Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Devlet çetelerinden kurtulalım...

Artık kimsenin kuşkusu yok: Bazı polisler, jandarmalar hatta savcı ve emekli askerler “vatan adına” çeteleri destekliyor ve kolluyor. Bu kanserden kurtulmadığımız sürece, terörle doğru dürüst mücadele edemeyiz.

Bu yazıda sizlere yeni bir gelişmeyi veya sizlerin bilmediğiniz bir gerçeği anlatmayacağım. Tam aksine, büyük bölümümüzün ya çok iyi bildiği veya kuşkulandığı bir gerçekten söz edeceğim.

Eskiden de bilinirdi, ancak bu kadar açık ve seçik şekilde ortaya çıkarılmamıştı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bazı kurumları içindeki “yapılanmalar” kendi adına hareket edip, “vatan adına” cinayet işleyen, sabotaj düzenleyen, gösterilere katılıp kışkırtıcılık yapan çetelerden bazılarını gözetiyor, bazılarını destekliyor ve yerine göre de koruyor.

Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Susurluk’tan başlayalım, Şemdinli olayı ve Hırant Dink cinayetine geçelim ve en son Vatansever Kuvvetler Güç Birliği hareketiyle ilgili olarak, polis ve jandarmanın eline geçen belge ve bilgilere göz atalım. Bu gerçekler gözümüzün önüne seriliyor.

Manzara çok açık biçimde ortada:

Polis ve jandarmanın içindeki bir kesimin, bu çetelere destek verdiği, göz yumduğu ve koruduğu, hatta silah ve bilgi verdiği dahi söyleniyor.

Yargının, vatan adına hareket ettiklerini ileri süren bu çetelere karşı etkili ve caydırıcı karar veremediği,

Emekli askerlerden bir kesim de, bilerek veya bilmeyerek bu cinayet şebekeleriyle işbirliği içinde oldukları yapılan operasyonlarla ortaya çıkıyor.

Şimdi bir an için duralım. Eğer bu kansere bıçak atılmaz ve bu gidişe dur denilmezse, terörle mücadele edemeyiz.

Polis için İçişleri Bakanlığı’nın, savcı ve yargıçlar konusunda Adalet Bakanlığı’nın ve askeri kanat için de Genelkurmay Başkanlığı’nın mutlaka harekete geçmeleri gerekmektedir.

Unutmayalım ki, vatan için hareket ettiğini söyleyen bu kişiler aynı zamanda ceplerini doldurmakta ve kirli işlere girmektedirler.

Bu çetelere göz yumuldukça, devlet inandırıcılığını da kaybetmektedir. Bu şekilde devlet adına hareket ettiklerini söyleyerek çetecilik yapanlar yüzünden PKK’nın imzasını taşıyan bir bölüm suikastlar hakkında bile kamuoyu kuşku duymakta ve bölücülük hareketinin devlet tarafından köpürtüldüğü fikri yaygınlaşmaktadır. Böyle bir fikrin kafalarda oluşması bile rahatsızlık verici, istikrar ve düzeni sarsıcıdır.

Bu hastalıktan kurtulamazsak, ülkede istikrarı kurmamız, bütünlüğü ve huzuru korumamız daha da zorlaşacaktır.

Posta, 6 Temmuz 2007

Mehmet Ali BİRAND

07.07.2007


 

“Provokatörler, dolandırıcılar, kaçakçılar, sahtekârlar güçbirliği” üzerine

Ne ile suçlanıyor? “Suç işlemek için örgüt kurmak.” Kim? “Vatansever”.

Ne ile suçlanıyor? “Dolandırıcılık.” Kim? “Vatansever.”

Ne ile suçlanıyor? “Yağma.” Kim? “Vatansever.”

Ne ile suçlanıyor? “İhaleye fesat karıştırma.” Kim? “Vatansever.”

Ne ile suçlanıyor? “Zimmet.” Kim? “Vatansever.”

Ne ile suçlanıyor? “Tarihi eser kaçakçılığı.” Kim? “Vatansever.”

Ne ile suçlanıyor? “Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye yönelik provokatif eylemler düzenlemek.” Kim? “Vatansever.”

