Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türkiye’nin hukuk sınavı

Bu coğrafyada kendilerini kurtarıcı görenler sürekli olarak ülkenin başını derde sokmuştur. Demokratik bir sistem kurtarıcıya değil, hukuka ve kurallara ihtiyaç duyar.

Eğer birtakım insanlar kendilerine kurtarıcı rolü biçip hukuk dışı yollara sapmayı bir hak olarak görürse tehlike çanları çalmış demektir. Bugün gelinen noktada Türkiye’nin yine birtakım kurtarıcıların senaryolarıyla karşı karşıya olduğu net bir şekilde görülmektedir.

Hedef gayet açık ortadadır. Birtakım insanlar ellerinde mastır planlarla ortalarda dolaşmaktadır. Değeri kendinden menkul bu kişiler devletin kurulu sistemine açıkça kafa tutmaktadır ki, bunlar arasında güvenlik sistemi de vardır.

İşin üzücü yanı, bu mastır planının belirli bir süredir hepimizin gözü önünde olması ve düne kadar kimsenin bu konuda kılını kıpırdatmamasıdır. Son operasyonla ilgili yayın yasağı, sadece bu olayın üzerine giden medyayı etkilemiştir aslında.

Çünkü medyanın önemli bir bölümüne kalsa, böyle bir olay yok gibidir. Sivil siyasetin en küçük yanlışının üzerine acımasız şekilde gidenler, çeteler konusunda nedense sus pus olmaktadır. Türkiye’nin en büyük sorunu da budur. Asgari müşterekler üzerinde anlaşamamak.

Oysa hukuka saygı, hukuk dışı her oluşumun karşısında tek vücut olmak, her türlü yasadışı girişimin karşısında durmak, bu asgari müştereklerin ilk akla gelenlerindendir. Görevi, geçmiş hizmetleri ne olursa olsun hukuk dışılığa kayan herkese tavır almak laik, demokratik hukuk devleti ilkesine inanan herkesin temel görevidir.

Laiklik elbette hepimizin sahip çıkması gereken temel bir değerdir. Ancak hukukun üstünlüğü, kuralların dışına çıkılamaması da öyledir. Cumhuriyet gazetesine atılan bombalarla başlayan süreçte belirli kesimlerin aşırı suskunluğu veya başını başka yöne çevirmesi bu nedenle dikkat çekicidir.

Oysa hukuksuzluğun nerede duracağı, kimi, ne zaman vuracağı belli olmaz.

O yüzden herkesin her türlü çeteleşmeye karşı tavrını net bir şekilde belirlemesinde büyük önem vardır.

Sabah, 23 Haziran 2007

Ergun BABAHAN

24.06.2007


 

İşte böyle bir Türkiye

“Açıklama”nın ikinci paragrafı bana son derece “problemli” göründü. “Açıklama”, gecikme nedenini şöyle açıklıyordu:

“...bu tartışmaların boyutlarını ayrıntılı olarak saptamak ve yaratılan bu ortamın arkasındaki aktörlerin gerçek yüzlerini ve niyetlerini ortaya çıkarmak maksadıyla, özellikle başlangıçta açıklama yapılmamış, beklenilmiş ve olayın yeteri kadar tartışıldığı sonucuna varılarak bir açıklama yapılmasına karar verilmiştir.”

Bayağı esrarengiz bir açıklama doğrusu...

“Açıklama”nın sahibi “aktörlerin” gerçek yüzlerini ve niyetlerini ortaya çıkarmak için özellikle ağırdan almıştır.

“Pusu kurmak” gibi bir şey yani... Ağırdan alınsın ki, “aktörler”in gerçek yüzleri ve niyetleri açıkça ortaya çıksın...

“Açıklama”da -adı anılmasa da- Yasemin Çongar’ı hedef alan açıklamalardaki “problem” çok daha büyük. Çongar’ın açıklamaya neden olan konuya ilişkin haberi “maksatlı bir girişim” olarak nitelenmektedir.

Konunun (senaryonun) “nazik” bir bölümüne ilişkin haberi için kesilen fatura ise daha da ağırdır: “...yalanı yalanla örtme ve hedef saptırarak kurumları karalama amacını taşımaktadır.”

İyi vallahi... “Kurumları karalama amacının” önüne geçilmesi için kişileri karalama serbest.... Ortaya hiç mi hiç tatmin edici bir bilgi-belge koymadan bir gazeteciyi bu şekilde alenen suçlamak da neyin nesi? Hangi kurumun böyle bir hakkı olabilir?

