Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

“Apo’yu asma” oyunu

Başbakan Tayyip Erdoğan ile MHP Başkanı Devlet Bahçeli arasındaki “ Apo’yu niye asmadın “ atışmasını ve ardından yapılan ‘siyasi’ yorumları “ güleriz ağlanacak halimize “ havasında izledim.

Yukarıda ‘siyasi’ derken kelimeyi tırnak içine aldım çünkü Apo’nun idam edilmemesinin siyasetle, daha doğrusu iç siyasetle hiçbir alakası yok.

Hatırlayalım: PKK saldırıları 1984’te başladı... Kah artarak, kah azalarak devam etti. Bu süreçte 10 binlerce insan öldü. Türkiye’nin milyonlarca doları boşa gitti. Başta güneydoğu olmak üzere toplumsal doku tarumar oldu.

Aradan 15 yıl geçtikten sonra ABD, Apo’yu teslim etmeye karar verdi. 16 Şubat 1999’da Apo, Türkiye’ye getirildi. Yargılandı. İdama mahkum oldu. Ama bu arada yasalar değiştirildiği için cezası müebbede çevrildi.

Apo’nun idam edilmemesinde, ne dönemin Başbakanı Ecevit’in bir payı vardı, ne de ortağı Bahçeli’nin... Bu iş onları aşıyordu. ABD şart koşmuştu: “ Apo’yu vereceğim ama sakın ha öldürmeyeceksiniz! “

Peki olay bu kadar barizken... Yani Apo’yu idam edip etmeme kararının iç siyasetle bir ilişkisi yokken... Bu afra tafra nedir?

Şimdi kalkıp meydanlarda “ Assana... “ ya da “ Sen niye asmadın... “ diye bağırıp çağırmalarının tek sebebi var: Seçmenin milliyetçi duygularını gıdıklayarak oy toplamaya çalışmak.

Yani bu bir milliyetçilik müsameresi : “Sen mi daha milliyetçisin, ben mi?”

Soralım: Bu müsamereye niye ihtiyaç duyuluyor? Anlatalım...

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı ( TESEV ) üç akademisyene bir milliyetçilik çalışması yaptırdı. Ferhat Kentel, Meltem Ahıska ve Fırat Genç’in insanlarla yüz yüze konuşarak yaptığı ve “ Milletin Bölünmez Bütünlüğü “ adı verilen araştırmanın en genel sonucu şu: “Tek bir milliyetçilik yok, çeşitli milliyetçilikler var.”

Bu ne demek? Kabaca şöyle...

Milliyetçilik, dendiğinde aklımıza başı sonu belli, derli toplu bir ideoloji geliyor. Dolayısıyla da milliyetçileri bir bütün olarak görüyoruz.

Halbuki milliyetçilik daha çok küçük bir sözlüğe benziyor. İnsanlar bu sözlükte yer alan kelimeleri yan yana getirerek cümleler kuruyorlar.

Yani bu jargonu kullananlar aslında kendi sorunlarını, kendi amaçlarını ve kendi umutlarını, o küçük sözlükten öğrendikleri kelime ve deyimlerle ifade ediyor.

Ancak sorunlar, amaçlar ve umutlar farklı olduğu için de ortaya çeşit çeşit milliyetçilikler çıkıyor.

Mesela bugün MHP, özetle, “ Türkler ve Kürtler kardeştir... Kürtler bu milletin bir parçasıdır... PKK ise bu kardeşliği bozmaya çalışan dış güçlerin maşasıdır...” diyor.

Öte yandan internette şöyle mesajlar dolaşıyor: “Bu yaratıkları ‘ kardeş’ olarak görenler sadece soyu bozuk ülkücüler, komünistler, dinciler, ümmetçiler, sosyal demokratlar, hümanistler, entellerdir...” (Bu mesajı, Tanıl Bora’nın milliyetçilik ve faşizm üzerine yazılarını derlediği ‘ Medeniyet Kaybı’ adlı kitabından aldım.)