Bunların tümünden ortaya ne çıkıyor? “Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi”...

Yani, bir başka deyimle, dolandırıcılar, kaçakçılar, provokatörler, suç işlemek üzere biraraya gelen çetelerin güçbirliği...

Artık bundan sonra, kim “vatansever” olduğunu taslayarak ona, buna “vatan haini” damgası yapıştıracak, önce ona soracaksınız: Sen, “dolandırıcı” mısın; yoksa “provokatör” mü, “kaçakçı” mı; yoksa “çeteci” mi? Neyin nesisin?

Türk tarihinin en çarpıcı “çeteleşme”lerinden biri, “şehit cenazeleri”nde ön plana çıkıp, “şehit eşleri”ni dolandırmaktan utanmayan bu toplumun “cürufu” ortaya çıkartılıyor. Türkiye’nin büyük gazetelerinin birçoğu birinci sayfalarını bu konuya ayırmakta, anlı şanlı köşe yazarları konuya ellerini sürmekte pek cimriler nedense...

***

Aşağıdaki satırlar kelimesi kelimesine bir gazete haberinden: “Genel Başkan Yardımcısı (S.Z.B)’ın ise karanlık ilişkileri aydınlatılamadı. Sorgusunda kendisinin sürekli resmi görevli olduğunu ima eder tarzda tutum sergileyen Balaban önemli sorulara ise, “Devlet güvenliğini tehlikeye sokar” diyerek cevap vermedi...

Bingöl’de İran’dan gelen silah yüklü tren vagonunun ortaya çıkmasından sonra Balaban’ın telaş içinde eski Jandarma Astsubay (H.B.G)’ü arayarak, “Bingöl’de ele geçirilen silahlar yoksa bizim mallar mı? Dikkat edin etraf çok karışık” dediği kayıtlara geçti.

Askeri tesisler ve orduevlerine rahatlıkla girip çıktıkları belirlenen çete üyelerinin halen üst düzey rütbeli asker personelle de sıkı ilişkiler içinde oldukları ortaya çıktı...”

Polisten alınan bu bilgiler, herhangi bir yorum gerektirmiyor ama birçok soruyu birbiri ardından gündeme getiriyor.

Bu dolandırıcı, sahtekâr, kaçakçı, provokatör güruhu acaba kendilerinin olduğunu zannettiği bir vagon dolusu “silahı” ne yapacaktı? Nerede, kime karşı, niçin kullanacaktı?

Nasıl oluyor da, bu dolandırıcılar, sahtekârlar, kaçakçılar ve provokatörler, “şehit anaları” ve yakınlarının önemli bir bölümünün kıyafet engeli nedeniyle giremedikleri askeri tesisler ve orduevlerine rahatlıkla girip çıkabiliyorlardı?

Türkiye’nin güvenliği konusunda bunca titiz, istihbaratı bu kadar sağlam ve güvenilir olan Silahlı Kuvvetler bünyesi, nasıl olup da, bu dolandırıcı, sahtekâr, kaçakçı, provokatör güruhunun farkına varmaz?

Bu dolandırıcı, sahtekâr, provokatör güruhunun, “üst düzey asker personel”le “sıkı ilişkileri” ve bu arada “bir emekli komutan” olduğu bilgisi verilen “bir numara”nın kimliği mutlaka ortaya çıkartılmak zorundadır. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay’a “suç duyurusu”nda bulunulmuş olduğu için, iş, bu kurumlara düşüyor.

Genelkurmay ve Emniyet, içlerine sızmış olan bu “çeteler”den, kime, neye, nereye uzanıyorlarsa uzansınlar temizlenmezlerse, Türkiye’nin selameti konusunda hiç kimse güvende olamaz.

Bu “temizliğe”, “ulusal güvenlik”, “ulusal barış” ve “toplumsal barışıklık” bakımından hepimizin ihtiyacı var.

