Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yâ Sin. Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun ki, sen Allah tarafından insanlara gönderilmiş peygamberlerdensin ve dos doğru bir yol üzeresin.

Yâsin Sûresi: 1-4

08.07.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz bir işçi tuttuğunda vereceği ücreti kendisine bildirsin.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 247

08.07.2007


Musibetlerde inayet-i İlâhiyenin tatlı neticeleri vardır

1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2. Sen, anî ve fânî zevklerin bekâsını arıyorsun. Onun için, onun zevâliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyâtınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.

3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binâen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna keffâret ediyor.

4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Katî kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neti-cesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır” (Bakara Sûresi, 2:216.) çok katî bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için—o pek geniş kanun-u kaderî—değiştirilmez.

5. “Kadere iman eden, kederden emin olur” kudsî düsturunu kendine rehber et. Hevesli, akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fânî zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor; sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen dîvâne olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Emirdağ Lâhikası, s. 173

Lügatçe:

bekâ: Devam etme, sonsuzluk.

zevâl: Son bulma.

inayet-i İlâhiye: Allah’ın mahlukatı üzerindeki yardımı, ikramı, ihsanı.

felek: Gökyüzü, sema. Yörünge. Talih, baht, kader.

08.07.2007


Kıt’alar ötesinden mektup

‘O nurlar parlayacaktır’ denilen günlerin üzerinden henüz 50 yıl geçmemişken dünyayı o nur kaplamıştı bile… Küçük bir köyde başlayan ve hapishanelerde süren nurun ışığı, dünyayı kuşatacak denilse belki o zaman çok az kişi inanırdı değil mi? Ama şimdi hiç şüphe yok.

Evet, burası dünyanın en uzak yerlerinden biri ve burada Nurun müştakları toplanmış, bambaşka bir memlekete çalışmak için düştükleri yollarda şimdi hizmet için bulunuyorlar; o nuru daha da parlatmak için..

Diyor ya yazar “Yaşlar ayrı, başlar ayrı”. Evet vatanlar da ayrı, uzakta, bambaşka bir yerde, farklı dünyada, ama aynı cazibeye kapılmış insanlar. Geliş maksatları önceden farklıydı belki ama kalış maksatları artık aynı. Bu nurun halkasını genişletmek, diğer nesillerine de ulaştırmak için çabalamak.

Bu maksatla şimdiye kadar az yol gitmemişler, çok gayret sarf etmişler. Yollarında çok dikenler olmuş ve batmış, ama onlar aldırış etmemiş buna. “Bir azm iman dolu kalplere” girince olmazlar olmuş. “Benim yolumda olanlara ben yardım ederim” sırrına yapışmışlar ve belki dünyanın çok az yerinde başarılan imkânları hizmetin önüne sunmuşlar. “Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir” diyen Üstadları gibi daha iyiyi aramışlar ve arıyorlar…

İnsan buralarda hizmetin başlamasından bu güne kadar gelen serüvenini dinleyince ilk akla gelen şey, Üstadın Barla’da başlattığı hizmet oluyor. Onun etrafında önceleri kimse yoktu ve tek başınaydı. Muhatapları köylüler ve çoğunlukla okuma yazma bilmeyen insanlardı belki. Ve onları muhatap alarak başlattığı hizmette en büyük hizmeti o insanlarla yapıyor ve kısa sürede o insanlardan kahramanlar ordusu ve hizmetin saff-ı evvellerini oluşturuyor. Anlıyoruz ki, önemli olan insanların karşısına doğru hakikatlerle çıkabilmek.

Evet bu zamanda en doğru hakikat Risâle-i Nur’u hayatının birinci gayesi yapanlar, şimdi hem kendi evlâtlarını, hem de torunlarını o Nurun etrafında bir cemaat bilinci içerisinde topluyorlar. Vatanlarını bırakıp gelmiş bu insanlar dünyanın en medenî ülkelerinden birinde İslâm kimliğini kaybetmeyerek daha da kuvvetlendirerek diğer Türklere ve milletlere de nokta-i istinad olmuşlar. Çünkü tehlike büyük. Sadece Avrupa medeniyet anlayışı ile karşılaşan bir çok Türk ve Müslüman onun içinde boğuluyor ve hem dünyasını, hem ahiretini karartıyor. Bu en büyük tehlikeye karşı kemiyeten az, keyfiyeten çok insanlar duruyor. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” sırrınca çok çalışıp maddî ve manevî say ve gayretle bu günlere geliniyor.