Hadi buyurun: Hangisi milliyetçilik? O bu, bu mu? İlkinin taraftarı daha çok, diğeri daha marjinal kalıyor ama neticede ikisi de milliyetçilik.

Birincisi asimilasyoncu, öteki ırkçı ...

Birincisinin sloganı: “ Ne mutlu Türk’üm diyene! “ Diğerinin sloganı: “ Ne mutlu Türk olana! “

Tekrar başa dönersek: Erdoğan ile Bahçeli’nin “Apo’yu asmak” üzerinden kapışması, bir milliyetçilik müsameresinden ibaret. İkisi de milliyetçilik jargonunu kullanarak seyircinin gönlünü çelmeye çalışıyor.

Halbuki sahneye koydukları müsamerelerin yazarı kendileri değil. Onlar sadece ABD’nin yıllar önce kurduğu bir senaryonun günümüzdeki aktörleri. Kim daha iyi rol keserse, o daha fazla oy toplayacak.

Sabah, 3.7.2007

Emre AKÖZ

04.07.2007


 

Yaşasın adalet!!!

Yargıya güvenmek isteriz. Bazı gelişmeler insanın moralini bozuyor. “Bağımsız yargı” dedik, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na Adalet Bakanı’nın başkanlık etmesi ve Adalet Bakanı Müsteşarı’nın da bu kurula üye olmasını dahi, bağımsızlık adına eleştirdik. Ama Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Şemdinli olayındaki tavrını onaylamak mümkün değil. Önce, savcı Ferhat Sarıkaya, bu kurulun kararıyla görevinden ihraç edilmişti. Şimdi de, “Askeri mahkeme yetkili” diyen Yargıtay’ın kararına uymadığı için olacak, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi başkan İlhan Kaya ve üye Eşref Aksu başka yerlere atandı. Van Cumhuriyet Başsavcı Vekili İbrahim Özer’in de görev yeri değiştirildi. Bakalım bu değişikliklerden sonra, yeni atanan mahkeme heyeti, “Asker yargı yetkilidir” sonucuna mı varacak, yoksa Şemdinli sanıkları Jandarma astsubay Ali Kaya ve Özcan İldeniz’i beraat mi ettirecek? İddianamesi yüzünden görevinden ihraç edilen Ferhat Sarıkaya, “Sanıklar tek başına hareket etmiş olamazlar. Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Selahattin Uğurlu, Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanı Erdal Öztürk ve Hakkâri İl Jandarma Komutanı Eren Kubat’la eylem birliği içindedirler” diyordu. Konuya askeri yargı el attı ve beklenildiği gibi bu kişiler suçsuz bulundu. Jandarma astsubay Ali Kaya ve Özcan İldeniz’in dosya ları da askermahkemeye intikal ederse, büyük bir ihtimalle 39 yıllık cezaları buharlaşıp gidecektir.

***

Takke düştü çete göründü

Türkiye’de peş peşe çeteler yakalanıyor. Teferruatı gazetelerden okuyoruz. Benim en çok dikkatimi çeken Danıştay saldırısıyla ilişkili olan gelişmeler. 17 Mayıs 2006’da Alparslan Aslan, Danıştay’a saldırdı. Olay, dincilerin üzerine yıkıldı. 13 Haziran 2 007 tarihinde Özel Harpçi emekli astsubay Oktay Yıldırım’a ait Ümraniye’deki bir evde 27 adet el bombası, TNT patlayıcıları ve fünyeler ele geçirildi. Bu el bombalarının Cumhuriyet gazetesine atılan bombalarla aynı seri numarasını taşıdığı anlaşıldı. Böylece, Danıştay’la irtibat kurmak imkânı doğdu. Çünkü Cumhuriyet gazetesine bomba atan da, Danıştay saldırısını gerçekleştiren de Alparslan Aslan idi.