“Açıklamalar”a hakim (sadece sonuncusu değil) “ton”un eleştirisini bir kere daha hatırlatmakta fayda var: Bir Cumhuriyet’te karşılaşılmaması gereken bir hakim ton ile karşı karşıyayız... Bir kurumun kendisini toplumun bir bölümünün ya da son açıklamada olduğu gibi gerçek kişilerin “ağabeyi” konumuna yerleştirip, kendisinde onların düşünce, inanç ve davranışlarını yargılama ve sırasında açıkça mahkûm etme hakkını görmesi, bir Cumhuriyet’te karşılaşılan alışkanlıklardan değildir. Çünkü Cumhuriyet her şeyden önce, peşinen, bu tür vesayet ilişkilerini reddederek yetişkin ve eşit yurttaşlardan oluşmuş siyasal bir oluşumu emreder.

“Açıklama”ya ilişkin bu kadar söz yeter.... Şimdi de gelelim -yine Cumhuriyet’i esas alarak- çok daha güçlü olarak eleştirmemiz gereken bir başka açıklamaya:

Basri Aslan için Gümüşhane’de düzenlenen törende Giresun Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Dursun Ali Karaduman bir konuşma yapıyor. Konuşması bitince, 18 Ocak’ta Basri Aslan gibi şehit olan Astsubay Kıdemli Çavuş Kadir Aydın için yazılmış bir şiiri “okumadan geçemeyeceğini” belirterek başlıyor okumaya. Söz konusu şiir Kadir Aydın’ın ağzından yazılmış. Bu şiirin uzunca bir bölümü şöyle:

“Ey koca dünya, ben de öldüm/ Belli ki hiçbirinizin haberi yok/ Hem de Dink’ten sadece bir gün önce / Ama ne sen duydun, ne gördün, ne umursadın/ Ölümümden hemen sonra kameralar gelmedi oraya/ Halk da toplanmadı, ellerinde karanfil ve mumlarla/ (...) Halbuki, benim adım öz ve öz Türkçe’ydi; Kadir Aydın/ Okunması, söylenmesi ve yazılması onunkinden daha kolaydı/ Ama anmadı beni babamdan gayri kimse, onu andıkları gibi (...) Bulamadılar beni vuranları 32 saatte, belki de hiç aramadılar (...) Ben Türk’üm, adım Türkçe, ama öğrenemedi adımı hiç kimse/ Bir kez bile manşet de olmadım ya, o gül yüzümle gazetelere....”

Şimdi ne diyelim?

Bu şiiri –eğer- Kadir Aydın’ın bir yakını yazmış ise– ne diyebiliriz ki... Genç oğullarını, kardeşlerini, babalarını kaybetmek sevenlerine neler söyletmez ki... Peki ama bu şiirin törende bir general tarafından okunması? Böyle bir münasebetsizliğin anlayışla karşılanabilmesi mümkün mü?

Bir Cumhuriyet’te cumhuriyet ordusunun bir generali, Hrant Dink’in milyonların gönlünde taht kurmuş o aziz hatırasını açıkça hedef alan, küçültmeye çalışan böyle bir şiiri okuyabilir mi? T.C. vatandaşı “Türk” Kadir Aydın’ın ölümü karşısında duyduğu acıyı bir siyasal cinayetin aramızdan ayırdığı T.C. vatandaşı “Ermeni” Hrant’ı kullanarak ifade etmeye cüret edebilir mi?

Bana göre, bu son derece ciddi konu layıkıyla kaleme alınmış bir “açıklama”yı fazlasıyla hak etmektedir.

Yeni Şafak, 23 Haziran 2007

Kürşat BUMİN

24.06.2007


 

Yüz yıl önce, yüz yıl sonra..

Abdülhamid Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konması anlamına gelen bir Meclis-i Vükela mazbatasını imzalayarak İkinci Meşrutiyeti ilan etti. (23 Temmuz 1908)

Bunu izleyen seçimler sonucunda oluşan yeni parlamento 17 Aralık 1908’de padişahın söyleviyle açıldı.

31 Mart Olayı’nın ardından II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle daha liberal bir parlamenter rejime geçişin yolu açıldı. Ülke genelinde adalet, dayanışma, eşitlik, kardeşlik ve hürriyet ilkeleri yayılırken, Osmanlı’nın bütünlüğünü bu ilkelere dayanarak koruma çabası öne çıktı. Kişi özgürlüğü ve kadın hakları konusunda bazı yeni ve ileri adımlar atıldı.

Gerçek anlamda bir kuvvetler ayrılığı ve parlamenter rejimin göstergesi olan hükümetin meclis önünde sorumluluğu ilkesi ilk kez bu dönemde somutlaştı. Meclisin güvenoyu vermediği hükümetin çekilmesi güvence altına alındı.

