Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

The Secret’ın asıl sırrı

Çevreme bakıyorum da, Rhonda Byrne’nın The Secret/Sır adlı kitabının etkisi yayıldıkça yayılıyor.

Beş yıl önceki sevgilisinin fotoğrafını önüne koyup bakarak “geri gelmesi”ni umut edenler...

Her sabah ceket cebine yüklü miktarda uyduruk bir çek koyup evden çıkan ve yakın zamanda yerini gerçeğinin alacağından emin olanlar...

Sadece “pozitif” şeyler düşüneceğim diye yanında hastalıktan, dertten söz ettirmeyen bencil alıklar...

Daha neler neler var!

Kimisi açık açık yapıyor bunu kimisi de çaktırmadan. Adı da “sikrıt yapmak” olup çıkmış.

Birkaç ay önce bu konuda yazmaya kalkmış sonra uzun boylu eleştiriye girmekten vazgeçmiştim.

Öyle ya! Bu tür kitaplar taşıdıkları büyük iddiaya ve teorilerinin kapsayıcılığına rağmen okurlarıyla aslında bire bir ilişki kuruyordu.

Bir anlamda homopatik ilaçlara benziyorlardı. Hastalığa değil ama özel olarak o “hasta” ya derman olan ilaçlar gibiydiler. O yüzden okurla kitap arasına girmemek belki en iyisi diye düşünmüştüm.

Fakat gözlemlediğim The Secret çılgınlığı en azından bir nokta üzerine kesin sözcüklerle yazmaya itiyor beni.

Hangi nokta mı?

Asıl sır noktası...

***

Rhonda Byrnes’ın yaptığı ne?

Binlerce yıllık insanlık kültürünün hayaldua-dilek-adak konusunda biriktirdiği ne varsa hepsini bir araya getirip ona bir bilimsel yasa (Çekim Yasası) süsü vermek...

Bu “yasa”ya göre bir şeyi olumlu biçimde çok isteyip özellikle de “görselleştirdiğinizde” mıknatısa dönüşüyorsunuz. Ve o şey eninde sonunda gelip sizin çekim alanınıza giriyor, yani isteğiniz gerçekleşiyor..

The Secret’ın baştan çıkarıcı yüzlerce örnek ve alıntıyla anlattıklarının özü bu.

Geleneksel hurafelerle tatmin olmayan ama hurafesiz de kalamayan; dinlerin ortodoks yorumları ve ibadet modelleriyle uyumsuz ama gündelik hayattaki maneviyatsızlıktan da mustarip günümüz insanının bu tezden çok etkilenmesinde şaşacak bir yan yok elbette.

The Secret.

Dinsel değil ama öyleymiş gibi..

Bilimsel değil ama öyleymiş gibi...

Kitabın etkisi ve ünü de buradan kaynaklanıyor zaten: mış gibi yapmasından...

***

Ama bir sorun var.

Derin bir eksiklik...

Büyük bir boşluk duygusu...

Hayır! Birçok eleştirmenin vurguladığı gibi, kitabın aşırı maddi taleplere, günümüz insanının mutlak zenginlik ihtiraslarına hoş bakmasını kastetmiyorum. O işin “gel gel” tarafı!

Ama dikkat ederseniz fark edeceksiniz; yüreği titretmiyor The Secret.

Soğuk.

Bir prospektüs kadar işlevsel fakat soğuk!

Neden peki?

Sır da orada zaten.

The Secret bir operasyon.

İnsanlığın binlerce yıllık hayal-dua-dilek-adak kültürünün içinden Tanrı kavramını çekip çıkartma operasyonu...

“İstersen olur” diyor The Secret.

Ama kim “ol” duracak?

Kimse!..

“Zaten yasa böyle” diyor The Secret.

Tanrı’nın adını ağzına almıyor. Onun yerine sürekli “evrene güvenin, inanın, inanç duyun” diyor.