Oktay Yıldırım ise, bir ara, Danıştay saldırısı dolayısıyla kendisinden şüphelenilen ve infiale kapılarak intihar ettiğini söyleyen emekli yüzbaşı

Muzaffer Tekin’in çok yakınıydı. Hatta onu, intiharından sonra hastaneye, emekli binbaşı Zekeriya Öztürk ile Oktay Yıldırım götürmüştü. Ümraniye baskınından sonra gözaltına alınan Muzaffer Tekin, “Milli Siyaset Güvenlik Belgesi’ni ondan aldım” diyerek binbaşı Fikret Emek’in ismini verdi. Emek’in Eskişehir’deki evinde bol miktarda silâh ve mühimmat ele geçirildi.

Son olarak, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği üyelerinden bazıları gözaltına alındılar. Bu derneğin başkanı Taner Ünal da tutuklandı. Dernekte de bazı silâhlar ve sahte kimlikler ele geçirildi.

“13 bin hain var” cümlesiyle ve “Kuvayı Milliye yemini” yle öne çıkan Fikri Karadağ, bir zamanlar Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği’ne katılmıştı. Kuvayı Milliye Derneği’ni daha sonra kurdu.

Danıştay saldırısı dava tutanaklarında, emekli binbaşı Zekeriya Öztürk’ün, Fikri Karadağ’ın yardımcısı Hüseyin Görüm hakkında söyledikleri hayli ilginç. İstanbul Maltepe’de Görüm’e ait bir depoda toplantılar yapılıyor. Bunların birine Öztürk de katılıyor. Görüm, 2025 yaşlarındaki bir gruba, Öztürk’ün de duyacağı bir ses tonuyla “Komutan, sizin silâhlı eğitiminizi verecek” diyor. Öztürk buna tepki gösterdiğini söylüyor. Ayrıca Danıştay tetikçisi Alparslan Aslan’ı, bir defa depoda gördüğünü de ifade ediyor. “Aslan’ı yönlendirmiş olabileceklerini düşünüyorum” şeklinde konuşuyor.

Eğer Ümraniye’deki silah deposu yakalanmasaydı, belki, gerçeklerin üzeri kolaylıkla örtülecekti. Nitekim, Sauna çetesi, Atabeyler gerilla grubu gibi oluşumlar ortaya çıktı ama, bir şekilde “münferit olaylar” gibi kamuoyuna takdim edil di. Bence, bütün bu çetelerin amacı, seçim öncesinde ülkede istikrarsızlık yaratmaktı. Mc Donald’s’ın bombalanması, rahip Santa ro cinayeti, Hrant Dink suikastı...

“Seçimlerden önce çok kan akacak” diyorlardı ya, herhalde bu çetelere güveniyor lardı. Ama çok şükür artık takke düştü kel göründü.

Takvim, 3.7.2007

Nazlı ILICAK

04.07.2007


 

Bozkurtlar ve akkurtlar

Ankara’da son dönemin esprilerinden biri şu: DSP - MHP - ANAP koalisyon hükümeti döneminde bürokraside görev alan MHP’lilerden bir bölümü, 2002’de göreve gelen AK Parti hükümetinde de koltuklarında kaldılar.

(Biraz karikatürize edelim...) Hatta, ‘ülkücü bıyığı’ olarak tanımlanan bıyıklarını, iki yandan inen uzantıları ortadan kaldırmak ve bıyığı bütünüyle inceltmek suretiyle ‘revize’ ederek yeni yönetime, çok daha net bir görsel uyum sağlayan bazıları terfi bile ettiler.

* *

MHP’nin iktidar ortağı olduğu dönemde göreve başlayıp, AKP iktidarında da bürokraside kalan bu kişilerden bir kısmı, seçim kararının alınmasıyla birlikte istifa edip MHP’ye adaylık başvurusunda bulundu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu isimlerden büyük çoğunluğunu aday göstermedi. Yazının başında bahsettiğim espri de işte bu noktada ortaya çıktı. Aday olanlar, başvurusu reddedilenlere, “Biz ilk günden beri boz kurtuz. Siz de bir dönem boz kurttunuz ama sonradan Ak kurt oldunuz. Bir kere Ak kurt olduktan sonra, boz kurtluğa dönüş olmaz” diye takılıyorlar.