Evet bugün burada bulunan Melbourne Yeni Asya Nur Cemaati sanki bir yüksek okulun birimleri gibi tasnif edilmiş durumda. En küçükten en büyüğe kadar herkes Nura bir talebe olma şuuruna varmış. Hayatlarının birinci hedefi en büyük dâvâyı kazanabilme maksadı ile zamanlarını tanzim etmiş, şuurlu ve inançlı bir kalabalık.

Sizlere şimdi bu gruplardan kısaca bahsedelim.

En küçükler, ama en büyük ruhlular. Henüz yeni okula başlamışlar, fakat tatil günlerini medresede geçirmek, iman hakikatlerini, Peygamberini, sünneti ve Nur Dedelerini öğrenmek için sanki bir kelebek gibi kanat çırpıyorlar. Onların o gayreti, istekleri, ölmüş ruhları bile canlandıracak mahiyette. Onları bir defa bile izlemek bin sinema levhasını izlemekten daha lezzetli.

Onların büyük ablaları da var. Hepsi hafta içi okullarına gidiyor belki, ama hafta sonu nur okullarını hiç ihmal etmiyorlar. Kur’ânî ve imanî derslerin yanında ilmihal, Türkçe dil eğitimi derslerine de devam ediyorlar. Risâle-i Nur’un misâllerini ve hakikatlerinin birçoğunu şimdiden ezber etmiş durumdalar. Onların bazı kelimeleri söylerken dilleri dönmese de öğrenmek konusunda isteklerini hiçbir zaman kaybetmiyorlar. Her kesimden ailelerin çocuklarının katıldığı yatılı programda hem eğlenerek, hem öğrenerek bir günlük geçirilen süre onlar için geleceklerinin bir çekirdeği hükmünde olacak inşallah.

Daha bir üst sınıfta ise lise ve üniversite çağındaki genç kızların her Cumartesi yatılı programı var. En başta iman hakikatlerini ve İslâmın esaslarını öğrenip hayata geçirmek için çalışıyorlar. Önlerinde bulunan tek sınavın okul sınavları olmadığını, en büyük sınavın imanı kazanıp kazanmama dâvâsı olduğunu ve bu dâvânın da en büyük avukatının Risâle-i Nur olduğu şuurunu kazanmışlar. Yaşıtları belki bambaşka yerlerde olmasına rağmen nefis ve heveslerinin galeyanda olduğu zamanda onlar ihtiyarlarını hayır tercihinde kullanıyorlar. Asıl dünyaya gelme maksatlarının Allah’a kul olma şuuruna ermişler. En büyük imtihanda bulunduklarının farkına varmışlar. Belki çok gençler, ama hedefleri büyük ufukları geniş. Bu dâvâyı, bu hizmetin bayrağını onlar taşıyacaklarını ve daha iyiye nasıl yükselteceklerinin hesabını yapıyorlar. Evet onları görünce insanın aklına ‘En hayırlı genç odur ki…’ diye başlayan Efendimizin (asm) hadisi geliyor.

Ama burada gözümüze çarpan ve bizi hayran bırakan bir durum da bu grupların ailelerinin gayret ve isteği ve yaptıkları fedakârlıkları. Evlâtlarının her hafta uzak yakın, yağmur, soğuk demeden iman hizmeti alabilmeleri için maddî, manevî hizmetkâr olmuş aileler. Evlatlarının kaybolmaması ve iyi bir dinî eğitim alabilmeleri onların birinci hedefi olmuş. Kendileri bazı hakikatleri yapamasalar bile evlâtlarının bunları kazanabilmeleri için çabalıyorlar. Bu yaşananlar gerçekten takdire şayan.