***

Ama dış sorunlar ve baskılar, siyasal istikrarsızlık, milliyetler sorunu, liberal kurum ve geleneklerin zayıflığı, baskıcı yöntemi yeniden gündeme getirdi. Ulusal örgütler dağıtıldı, siyasal derneklere yasaklar konuldu.

Meclis’teki Hizb-i Cedid hareketi 1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası adı altında ciddi bir muhalefet örgütüne dönüştü.

1912’de ‘sopalı seçimler’de ezici bir çoğunluk sağlayan İttihat ve Terakki, bu kez karşısında Halaskar Zabitan Grubu’nu buldu. Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında İttihatçılar, hak ve özgürlükleri daha çok kısıtlama yoluna gittiler. Babıali Baskını’ndan (23 Ocak 1913) sonra Mahmud Şevket Paşa’nın sadrazamlığında bir hükümet kuruldu.

İttihat ve Terakki fiilen ülkenin tek partisi durumuna geldi. Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi (11 Haziran 1913) ve Said Halim Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesiyle Talat, Enver ve Cemal Paşaların üçlü diktatörlüğü dönemi başladı.

İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi parlamentonun yerini alan siyasal karar organı oldu. Osmanlı Devleti’nin, parlamentonun kararı ve onayı olmaksızın bir oldubitti biçiminde 1. Dünya Savaşı’na sokulması, bu yönetimin sonucuydu.

1914’ten sonra savaş koşulları öne sürülerek meclisler tatilde tutuldu; hükümet ülkeyi kanun kuvvetindeki geçici kararnamelerle yönetti.

1. Dünya Savaşı’nın ağır bir yenilgiyle sona ermesi üzerine, önde gelen İttihatçılar ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

***

İkinci Meşrutiyet, kısa bir zaman aralığına sıkışmış olmasına rağmen siyasal ve toplumsal açıdan önemli değişikliklere sahne oldu.

Bu değişikler arasında kuvvetler ayrılığının benimsenmesi, Meclis-i Mebusan’ın yasama yetkisini kullanması, bakanlar kurulunun meclise karşı sorumlu tutulması, kişi haklarının genişletilmesi, 113. maddenin kaldırılması, basında sansüre son verilmesi, modern bürokrasinin temellerinin atılması, laik hukuk ve kadın hakları alanında reformlar yapılması, ulusal kültür ve ‘milli iktisat’ politikasının geliştirilmesi sayılabilir.

Dolayısıyla İkinci Meşrutiyet, yalnız mutlak monarşiden meşrutiyete ve parlamenter rejime değil, aynı zamanda çokuluslu bir İmparatorluktan ulusal bir devlete geçiş için gerekli önkoşulları hazırlayarak bir köprü işlevi gördü.

***

Ama getirilen ilkeler çoğu kez uygulamaya konamadı. Parti içi ve partiler arası kavgalar, birbirini izleyen savaşlar, sürekli sıkıyönetim, İttihatçı liderlerin dikta hevesleri, milliyetler olgusunun siyasal birliği zorlaması, ordunun siyasete karışması gibi etkenler 2. Meşrutiyet’in başarılı olmasını engelledi.

***

Dünkü yazım, özellikle de AB süreci ile 2.Meşrutiyet kıyaslaması büyük bir ilgi uyandırınca, o cümleyi ansiklopedik bilgi düzeyinde biraz daha açmak istedim bugün. Yüz yıl önce 2. Meşrutiyet’i İttihat ve Terakki’nin darbeciliği, silahı ve sopası izlemişti... Bunun sonucunda da Osmanlı batmıştı.

Kıssadan hisseyi bu kez siz çıkarın.

Star, 23 Haziran 2007

Mehmet ALTAN

24.06.2007


 

Kemalistler İran’la ittifak yapmaya utanmayacaklar mı?

Talabani Çin’e gitmiş (kendisi PKK militanı falan değil Irak’ın devlet başkanıdır), anlaşma yapmış... Çin, Irak’ın bütün borçlarını silmiş... Bizim arslanlar Çin’le ittifak yapacaklar, gerekirse Bağdat’a kadar gidip Talabani’yi de kabak gibi oyacaklar.

Çin devlet başkanı Hu Jintao, Irak’ın yeniden imarına destek vereceklerini de açıklamış, Irak da petrol sahalarını yabancı şirketlere açma projesine Çin’i de katmış. Ki bu bir Amerikan dayatmasıdır. Bizim arslanlar, “hızla büyüyen ekonomisi için düzenli petrol akışına ihtiyaç duyan” Çin’le, Amerika ve Kürt devletine karşı ittifak yapacaklar...