Bugün, 3.7.2007

Murat ÇELİK

04.07.2007


 

28 Şubat ve 27 Nisan senaryoları Hudson Enstitüsü’nde yazıldı..

Uyuyana, dokunmak yeterlidir, gözü açılır, şuuru açılır, kendine gelir.

Ölü ise (bırakın iğne, çuvaldız batırmayı) kesilip parçalansa da uyanmaz.

Tarih, otomatiğe bağlandığından tekerrür edip duruyorsa ölü bir millet haline geldik, demektir.

Ne kadar acıdır ki hiçbir felaketten ders almaz olduk. Fark etsek bile ülkemiz üzerinde oynanan oyunlardan ibret almayan bir millet haline geldik. Yaklaşık 3-4 asırdır her üzücü olaydan sonra “bu bize ders olsun” nutukları atıyoruz..Oysa işler eski tas eski hamam devam edip gidiyor ülkemizde.

Medyamız gündeme getiriyor ya, iç ve dış güçler yeterince tanıtılabiliyor mu veya ihanetler ayrıntılarıyla ortaya çıkarılabiliyor mu? Mesela son zamanlarda Hudson Enstitüsü, Zeyno Baran ve ‘felaket senaryosu’ üzerine de “bu bize ders olsun” nutukları attık. Medyamızda ileri geri pek çok şey yazılıp çizildi: Hudson Enstitüsü’nde tartışılan o mahut senaryodan bahsediyorum. Beyoğlu’nda en az 50 kişinin öleceği bomba patlatılması ve Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Sayın Tülay Tuğcu Hanımefendi’ye suikast düzenlenmesi konulu o mahut toplantıyı düzenleyen Zeyno Baran’dan söz ediyorum.

Medya, Hudson Enstitüsü ve Zeyno Baran’ı gündemden tamamen çıkarmak üzere. Oysa ne Hudson Enstitüsü kapatıldı, ne de Zeyno Baran toplantı düzenlemekten vaz geçti..

Bu ciddi bir sorun: Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ABD’nin bizim için yazacağı felaket senaryoları mı oynanacak ülkemiz üzerinde? Millet olarak biz de maruz kaldığımız felaketlere koyun sürüsü gibi boyun mu eğeceğiz?

28 ŞUBAT SENARYOSU HUDSON’DA YAZILDI

Oysa 10 yıl önce, aynı Hudson Enstitüsü’nde, aynı Zeyno Baran’ın düzenlediği toplantılarında yazılmıştı 28 Şubat senaryosu da.. ABD’nin ve İsrail’in menfaatlerine ters düşen Refahyol hükümeti düşürülmüştü, oynan oyunlar sonucu.

28 Şubat’ta Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit’in desteğiyle başbakan oldu.Cumhurbaşkanı da Süleyman Demirel’di. Mesut Yılmaz’ın Amerika’daki bağlantısı Zeyno Baran’dı..

18 Nisan 1999’da seçim yapıldı. Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi seçimi etkiledi. Seçimden DSP birinci parti, MHP ikinci parti ve ANAP da üçüncü parti çıktı. Seçiminden sonra DSP-ANAP-MHP koalisyonu kuruldu. Mesut Yılmaz, başbakanlığı Bülent Ecevit’e devretti. Mesut Yılmaz, başbakanlıktan ayrıldı ama Mavi Akım’ın peşini bırakmadı.

Mesut Yılmaz 1999 yılının Eylül ayında sessizce Amerika’ya uçtu. Yanında kardeşi Turgut Yılmaz ve Cavit Kavak da vardı. Mesut Yılmaz bir işadamına ait uçakla Amerika’ya giriş yapıyordu. İşadamının Şarık Tara olduğu hemen Washington kulislerinde yayılıyordu.

Türkiye’de büyük bir depremin olduğu binlerce kişinin öldüğü bir dönemde, Mesut Yılmaz, deprem bölgesi görevini eşi Berna Hanıma bırakarak önce Massachusetts Eyaleti’nden giriş yapıyordu.