Ve gerçekten yaşadığımız ve şahit olduğumuz bu hizmet ortamı bize 23. Söz’de geçen dışı sakin ve sönük, ama içi şenlik olan sarayı hatırlattı. Burada da aynı o sarayın ahalisi gibi her bir daire kendine uygun bir hizmetle meşgul. Genç hanımlar da o hizmet dairelerinden birini oluşturuyor. Ve onlar sayıca da bir hayli var. Bazıları burada doğup büyüyenlerden, birinci kuşaktan yani. Bazıları da gelin olarak gelmişler. Ayrı kültürlerde yetişmişler belki, ama bu ayrılıkta bir gayrılık yok. Çünkü nur hizmeti öyle imtizaç ettirmiş ki onları, her biri yıllardır dostmuşçasına samimî, gayretli ve ihlâslı.

Onlarla ilk bir araya geldiğimizde şahit olduğumuz, samimiyet, güleryüz, öğrenme isteği ve gayreti oldu. Bu güzel mizaçlar, bir de kabiliyetleri ve şahsî çalışmaları ile birleşince çok kısa sürede çok mesafe alınıyor. Yapılan çalışmalı derslerde anlama ve anlatma kabiliyetleri her geçen gün artarak devam ediyor. Ama onlar asla bu kadarı ile yetinmiyorlar. “Şahsî okuması olmayanın hizmeti tam olmaz” (Z. Gündüzalp) sırrıyla şahsî okumada da çok hassasiyet gösteriyorlar.

Samimiyetin de kerâmeti olduğu için sanki bu kerâmet, Risâle-i Nur’u okuma ve anlama konusunda gerçekleşiyor burada. Çünkü dil konusunda İngilizce’nin hâkim olması baştan dezavantaj olsa da bu arzu ve say ile çoktan aşılmış durumda. Risâle-i Nur’un dilinin ileride hâkim olacağı sırrı da burada yavaş yavaş görünmeye başlıyor.

Şimdi geldik saff-ı evvellere. Evet onlar bu hanımların hizmetini başlatan ve devam ettirmek için çalışan fedakârlar ordusu ve şefkat kahramanları. Onlar şimdiki nesil kadar şanslı değillermiş. Buraya geldiklerinde Türk ve Müslüman yok denecek kadar azmış. Risâle-i Nur’u bilen şuurlu hanımlar etraflarında olmamış. Kendileri de zaten Türkiye’nin din eğitiminden yoksun olmasından dolayı bir çok konudan habersizlermiş. Ama eşlerinin şuuru ve gayreti, onların da istekleri ile birleşince bütün menfî durumlar birden müsbet hale dönüşmüş. Açlığın hazma verdiği kuvvet gibi onlar da sarılmışlar hakikatlere. Ve hakikatler de o istek ve gayretle onlara nur cemâlini göstermiş. Gelinlerine, damatlarına, evlâtlarına, torunlarına, bu hizmeti lisan- ı hâl ve kal diliyle anlatmışlar. Fıtratı müteheyyic olan bu hanımlar da lezzeti say ve gayrette bulmuşlar. Kemiyeten az iken şimdi hem kemiyeten, hem keyfiyeten artmışlar, büyümüşler. Onlar asıl azimet ve takvayı anlatmaya çalışıyorlar şimdi. Risâle-i Nur’u hayata geçirmek için çabalıyorlar. Derslerin müdavimleri. Hayatlarını ders saat ve günlerine göre tanzim ediyorlar. Öğrenme ve paylaşmada çok heyecanlılar. Şahsî okumalarını da en önce bitirenler onlar. Başka bir yerden buraya gelirseniz hiç endişe duymayın. Çünkü onların öyle samimî ve sevecen halleri var ki, iki gün sonra kırk yıllık dostmuş gibi olursunuz. Her ne kadar başka kıt’ada ve kürede olsanız da—bir de Kutlular Ağabeyin ifadesiyle daha ötesi ahiret dese de—kendinizi Türkiye’nin bir mahallesinde hissedersiniz. Onları böyle yapan sır ne acaba diye düşününce ‘Allah için seviniz, Allah için olunuz’ sırrının tecellîsini ve kerâmetini görürsünüz. Ve bulundukları mekânı kendi evleri gibi görüp bakmaları, her birinin sahiplik duygusu ve sorumluluğu bizlere örnek oluyor.