Ancak işin bilim tarafından baktığınızda da sorun şu: Bilimde ne böyle bir yasa var ne de böyle bir evren vizyonu!

***

Kitabı okuyunca “canım bu kitap babaannemin duaları ve batıl inançları gibi bir şey” diyenler var. İyi niyetlerine rağmen özünde yanılıyorlar.

Babaannelerimiz de kırk kez söylenenin gerçek olacağına inanırdı ama ne isterlerse Tanrı’dan isterlerdi.

Bilirlerdi ki, sadece kendileri istediği için değil, Tanrı istediği için dilekler kabul olur.

Hem ilgilisine hatırlatmanın tam sırası...

İnsan dua eder, diler, ister ama bütün dinlerde kesin uyarı şudur: Neyin gerçekten hayır neyin şer olduğu bilgisi ne evrene ne de insana aittir. (“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır, sevdiğiniz bir şey de şerdir. Allah bilir de, siz bilmezsiniz.” Bakara/216)

O yüzden dualar takdiri Allah’a bırakır.

O yüzden dua denilen şey The Secret’taki gibi önü alınmaz bir tutku ifadesi değil, yakarış ve teslimiyettir.

Vatan, 2 Ağustos 2007

Haşmet BABAOĞLU

03.08.2007


 

Kemalistler az okuyor

Gelin bugün çeşitli konular, meseleler arasında dolaşalım:

Geçen gün Prof. Mehmet Altan hatırlattı: 2002 yılında kaybettiğimiz hukuk profesörü Bülent Tanör, bundan 10 yıl kadar önce, TÜSİAD için Ocak 1997’de yayınlanan kapsamlı bir çalışma yapmıştı.

Adı: “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri”. Oradan hareketle Altan’ın altını çizdiği nokta şu: Dünyada sadece üç devletin anayasasında “şahıs adı” (bir insanın ismi) geçiyor. Bunlardan biri İran, diğeri Kuzey Kore. Üçüncü ülke acaba hangisi? Evet bildiniz!

* Daha önce de yazdım: Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Kemalizmi en az bilenler Atatürkçüler ve Kemalistler. Tabii bunu derken “uzmanları” (tarihçileri) değil, sıradan insanları kastediyorum. Lise-üniversite öğrencisi ya da mezunu Kemalistler, Atatürk’ü ve dönemini bildiklerini sanıyorlar. Halbuki tek yaptıkları klişe lafları tekrarlamak.

“Karşı taraf” ise mücadele etmek amacıyla görece fazla okuduğu için Kemalizmi ve erken cumhuriyet dönemini daha iyi biliyor

Mesela dün, bize “Atatürk ilkeleri” diye öğretilen o ünlü altı maddenin, aslında CHP’nin ilkeleri, CHP’nin ‘6 Ok’u olduğunu yazdım.

Ah gönderilen e-postaları bir okusanız... Efendim bunlar Atatürk’ün 6 maddesiymiş de... CHP daha sonra onları kendine mal etmiş de... Uydur uydur git, işine nasıl geliyorsa.

Halbuki ilişki tam tersi: ‘6 Ok’ önce CHP’nin programına konuyor (1930’ların başında). Daha sonra, 1937’de anayasaya giriyor.

Yani tarihsel olarak işleyiş, “anayasadan partiye” değil, “partiden anayasaya” doğru.

Niye? Çünkü o yıllarda Ankara’da, aynı Almanya’da ya da Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi bir “parti-devlet bütünleşmesi” hayali var da ondan...

Dünyadaki otoriter ve totaliter rejimlere benzemeye çalışıyor bizimkiler. Kimse İngiltere’yi ya da ABD’yi örnek almıyor. Varsa yoksa Almanya, Sovyetler, İtalya...

Allah’tan ‘İkinci Dünya Savaşı’nı demokrasiler kazandı da, biz de ittire kaktıra çok partili siyasi düzene geçebildik. Almanya kazansaydı halimiz haraptı.