...Mesut Yılmaz, Amerika’ya gideceğini Türk Büyükelçilik yetkililerine bile bildirmemişti. Amerikan makamları, Yılmaz’ın Amerika’ya girişini tespit edip, Washington Büyükelçiliğine kibar bir şekilde, biraz da alay ederek iletiyordu.

...Yılmaz’ın Washington’a gelinceye kadar ne yaptığı, kiminle görüştüğü bilinmiyordu.

Hatta Florida’ya geçerek, Rus Gazprom Şirketi’nin Amerikalı temsilcileriyle konuştuğu da söyleniyordu.

Mesut ve Turgut Yılmaz kardeşler, beraberindekilerle Washington’da Capitol Hilton Oteli’ne yerleşiyordu. Mesut Yılmazın Washington’a geleceğini oğlunun dışında Zeyno Baran biliyordu. Yılmaz, Zeyno’ya Washington’a gelince kendisini arayacağını söylemişti.

Zeyno, Amerikalılarla Mesut Yılmaz için randevu ayarlamıştı. Yılmaz, Dışişleri Bakanlığının petrol boru hatlarıyla ilgili yetkililerine Mavi Akımı anlatıyor, onları ikna etmeye çalışıyordu. Amerikalılar ise, Mesut Yılmaz’a Mavi Akım projesine karşı olduklarını açık bir şekilde ifade ediyorlardı.

Yılmaz, sesizce geldiği Washington’dan sessizce ayrılıyor, bir hafta sonra da Zeyno Baran’ı da yanına alarak Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ve kalabalık bir heyet Moskova’ya uçuyordu...

CHP-ANAP-MHP KOALİSYONU SENARYOSU

Mavi Akım, Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’i harcamakla kalmadı, Mesut Yılmaz’ı da yedi bitirdi.

Mesut Yılmaz, hiçbir şey olmamış gibi şimdi Rize’den bağımsız milletvekili adayı olabiliyor ve sağı birleştirip liderliğini yapabileceğini iddia edebiliyor..

27 Nisan senaryosunun da Hudson Enstitüsü’nde Zeyno Baran’ın toplantılarında yazılmadığını kim garanti edebilir? Gece yarısı yayınlanan bir askeri muhtırayla Cumhurbaşkanı seçimini bırakıp Türkiye’yi seçime götürme senaryosu Hudson Enstitüsü’nde yazılmış olmalı ki seçimi ve sonrasını ayarlamak için yeni toplantılar düzenleniyor..

İşte buraya yazıyorum: Mesut Yılmaz, Rize’den milletvekili seçilip ANAP’ın başına geçecek. Hatta toplayacağı milletvekilleriyle ANAP grubunu kuracak.. Böylece CHP-ANAP-MHP koalisyonu kurulacak.

Bu koalisyon senaryosu bile 27 Nisan’ın Hudson Enstitüsü’nde, Zeyno Baran’ın düzenlediği toplantılarında yazılmış olduğunu göstermez mi?

“HANİ YAŞANANLARDAN DERS ALACAKTIK?”

28 Şubat sonrasının siyasi aktörleri, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli idi.. Bülent Ecevit gitti, yerine Deniz Baykal gelecek..

28 Şubat senaryosunu yazan Hudson Enstitüsü 27 Nisan’ı da yazdı: Yılmaz ile Bahçeli sahnede. Evet, Ecevit’in yerine de Baykal geliyor!

Türkiye’de sürekli aynı oyunlar oynanıyor.. Tarih tekerrür edip duruyor.

Yazımızın başına dönecek olursak “Hani yaşananlardan ders alacaktık?” deyip uyanabiliyor muyuz? Yoksa ölü millet halinde miyiz?.

İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy, bizlere ‘millet-i merhume’ diye hitap etmekte haksız mı?

Dolayısıyla yazımı Mehmet Akif ‘in şu dizeleriyle bitirmek istiyorum: “Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar.../ Uğraş ki telafi edecek bunca zarar var / Feryad ile kurtulması me’mül ise haykır! / Yok,yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! / “İş bitti... sebatın sonu yoktur!” deme, yılma / Ey millet-i merhume sakın yes’e kapılma..”