***

Danıştay saldırısının bu “ekip”le bağlantılı olduğu dikkat çekiyor. Danıştay saldırısı, 2007’de odaklanan büyük komplolar zincirinin ilk halkasıydı. “Ana halka” ise, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink cinayeti oldu. Gerisini biliyoruz. Tıpkı, Hrant Dink cinayetinin, Emniyet Genel Müdürlüğü raporunda, bir şeylerin üstünü kapatmak istercesine ileri sürüldüğü üzere, “arkadaş gruplaşması” eseri olmadığını bildiğimiz gibi.

Ortaya çıkartılan çeteler, “Soğuk Savaş” döneminin, “gayri nizami harp” örgütlenmesinin artıkları. Bilinmedik, beklenmedik şeyler değiller. Tüm NATO ülkeleri bunların üstesinden geldiler. Türkiye hariç.

Bunların üstesinden gelmeden, Türkiye, “Soğuk Savaş” dönemini ardında bırakamaz. Demokrasi yolunu açamaz. Bu konu, onun için, çok ama çok önemli...

Referans, 6 Temmuz 2007

Cengiz ÇANDAR

07.07.2007


 

Türban çözülüyor mu?

Sayın Ertuğrul Özkök 3 Temmuz 2007 tarihli yazısına “Türbanın boyun kısmı çözülüyor mu?” şeklinde bir başlık atmış. Başbakan ile yaptığı Kayseri gezisinin intibalarını anlattığı yazısında, kadınların başörtülerine dikkat ettiğini ve şunları tespit ettiğini ifade ediyor:

“Kayseri’de kadınlara dikkat ettim. Çoğunluğunun başında örtü vardı. Ama bir şey dikkatimi çekti. Örtülerin çoğu klasik türban gibi değildi. Bana sanki, başörtüsü, boyun kısmından başlayarak “yumuşuyor” gibi geldi. Ayrıca kadınların ve kızların elbiseleri gayet rahattı. Tabii eski durumu çok iyi bilmediğim için karşılaştırma yapamıyorum. O nedenle genellemeden de kaçınıyorum. Ama Kayseri’de gördüğüm başörtülü kadınların, Ankara’da milletvekillerinin eşlerinde gördüklerimden çok farklıydı. Eskiden beri savunduğum görüşüm, Kayseri’de biraz daha güçlendi. Eğer siyasiler konuyu germez ve bir süre gündemden düşürürse, türban sorunu kesinlikle gündemimizden çıkacaktır.”

Sayın Özkök’ün söylediklerinden şunu anlıyorum: Türban başörtüsünden başka bir şeydir; dinin değil siyasetin icadıdır, gereğidir, sembolüdür. Türban boyunu da örtüyor, başörtüsü boyunu fazla örtmüyor. Türban bir kısım kentli kız ve kadınlar ile bakan hanımlarının başörtüsüdür ve bu örtü Anadolu’daki başörtüsünden farklıdır. Probleminin çözülmesi demek “başörtüsünün yumuşaması, sımsıkı kapanma yerine daha gevşek kapanmanın gelmesi, başörtüsü yasağının kaldırılması konusunun gündemden çıkarılması ve böylece işin çözülmüş sayılması” demektir.

Söylenenler ile benim anladıklarım konusunda bence doğru olanı kısaca bir daha hatırlatmakta fayda var.

Müslümanca örtünen (tesettüre riayet eden) kadın ve kızlarımıza göre türban ve başörtüsü diye iki çeşit giysi yoktur; başörtüsü genel, türban dahil birçok başı örten giysi ise özeldir; yani başörtüsünün çeşitleridir.

Başörtüsünü siyaset alanına sokanlar, inançları gereği başlarını şu veya bu şekilde örtenler değil, okullarda ve devlet dairelerinde başörtüsünü yasaklayanlardır. Siyaset ve devlet yasaklama cihetine gidince önce sivil direniş başladı, bunun ardından da siyasetin zıt kutupları meseleyi farklı bakış açılarından programlarına aldılar.