Her hizmetin bir de mekâna ihtiyacı var. Mekânlar, evler, binalar tek başına hizmet etmese de hizmet etmek için bir yere ihtiyaç duyuluyor. Özellikle de biz Türkiye’de bu ihtiyacı yaşamış ve biraz da sıkıntısını çekmiş olduğumuzdan mıdır bilmiyoruz, ama burada Melbourne’de bulunan ve hizmetimize ait olan bu yeri görünce gerçekten hayran olduk. Yirmi bin metrekarelik bir alanda kurulu ve her ihtiyaca cevap veren tesisleri ile düşünülmüş büyük bir merkez burası. Merkez diyorum çünkü diğer Müslümanlar içinde burada bir nokta-i istinad oluşturuyor. Camisi ve konferans salonu, kütüphanesi, sohbet salonları ve bahçesi, oyun alanları ile donanmış bir kültür merkezi. Tabiî ki ufku ve bakış açısı geniş, geleceği görebilen ağabeyler şimdiden daha bir çok projelerin temelini atmak için çaba sarf ediyorlar. Her yaş düzeyinde bulunan hanım ve erkekler için düşünülen fikirler bunlar. Bu projeler neler mi?

Yüzme havuzları, sinema salonu, spor tesisleri, piknik alanları…

Cenâb-ı Hak nimete şükredenlere ve imkânlarını onun yolunda harcayanlara daha da fazlasını nasib ediyor ki, çok küçük ve eski yerlerden gayret ve istekle milyonlarca dolarlık tesislere hizmet adına sahip olabilmek çok büyük sürur olsa gerek.

Takdir-i Hüda’nın maddî güçle değil kalbî güçle ve ihlâsla dönebileceği hakkalyakîn tecellî ediyor. Refik olmanın Allah için olması gerekliliğinin şuuruyla yapılan bu hizmetlerde Fatih’in eğitim disiplinini kendine şiâr ederek hareket eden bu insanların bu inancı, azmi ve ihlâsının artarak devam etmesi duâlarımızla…

Gülnihal SAADET / Melbourne - Avustralya

08.07.2007


Çamdağı’nda inşirah geceleri - 3

–Dünden devam–

“Elbette! O yüzden Seyda ‘Ben bu menzilleri Yıldız Sarayına değişmem’ demiştir. Burada farkına vardığı tefekkür ufuklarıdır Çamdağı’nı kıymetlendiren. Işığa düşman olanlar işte bunu anlayamadılar. Bizlerin sadece çama ve katrana değer verdiğimizi zannettiler!”

Rüzgâr hafif hafif esiyor ve yaprakları hışırdatıyordu. Bir hayli yorulmuş oldukları için okumaya yarın başlamaya karar vermişlerdi. Tüpün kenarında halelenmişler ve çayın hazır olmasını bekliyorlardı.

“Arkadaşlar, anlamları ayırt etmemizin yeri olacak bu yer inşallah” dedi Server.

“O ne demek?” diye sordu İhsan.

“İnsanı maddeden ibaret görenler ve mânâdan maada telâkkî edenlerin sıklıkla kullandığı bir cümle vardır. ‘İnsan doğar, yaşar ve ölür.’ Oysa kâinatın meyvesi ve neticesi olan insanın serüvenini bu kısır cümlelerle ifade mümkün mü?”

“Ne mümkün olacak? Kıymetini tenzil etmek bence” dedi Alptekin.

“Vahyi görmeyen ve dinlemeyen muzır felsefeden başka ne bekleyebiliriz ki?” diye ekledi İhsan da.

Server “Çamdağı size yarıyor. İnsan hayatını ele alalım ve İhsan’ın sorusunu cevaplandırmaya çalışalım. İnsan doğar, ama bu doğuş sadece cesedin hayattar olmasından ibarettir. Ardından anlama zamanı gelir. İnsan hayatı anlamaya çalışır bu aşamada.”