Çin de herhalde, Amerikan güdümünden çıktıktan sonra çöpe atacağımız milyarlarca dolarlık silahı yerine koymak için bize vereceği milyarlarca doları, bu silahları kendisine karşı kullanacağımız Irak’ın petrolünden sağlayacak! Ki o Irak’ın petrol gelirinin yüzde 17’si de, dün varılan bir anlaşmaya göre, ezip geçeceğimiz Kuzey Irak Kürt “oluşumuna” aktarılacak ha...

Rusya Erbil’de, yani Kürt bölgesinin başkentinde konsolosluk açmak için karar alacak, bizim arslanlar o bölgeyi harmanlamak için Rusya’yla ittifak yapacaklar. Yirmi yıla yakın Çeçenistan’ı bırakmamak için acımasızca savaşan Rusya’yla, Çeçen bağımsızlığını destekleyerek ittifak yapacaklar hem de...

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Kıbrıs sorununda “Rum militanı gibi çalışıyor” dediği Rusya ha!

O ülkelerde bizimle ittifak yapmayı düşünen kimse var mı, Çin Komünist Partisi yetkilileri bir şey dediler mi, Halkın Günlüğü gazetesinde bir yazı çıktı mı, Beijing Times ne diyor, diye sorduk, arslanlardan tık yok. Bu arslanların arasında üç kelime Çince, beş cümle Rusça bilen var mı, o da belli değil.

Türk bankacılık sektörünün yüzde 42’si yabancıların, Batılı yabancıların elinde... Sigorta sektörümüzün yüzde 41’i, borsada işlem gören şirketlerimizin yüzde 70’i, hazine bonolarımızın ve tahvillerimizin yüzde 23’ü, sanayi üretiminin yüzde 43’ü, ihracatın yüzde 49’u, istihdamın yüzde 27’si, perakende tüketim pazarının yüzde 46’sı yabancıların elinde... Yabancı derken, Batılı yabancı... Bizimkiler bunları kovalayıp Rusya’yla, Çin’le, Hindistan’la ittifak yapacaklar...

Fakat Batı’nın Çin’de de yılda 50 milyar dolarlık yatırımı var, her geçen yıl da artıyor, Çin de onları kovalayacak herhalde!

Hindistan Batı’ya 24 milyar dolarlık bilgisayar yazılımı satıyormuş, o da ondan vazgeçiverir, çünkü Türk’ün dostluğu hiçbir şeye değişilmez. Fakat bu “muhayyel ittifakların” gözlerden kaçan bir ayağı daha var: İran.

Bizim arslanlar, Rusya, Çin ve Hindistan’ın yanısıra İran’la da ittifak yapacaklar. Yani, gerekirse Amerika’ya karşı onlarla birlikte savaşmak üzere! Amerikan silahlarını çöpe attık, “arsenalimizi” Çin ve İran’dan, belki Rusya’dan sağladık, o tarafı tamam da... İran’la birlikte Rusya’yı da ateşe sürükleyeceğiz ve Üçüncü Dünya Savaşını başlatacağız.

Bu arada kendi şeriatçılarımızı da temiz-leyecek, Atatürk yolunda yürüyeceğiz. Sonra sıra belki Turan İmparatorluğu’nu kurmaya, belki Fizan’ı, Selanik’i geri almaya gelecek. İyi ama İran bir İslam Cumhuriyeti... Yani şeriat düzeni yürürlükte.

Yerli şeriatçıları yoketmek için yabancı şeriatçılara yaslanmak... Eh, siz Ankara’da bir emekli memurun pazarladığı şu “çılgın Türkler” edebiyatındaki “çılgın” sıfatını hep olumlu yönde algıladınız tabii!

Ama en nankör şartlarda başardık, İmalat-ı Harbiye Fabrikasında kasatura yaptık da Yunan ordusunu öyle yendik...

Bolşeviklerden aldığımız altınları, Hintli Müslümanlar’dan gelen paraları, Fransa’dan aldığımız topları gözardı ederseniz, öyle görünecektir.

Çoluk çocuğa da öyle öğretirsiniz, durduk yerde çılgınlıkları tutar.

Akşam, 23 Haziran 2007

Engin ARDIÇ

24.06.2007


 

Gazeteci ile haberi!

