabilmeliyiz” diyorlar.

Ama Katolik Kilisesi ve sağ partiler, bu yasa ile ülkede eşcinsel evliliklerin teşvik edileceği, aile kurumunun zayıflayacağı gerekçesiyle müthiş bir kampanya ile yüz binleri geçen cumartesi günü sokaklara çıkardılar.

Yasayı savunanlar da aynı gün başka bir meydanı doldurdular.

12 Mayıs Cumartesi günü, Roma’nın iki büyük meydanında iki ayrı miting düzenlendi.

Piazza San Giovanni’deki “Katolik Gurur” mitingine karşı Piazza Navona’da “Laik Cesaret”.

***

SAN Giovanni Meydanı’ndaki Aile Günü mitingine katılanların sayısının bir buçuk milyona ulaştığını ileri sürdü sağdaki yayın organları.

Bu miting Katolik sivil toplum örgütleri tarafından düzenlendi, sağ partiler tarafından desteklendi ama arkada Vatikan vardı.

Oradan birkaç kilometre uzaktaki Navona Meydanı’nda toplanan “laikler”in sayısının 15 bin civarında olduğu açıklandı.

12 Mayıs İtalyan yakın tarihinin en ilginç günlerinden biri. Dindeki boşanma yasağına karşı medeni yasada Katoliklerin, ilk kez yasal olarak boşanma hakkına kavuştukları gün.

Katolik Gurur mitingi işte bu güne, Radikal Parti’nin uzun süren mücadelesi sonucu 33 yıl önce İtalya’da boşanmanın yasallaşmasının yıldönümüne denk getirilmişti.

(...)

VATİKAN’ın bir buçuk milyon kişiyi sokağa dökmesi, “Vatikan’ın, 17’nci yüzyıldan beri ilk kez bu kadar hareketlendiği” yorumlarına yol açıyor. Bunun nedeni, sağ gazetelerin yazarlarına göre, “Katolik değerlerin tehdit altında olması.”

Hürriyet, 20.5.2007

Ferai TINÇ

21.05.2007


 

Kleine Zeitung

Petar PISMESTROVIC / AVUSTURYA

21.05.2007


 

Süresini doldurmuş bir Cumhurbaşkanı neler yapabilir?

Hani bir ara, beşinci yılına girmiş Meclis’in neler yapamayacağını konuşuyorduk.

-Cumhurbaşkanını seçmesi uygun olur muydu?

-Anayasa’da köklü değişiklikler yapması uygun olur muydu?

Ne de olsa yorulmuştu, yıpranmıştı vs...

Oysa meclis 5 yıllığına seçiliyordu ve gerektiğinde pekala savaş için karar bile verebilirdi. Ama cumhurbaşkanını seçmesini önlemek için görev süresinin dolmasına daha bir yıl varken kapısına adeta iş göremez raporu asıldı.

Hadi gelin, şimdi görev süresi resmen dolmuş, üstelik yaptıklarından sorumlu tutulamayan bir cumhurbaşkanının neler yapabileceğine bakalım.

Cumhurbaşkanı Sezer’in görev süresi 16 mayıs’ta doldu. Şimdi deyim yerindeyse “uzatmalı” konumda.

Ama gene deyim yerindeyse çatır çatır imza basıyor.

Yeni kurulan üniversitelerin rektörlerini tayin etti bile. Üstelik skandal diye nitelenecek kararlarla... 15 üniversiteden 5’ine, en çok oyu alanları değil, alt sıralarda bulunanları atıyor.

Kastamonu Üniversitesinde 50 kişi oy kullanmış, en çok oyu Prof. Dr. Mustafa Safran almış, ancak sayın Sezer 2 oy alan Bahri Gökçebay’ı rektör tayin etmiş. Uşak, Kırşehir, Giresun, ve Yozgat’ta da benzeri “az oya alan” kriterini kullanmış. Ancak az oy almayı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği referansı ya da YÖK tarafından tedviren görevlendirme referansı ile beslemek şartıyla...

Evet, sayın Sezer fütursuzca yürüyor...

Acaba görev süresi dolmuş bir cumhurbaşkanı, görev süresi devam eden Meclis’in gerçekleştirdiği bir anayasa değişikliğini veto eder mi?

-Eder eder!

Acaba görev süresi dolmuş bir cumhurbaşkanı söz konusu anayasa değişikliği görev süresi devam eden bir Meclis tarafından aynen iade edilirse bu defa anayasa değişikliğini bir de referanduma götürür mü?

-Götürür götürür.

Beşinci yılına giren bir Meclis’in fonksiyonelliği pekala tartışılır da, görev süresi bitmiş bir cumhurbaşkanının eylemleri tartışılmaz.

Peki bir soru daha:

Diyelim yapılan anayasa değişiklikleri referandum vs. sebebiyle 22 Temmuza yetişmedi. Seçimler yapıldı. Yeni Meclis oluştu. Yeni Meclis’in ilk işi Cumhurbaşkanını seçmek olacak. Diyelim Meclis turlara başladı, Cumhurbaşkanını seçemedi. Ama bu arada bazı yasalar çıkardı, anayasa değişikliği yaptı.