Başörtüsü konusunun siyasiler tarafından en az ele alındığı dönem son iktidar dönemi olmuştur. Danıştaydan Anayasa Mahkemesi ve AİHM’ye kadar bir dizi yasaklayıcı karşısında çaresiz kalan iktidar ve başörtüsü mağdurları uzun bir süreden beri susmuş gibidirler. Ama şunu iyi bilmek gerekir ki, bin yıl sussalar, hiçbir mağdur, hiçbir siyasetçi başörtüsü kelimesini telaffuz etmese bile bu dâvâ ortadan kalkmaz, unutulmaz; içe atılan duygular olumsuzluğa doğru yol alır, mağdurluk psikolojisi, mağdur edenlere karşı nefrete dönüşür. Uygulama da son bulmaz, İslâm dini insanların hayatına girdiği günden beri çeşitli devirlerde farklı kavimler (kültür gurupları) tesettüre riayet etmişler ve kadınlar, çeşitli giysilerle başlarını ve vücutlarını örtmüşlerdir. Kur’ân, hadisler ve örtünmenin farz olduğunu ortaya koyan yorumlar var oldukça örtünme de var olacaktır.

Çözüm, meseleyi unutmak ve unutturmak değildir (çünkü bu mümkün olmaz), çözüm yasağı kaldırmaktır, laikliği buna uygun bir şekilde anlamak ve yorumlamaktır.

Yangın çıkmasın diye dünyadan ateşi kaldırmak olmaz, hem ateş olacak, hem de yangın çıkmasın diye gerekli tedbirler alınacaktır. Bu benzetmede din insanların muhtaç olduğu ateştir, insanlara din dayatmak yangındır, herkesin hiçbir haktan mahrum olmaksızın ve başkalarının da haklarına zarar vermeden inandığı gibi yaşamasına imkân sağlamak ise çözümdür.

Yeni Şafak, 6 Temmuz 2007

Hayrettin KARAMAN

07.07.2007


 

“Vatan haini” çeteler

Vatansever Kuvvetler Birliği Başkanı (...) ifadesinde “Biz bu hareketi vatan için başlattık.” diyor. Mahkeme de onu “Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçlarından tutuklayıp cezaevine koyuyor.

Ne yaman çelişki: Vatan için yola koyulan “vatansever”, “devletin bağımsızlığını ve birliğini bozma” suçundan yani “vatana ihanet”ten yargılanıyor. Hatırlayalım: Şemdinli davası sanıkları da “vatanın bölünmez bütünlüğüne” yönelik eylemlerden, yani “bölücülük” suçundan yargılanmışlardı. Gerçekten yaman bir çelişki.

“Vatanı sevmek” ile “vatana ihanet” arasındaki sınırı belirleyen nedir? Kestirmeden cevap verelim: Hukuk. Meşruiyet sınırlarının dışına çıkıp “vatan için yola koyulduğunuz” zaman, yaptığınız iş “vatana ihanet”tir. Çünkü vatanı yaşanılır kılan, dolayısıyla bir arada tutan şey sadece ve sadece hukuktur. İçinden hukuku çekip çıkarttığınız zaman millet dediğimiz varlık, birbirini yiyip tüketen düşmanlara dönüşür. Ülke herkesin bir an evvel kurtulmak için can attığı bir cehenneme dönüşür. Devlet, bağımsızlığı ve birliği muhafaza eden bir otorite olmaktan çıkıp, keyfiliğin egemen olduğu ve herkesin metazori itaat ettiği bir despota dönüşür. Bu yüzden hukuku, hele devlet iktidarının araçlarını kullanarak ortadan kaldıranlar, devlet içinde yuvalanarak hukuku kemirenler en büyük “vatan hainleri”dir. Komplolar içinde düşman arayanların, vatanımızı çepeçevre saran tehlikelerden bahsedenlerin, ufukta Sevr şartları görenlerin önce gözlerini bu “hain”lere dikmesi gerekir. Çünkü bu hainlerin Türkiye’ye verdiği ve vereceği zararı dünya bir araya gelse veremez.