Öyledir gazeteci milleti. Genellikle uzak durulması gereken bir varlık sayılır. Sanıldığının aksine pek fazla sevilmez, sempatik bulunmaz gazeteci. Özellikle güç odakları nezdinde öyledir. Yüzüne gülünür, saygı da görebilir. Ama daha çok mesafeli durulur kendisine...

Çünkü gerçek gazeteci, kendisine söylenenle yetinmez. Olanı biteni tüm boyutlarıyla ortaya çıkarmaya çalışır.

Yalnız ağızdan çıkanı değil, kafanın arkasındakileri de okumaya çaba sarf eder. Yalnız sahnede, perdenin önünde oynananı değil, arka planda ne var ne yok onları da öğrenmeye çalışır.

Kısacası: Siyasette olsun, iş dünyasında olsun, devletin içinde olsun, ‘güç odakları’nı memnun etmek, onlara yaranmak gibi bir kaygısı olamaz gazetecinin...

Gerçeğin peşindedir çünkü. Gerçeği kovalayıp haberleştirmek gazeteci için yaşamaktır.

Milliyet’in Washington temsilcisi Yasemin Çongar da böyle bir gazeteci. Dün bana gönderdiği uzun e-postanın bir yerinde şöyle diyordu: “Gazetecilik, güç sahiplerini rahatsız etmeyen haberleri yapmak değil ki... Bizim meslek, resmi kurumların tepkisi, dışlaması, yalanlaması ve bizdeki gibi sindirme girişimleri pahasına hassas konuları araştırıp yazmayı gerektiriyor.”

Yasemin Çongar’ı, 1980’li yılların ikinci yarısından beri tanıyorum. Cumhuriyet’in Genel Yayın Müdürü’yken, rahmetli Müşerref Hekimoğlu’nun tavsiyesi üzerine Ankara Bürosu’nda muhabir olarak gazeteciliğe adımını atmıştı.

Çalışkan ve çabuktur. Çok iyi habercidir. Kılı kırk yardığını bilirim.

Ayrıca, ilgi alanı geniştir. Yalnız diplomasi ve uluslararası ilişkilerle sınırlı değildir. İyi bir gazetecide olması gereken genel kültüre fazlasıyla sahiptir. Özellikle edebiyata olan yakın ilgisi, bu alanda yaptığı birçok güzel röportajına da yansımıştır.

Kısacası: Yasemin Çongar, bizim mesleğin evrensel ilkelerini özümseyerek gazetecilik yapar.

Bu satırları yazıyorum, çünkü bugünlerde Yasemin Çongar’ın kendisi, Washington’daki bir düşünce kuruluşu olan Hudson Enstitüsü’ndeki bir toplantıyla ilgili olarak haber konusu oldu. Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaparak, Yasemin Çongar’ı adını vermeden “maksatlı bir girişim” içinde olmakla, yalan habercilik yapmakla, kurumları karalamakla suçladı.

Ben Yasemin’i dinledim. Uzun, ayrıntılı notunu okudum.

Şu bölümünü aktarıyorum: “Senaryonun Hudson Enstitüsü çıkışlı metni; toplantıda senaryo sonrası gelişmelerin nasıl oynanacağını ve SAREM’den üst düzeyde subayların da katılacağını ifade eden Zeyno Baran imzalı ve Baran’ın e-posta adresinden gönderilmiş davetiye; toplantıya katılmış kişilerin büyük bölümünün ve Türklerin tamamının adları; içeride konuşulanlar; toplantının genel havası ve askerlerin tavrı konusunda üç ayrı katılımcının ayrı ayrı aktardığı, birbirine uyan gözlemleri; iki katılımcının, ‘PKK’lıların bu aşamada teslim edilmesi yanlış olur, AKP’ye yarar’ sözlerini doğrulayan, ısrarım üzerine bu kapsamda kimin ne söylediğini bana kelime kelime aktarmalarına dayanan ve birbirine uyan ifadeler...

Bunların hepsi elimde. Kaynaklarımın adlarını gizli tutuyorum. Gazetecilik kuralları bunu gerektiriyor.

Ama yine gazetecilik kuralları kapsamında, konunun bütün taraflarına ulaşma çabası, birden fazla kaynağa dayanma ilkesi, verilen bilgileri ısrarla, çok taraflı sınama titizliği, sözlü bilgileri yazılı belgeyle destekleme uğraşı, benim bu haberi hazırlama sürecimin parçalarıydı.”

Notun çok özeti böyle. Şimdi vurgulamakta yarar var: Genelkurmay’ın bu konudaki açıklamasına değil, Yasemin Çongar’ın haberine inanıyorum.

Milliyet, 23 Haziran 2007

Hasan CEMAL

24.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004