Alptekin “Eee” dedi “Ondan sonra hangi aşama geliyor?”

“Ondan sonra İhsan’ın sorduğu anlamları ayırt etmenin zamanı geliyor. Hayatta herkesin kendine göre bir gerçeği var. Asıl gerçek ölümle bütün kabullenmelerin bitip yeni bir gerçeğin başlayacağını fark etmek değil mi? Yani dünyanın misafirhane olduğunun bilinip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket edilmesi..”

“Güzel, bu çağda insan tercih yapmakla karşı karşıya kalıyor. Anladıklarına göre hayatını şekillendirmeye başlıyor” dedi İhsan da.

“Aynen öyle. Elhamdülillah şanslıyız. Bu tercih aşamasında bizim elimizden şefkatli bir baba gibi tutup hakikate ulaştıracak bir külliyatı tanıyoruz” diye devam etti Server.

Bir an durdular ve mevcudâtı dinlediler. Yaprak hışırtıları, bazı böceklerin zikirleri...

İhsan: “Ürpertici bir yer burası. Kabri hatırlatıyor.”

Alptekin elindeki risâleyi gösterdi. “Hafız Ali Ağabeyi hatırla. Nurlara sadıkane hizmeti, kabrini nurla doldurdu.” İhsan başını salladı usulca. Getirdikleri nevâlelerden atıştırmaya başladılar. Çam kozalaklarının közünde demlenmiş çayın kokusunun davetine uyup çaylarını yudumlamaya başladılar.

“Server, en son anlamları ayırt etme zamanını konuştuk. Ondan sonra hangi aşama geliyor?” diye sorarak bölünen sohbeti tekrar canlandırdı Alptekin.

“Yeniden doğuş ânı” diye cevapladı Server. “Hayatın anlamını kavrayıncaya kadar geçen sürenin ne kadar mânâsız olduğu görülür. Asıl doğuş budur işte, ruhun doğuşu.”

“Levent Bilge’nin Sürüden Ayrılma Zamanı’nda özetlediği gibi. ‘Allah’a inanmadan geçen bir ömrün kupkuru çöllerde yaşamak olduğunu anladığı gün başladı yaşamaya. Felâket gözlerimizin görmemesi değil, ruhlarımızın görmemesi’” diyerek devam etti İhsan da.

Sohbet herkesi sarmıştı. Alptekin de heyecanlı bir şekilde: “Harika! Anlamlandırılmamış hayat, anlaşılmamış mektup gibi. Ya ondan sonra hangi aşama geliyor?”

Server, sessizliği bozmaktan ürker gibi hafif ses tonuyla devam etti: “O an. Yani ölüm anı. Kimileri için çaresiz ve ümitsiz bir sondur bu, pişmanlıkla dolu. Kimileri içinse dosta kavuşma ânı. Size bir kıssa anlatayım. Halilullah yani ‘Allah’ın dostu’ nâmıyla maruf İbrahim (a.s) bir gün Allah’a nida eder. ‘Ya Rabbi! Hiç dost, dostun canını alır mı?’ Ve Âlemlerin Rabbi cevaplar: 'Hiç dost, dosta kavuşmaktan korkar mı, üzülür mü?'”

“Güzel bir kıssa. Mevlânâ’nın ölüme düğün günü demesi de bu hakikate dayanıyor olsa gerek” dedi İhsan.

“Elbette. Allah dostları ölümü gülerek karşılamışlar.”

–Devam edecek–

[email protected]

Zübeyir ERGENEKON

08.07.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Çanakkale en zorlu günlerinden birini yaşıyordu. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmışlar, ellerindeki üstün silâh ve teçhizatla saldırıya geçmişlerdi. O zamanlar Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktaydılar.

Bu subaylardan birisi olan Alman Subay Sanders şöyle anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir kıpırtı bile onlarca mermiyi yemek demekti. Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.

Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:

“Şu asker ne diyor?”

“Komutanım! “Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!” diye bağırıyor.”

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Tüylerim diken diken olmuştu. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı.

Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden, yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey kalmadı.

Süleyman KÖSMENE

08.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004