Haber7.com, 3.7.2007

Mustafa YÜREKLİ

04.07.2007


 

Bırakınız şu ip maskaralığını!

Seçim ortamında sinirler gerilir; sözler keskinleşir ve karşılıklı ithamlar şiddetlenir. Halkımız, 60 yıldan beri seçim öncesindeki bu elektrikli havalara alışıktır. Lâkin, bu seçimlerde siyasî partiler kantarın topuzunu iyice kaçırdılar. Terbiye ve nezaket sınırlarının aşılması bir yana, sanki 22 Temmuz dünyanın sonuymuş gibi, daha sonra nasıl birbirlerinin yüzüne bakacaklarını düşünmeden konuşup duruyorlar. Bu arada, Türkiye’nin Başbakanı ve Hükûmet, 1 milyar dolar gibi komik bir rakam karşılığında vatanı satmakla ve ihanetle itham ediliyor.

Hele bir ‘ip maskaralığı’ var ki, gülsek mi, ağlasak mı bilemiyoruz.

***

Bu maskaralığın hikâyesi şöyle: 1999 seçimlerinden kısa bir süre önce, ABD terörist başı Apo’yu, idam edilmemek şartıyla, paketleyip Türkiye’ye teslim etmişti. Bundan siyaseten en fazla Ecevit’in DSP’si ile MHP faydalandı ve seçim sonucunda koalisyonla iktidara geldiler. Öcalan yargılandı ve idama mahkûm oldu ama sırf o asılmasın diye Türkiye’de idam cezası kaldırıldı.

Şimdi, koskoca Türkiye’nin gelecek beş yıllık dönemini belirleyecek genel seçimlerde, önümüzdeki altın yıllarda neler yapacağımızı tartışacağımıza, işte bu idam hikâyesini polemik konusu yapıyoruz...

Zira, başta MHP ve CHP olmak üzere muhalefet partileri, AK Parti iktidarını bölücü teröre taviz vermekle, hatta Kürtçüler ve PKK ile işbirliği yapmakla suçluyorlar. Müşterek derdimiz olan terör, ne yazık ki seçim meydanlarının en gözde istismar malzemesi hâline getirildi.

Böyle olunca, Başbakan Erdoğan da özellikle MHP’yi hedef alarak ‘Apo’yu niye asmadınız?’ polemiğini başlattı. Sonrasını biliyorsunuz;

seçim meydanlarında ipler dolaşmaya ve MHP lideri Bahçeli’nin ‘Alın da asın!’ nârâları yankılanmaya devam ediyor...

***

Türkiye, bu çirkin polemiğe müstehak değildir. Önce, bu polemiği yapanlar, Türk halkının basiret ve ferasetiyle alay ediyorlar. Aslında herkes ne olup bittiğini pekâlâ biliyor.

İkinci olarak, bütün dünyanın gözü önünde, -Apo gibi binlerce defa idamı hak etmiş bir kanlı katil de olsa- birinin kellesi üzerinden götürülen bu polemik fevkalade çirkin bir görüntü veriyor. Türkiye’nin dışından bir gözlemci olsanız, bu tabloyu nasıl yorumlardınız?..

Aslında bu acziyetin sorumlusu, yıllarca Suriye’de sefa süren ve PKK’yı yöneten Öcalan’ı ortadan kaldıramayanlardır. Türkiye’nin düşmanını kendiniz yakalayamaz da ABD’ye muhtaç olursanız, neticesine de katlanmak zorunda kalırsınız.

Ne yazık ki, Kuzey Irak’taki PKK yuvalarının temizlenmesi hususunda şimdi de farklı bir konumda değiliz.

***

Beyler, bırakınız bu ip maskaralığını... Terörle mücadele ciddî bir iştir. Devlet yönetimi de öyle...

Radikal, 3.7.2007

Hasan Celal GÜZEL

04.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004