Sabah, 2 Ağustos 2007

Emre AKÖZ

03.08.2007


 

Atatürk ve Anayasa

AK Parti Mersin Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül, “Atatürk milliyetçiliği” ve “Atatürk ilke ve inkilapları” terimlerinin Anayasa’dan çıkarılmasını, daha doğrusu yeni Anayasa’da bu kavramlara yer verilmemesini önerince, duymadığı laf kalmadı.

“Ulus devleti ortadan kaldırmayı” istemekle suçlayan mı ararsınız, “Milliyetsiz, işbirlikçi” ilan eden mi, “Dahili ve harici bedhahların sözcüsü” diyen mi..

Ancak Üskül’ü neredeyse vatan haini ilan edenler, bir noktayı gözden kaçırıyorlar: Bu önerinin asıl sahibi Atatürkçülüğünden, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlılığından kimsenin en küçük kuşku duymadığı, duyamayacağı rahmetli Prof. Dr. Bülent Tanör’dü. 1997’de TÜSİAD için hazırladığı raporda, demokratikleşme için zorunlu gördüğü anayasal ve yasal değişiklikler arasında onu da saymıştı. 10 yıl sonra yine TÜSİAD’ın isteğiyle Üskül bu raporu güncelleştirirken, Tanör’ün önerisine katıldığını vurguladı. Şimdi de “Tutarlılık” adına yeni Anayasa’yla ilgili görüşlerinde buna da yer veriyor.

Üskül’e yönelik öfke selinde ayrıca “Atatürk milliyetçiliği” ile “Atatürk ilke ve inkilapları”nın sanki Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Anayasa’da yer alıyormuş izlenimi yaratılmak isteniyor. Yanlış.

1924 Anayasası’nın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri sayılırken sadece “Milliyetçi” sözcüğü kullanıldı. O da 1937’de yapılan ve CHP’nin 6 Ok’unun Anayasa’ya sokulduğu değişiklikle oldu.

1961 Anayasası’nın Kurucu Meclis’teki görüşmeleri sırasında “Milliyetçilik” kavramı sakıncalı bulundu. Bunun hem “Irkçılık” diye algılanmasından, hem de totaliter rejim heveslilerine meşruiyet kazandırmasından kaygı duyuldu, sonuçta “Milliyetçilik” yerine daha “Nötr” veya “Renksiz” olan “Milli devlet” kavramı tercih edildi.

“Sivil” toplumun talebi

12 Eylül müdahalesinden sonra Milli Güvenlik Konseyi’nce yeni Anayasa’yı yapmakla görevlendirilen Danışma Meclisi, Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın başkanlığında 15 üyeli Anayasa Komisyonu kurdu. Komisyon ilginç bir yöntem izledi: Bir yandan yeni Anayasa taslağını hazırlarken, bir yandan da halka açılan şirketlerin talep toplaması gibi üniversitelerden, yüksek yargı organlarından, valiliklerden, meslek kuruluşlarından, odalardan, sendikalardan, derneklerden görüş ve öneri istedi. “Atatürk milliyetçiliği” ile “Atatürk ilke ve inkilapları” 1982 Anayasası’na işte bu “Sivil toplum”dan gelen yoğun talep sonucu girdi. Elbette bunda Evren’in her konuşmasında Atatürk’ü iki değişmez referanstan biri (diğeri din) yapmasının etkisi vardı. Bu konuda bakın kimlerden ne öneriler geldi:

* “Atatürk ilkeleri ve Atatürk milliyetçiliğinden esinlendiği belirtilmeli.” (Odalar Birliği)

* “Gücünü Atatürk milliyetçiliğinden aldığı ifade edilmeli.” (TİSK)

* “Atatürk ilkeleri eksiksiz Anayasa’da yer almalı.” (Türk Eczacılar Birliği)

* “Anayasa’da Atatürk ilkeleri hem yer almalı, hem de açıklanmalı.” (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu)

* Daha ileri gidenler oldu: “Anayasa’da yer verilecek Atatürk ilkelerinin türlü yorumlara neden olmayacak biçimde kesin tanımları yapılmalı!” Kimdi dersiniz bu önerinin sahibi? Yargıtay!