Türkiye bir çeteler cenneti. O zaman bu “vatan hainleri”ne karşı vatanımızı savunmak ve korumak zorundayız. “Devlet içindeki çete”yi, “sokak çetesi”nden ayıran farkı hatırlayalım. Sokak çetesi, dayanışma içinde örgütlenip uzmanlaşarak yasadışı çıkar peşinde koşuyor. “Devlet içindeki çete” ise yine aynı işleri yapıyor; ama önce devlete ait imkânlardan ve ayrıcalıklardan istifade ediyor. İkinci olarak “icraat” yaparken veya başı belaya girdiği zaman “koruma” görüyor. Bütün bu ayrıcalıkları da “vatana hizmet” gerekçesine dayandırıyor. “Devlet içinde çete” sorununun arızî değil kronik bir soruna, güvenlik birimleriyle ilgili yapısal bir soruna dönüştüğü ortada. Takip sonucu ele geçirdiğiniz ve mahkemeye çıkardığınız çetelerin üzerine giderek bu çeteleri kurutamazsınız. Karşımızda her türlü silahlı eğitimi almış, ellerinde silah ve mühimmat bulunan ve talimata göre “vatanı kurtarmak” için “vatana ihanet” etmeye hazır, talimat gelmediği zamanlarda da mafya yöntemleri ile çıkar sağlayan suç örgütleri var. Yapıyı, kuralları ve ilişkileri değiştirmeden bu çeteleri yok edemez ve “vatanı koruma” işini gerçekleştiremezsiniz.

En başta bu çete mensuplarından bazılarının eski Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları olduklarını hatırlayalım. Bu şahıslar, çete içinde kullandıkları beceri ve uzmanlıklarını aldıkları resmî askerî eğitim ile kazandılar. O zaman onlara bu askerî eğitimi verenlerin bir denetim sorumluluğu yok mu? Çete mensuplarının geldikleri askerî birim genel olarak “özel” bir birim. Bu birim kim tarafından ve nasıl denetleniyor? Bu birimler üzerinde dışarıdan yani hükümetten, parlamentodan ve yargıdan gelecek denetime çok fazla ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Her ülkede benzer birimler var. Onlar nasıl denetleniyor; bizde ne tür denetim eksiklikleri var? Çetelerle birlikte yaşamaya alışmak yerine bu soruların cevabını aramak daha doğru değil mi?

Terörle birlikte yaşamaya alışmış bir toplumun kamu güvenliği ile ilgili endişelerinin olması doğal. “Devlet içinde çete”lerle ilgili şehir efsanelerinin üretilmesi, halkın kendi devletine güveninin azalmasına yol açıyor. “Provokasyon amacıyla vatandaşını öldüren, sağa sola bomba atan bir devlet” imajı şayet topluma yerleşirse, bu ihanete rağmen devleti hangi “vatansever” yaşatabilir? İtiraf edelim: Çetelerin inşa ettiği böyle bir devlet imajı yok mu?

Zaman, 6 Temmuz 2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

07.07.2007


 

15 gün kala...

Demokrat Parti’den söz edeceğim.

(...) Medya, sözleşmiş gibi DP’yi sürekli kırmızı bölgede gösteriyor.

Kasıt yok. Çünkü Mehmet Ağar, sevilen bir lider.

Ama esrarengiz bir kuvvet, esrarengiz bir kampanya yapmış ve ‘rejimin çimentosu’na darbe vurmak istemiştir.

Tutar mı? Tutmaz.

DP, bâdireyi atlatmış görünüyor. Aldığımız sesler ve antenlerimize gelen bulgular, Büyük Türkiye sevdasının giderek yükseldiğini söylüyor.

Her şeyden önce DP’nin baraj sorunu yok. Kafalara tekrar bunun çakılması lâzım.

(...) Meclis’e sadece 3 partiyi lâyık görenler, temsilde adalet ilkesini bile unutarak, siyaset mühendisliğine soyundular yine... Doğmamış çocuğa don biçiyorlar.

***

Zaten alt yapısız, kurumsuz, kuralsız bir seçime gidiyoruz. Üstelik milli irade, baskı altında.

Kutuplaşmanın had safhaya vardığı bir ülkede kucaklaşma bir alternatif değil mi?

Hizmet Kervanı hiç unutulur mu?

Posta, 6 Temmuz 2007

Rauf TAMER

07.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004