Acaba görev süresi dolmuş, üstelik aylardır o makamda fazladan duran bir Cumhurbaşkanı olarak sayın Sezer, bu yeni – yepyeni Meclis’in çıkardığı yasaları da veto edebilecek mi?

İçinize ne kadar sinmese de cevabınız şu olacak:

-Eder, eder.

Burası Türkiye...

Orada, diyelim AKP’li birisi bulunduğunda onu diken üstünde oturtacak olan medya köşelerinden de en küçük bir itiraz olmayacak.

Etik meselesi...

ahmettasgetiren.com.tr, 20.5.2007

Ahmet TAŞGETİREN

21.05.2007


 

84 yıllık serüven

Bölünüyoruz! Mahvoluyoruz!’ feryatlarının arasında, halen okumakta olduğum bir kitapta aşağıdaki satırlarla karşılaştım. Yazarı ve tarihi sonra söylemek üzere, önce şu alıntıyı vereyim:

“İhtilâl — yaşındadır. Olgundur. Düşmanlarından sağ olanlar varsa da, ihtiyarlamışlardır ve onlara zürriyet yetiştirecek kaynaklar da kurumuştur. Memlekette artık onun nizamını benimseyen bir rejim yürüyebilir. Bu da pek güzel bir hürriyet rejimi olabilir. 1923’te ve ondan daha kim bilir ne kadar sonra, olamazdı.”

Bunları söyleyen, Atatürk’ün yakın çevresi içinde en zekilerden biri olduğuna inandığım ve görüşünü kabul etmesem de sözüne önem verdiğim Falih Rıfkı. ‘İhtilâl’ dediği, aslında Meclis’in kuruluşu, onun için ‘27 yıl’dan söz eiyor. Yani 1947’de yazılmış bir yazı.

1947’de ‘Rejim artık oturmuştur’ deniyor. Tek tük düşmanları kalsa da bir ‘hürriyet rejimi’nin, yani demokrasinin burada yaşayabileceği söyleniyor. Bunun, 20’lerde mümkün olmasa da, artık mümkün olduğu belirtiliyor. 2007’de ‘Cumhuriyet mi, demokrasi mi?’ tartışması yapıyoruz. Rejim düşmanları genç ve zinde, ‘zürriyet’lerinde herhangi bir eksiklik yok, tersine, bayağı iyi gidiyorlar. 1923’te olamayan gene olamıyor, askerin müdahale etmesi ve bizi kurtarması bekleniyor.

Bu, tuhaf bir durum. Nasıl açıklanır bu sonu gelmez tehlike, teyakkuz durumu? Bir yerlerde, ordunun sürekli ‘iç düşmanlar’dan koruduğu bazı ülkeler olabilir, Cezayir gibi, Pakistan veya Myanmar gibi, ama onların adı bu dünyanın başarılı toplumları arasında geçmiyor.

İki açıklama olabilir, böyle bir durum için. Birincisi, Falih Rıfkı’nın ‘kaynakları kurudu’ dediği öğeler kurutmamayı ve hep var kalmayı başarmışlardır. Böyle diyabolik bir ‘tutunma’ yetenekleri vardır. İkincisi ise, ‘memleketin sahipleri’ olarak ortada dolaşanların başarısız oldukları, istediklerini yapmayı bir türlü beceremedikleri açıklamasıdır. Aslında birinci açıklamayı kabul edecek olsak da, gene bu sonuca varmak durumundayız, çünkü iktidar bu kesimin elinde kalmış hep.

Falih Rıfkı’nın o sözleri 1947’de yazdığını söyledim. Demek ki İnönü tarihi kararını verip ‘çok partili parlamenter demokrasi’ kapısını açmış ve ilk seçim deneyimi de yaşanmış. ‘Pazar Konuşmaları’ adlı kitabında Falih Rıfkı’nın bütün yazıları, CHP’nin bu tarihi kararını savunmak için yazdığı ve yukarıda alıntıladığım yazısı gibi sakin değil. Bazılarında, onun tonu da bugünlerde konuşanların gergin ve sinirli tonuna yaklaşıyor. Çünkü o yazılar da çok ciddi bir geçiş evresinde yazılmış ve ortamın gerilimini yansıtıyor. ‘Vatan elden gidiyor’ teranesinin altında, her zaman, ‘iktidar elden gidiyor’ telaşı yatar. Şimdi de böyle. 1947’de de böyleydi.

Bu, toplumun yalnız ‘politik’ düzeyinde biçimlenen bir şey değil: ekonomik, ideolojik, bütün düzeylerde yürüyen bir sürecin orada yansıyan sonucu. Şimdiye kadar ‘Sahnenin Dışındakiler’ olarak tel örgü ortasında bekletilenlerin sahneye çıkmak üzere harekete geçmeleri sürecini seyretmekteyiz. Elinde tüfekle dolaşanlar bu gidişi daha ne kadar süreyle durdurabilir, engelleyebilir? Soru bu.

Radikal, 20.5.2007

Murat BELGE

21.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004