Şükredelim: Atatürk ilkelerini dogmatik ve dar kalıplara hapsedecek, çağdaş gelişmelere göre yeniden yorumlanmasının, yeni sentezlerinin önünü kesecek, hem de yüksek yargıdan gelen bu öneri dikkate alınmadı.

Toplumsal baskı boyutlarına varan bu taleplere karşı çıkanlar da oldu elbette. Hem de bugüne göre çok daha cesur şekilde. Onu da yarın anlatalım.

Sabah, 2 Ağustos 2007

Erdal ŞAFAK

03.08.2007


 

ABD demokrasi mi yayıyor, silâh yarışı mı istiyor?

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bu haftaki Ortadoğu gezisine çıkmadan kısa süre önce, Amerikan hükümetinin ‘ılımlı’ Arap müttefikleriyle İsrail’e birkaç milyar dolarlık askeri yardım yapmayı planladığını teyit etti. Rice’ın açıklaması, ABD’nin bölgedeki tutarsız dış politikasındaki son değişikliğe işaret ediyordu.

Irak savaşı sonrasında ABD küresel bir demokrasi savunucusu olarak ortaya çıkarak, Ortadoğu’da özgürlüğü ve hukukun üstünlüğünü yayma sözü verdi. Bölgedeki Arap ve Müslümanlar ABD’nin gerçek gündemine dair haklı şüpheler besledi ama ABD açıkladığı amaçlar konusunda tutarlı davransa bu şüpheler de kaybolabilirdi. Tutarlılık şöyle dursun, Bush yönetimi bu dış politika hedeflerini işine geldiğinde kullandı; Filistin ve Mısır’da İslamcılar halk desteğiyle demokratik güç olarak ortaya çıktığındaysa kendi söylediklerini görmezden geldi.

Rice’ın silah anlaşmalarını açıklamasıyla birlikte, ABD’nin demokrasi gündemini hemen hemen tümüyle gözden çıkardığı artık kesinleşti. Demokrasiyi rafa kaldıran ABD, bunun yerine dünyayı ‘ılımlı’ güçlerle ‘aşırılık yanlısı’ güçler arasında savaş alanı gibi gösteren, düzmece bir hikâyenin etrafına kurulmuş siyaseti tercih ediyor. Bu hikâye Araplar ve Müslümanların, İsrail’e ve Amerikalı destekçisine duyduğu öfkenin kaynağında bulunan, sivillerin öldürülmesi, evlerin yıkılması, insanların kent ve köylerinden zorla çıkarılması, toprak ilhakı ve ayrımcı bir sistemin sistematik olarak dayatılması gibi gerçek olayları görmezden geliyor.

ABD liderleri, Amerikalı öğrencilerin okulda her gün bayrak töreninde söylediği ‘herkes için özgürlük ve adalet’ sözlerinde tezahür eden kutsal Amerikan ilkelerine karşı hareket ettikçe, aşırılık yanlıları da yeni bataklıklar bulmakta zorlanmaz. ABD bölgeyi ordulara boğmak ve Amerikan malı silahlarla katledilmiş sivillere yenilerinin eklenmesine yol açmak yerine, kaynaklarını İsrail ve Araplar için özgürlük ve adalete dayalı bir barış sürecinin izlenmesine yönlendirse iyi eder. Bölgeyi son haddine kadar silahlandırmakla ABD müttefiklerine, ‘aşırılık yanlıları’ dediği çevrelere karşı birkaç savaş kazanmaya yetecek gücü sağlayabilir. Ama bu küçük zaferlere karşın, Arap ve Müslümanların kalpleri ve akıllarını kazanmaya yönelik büyük savaşta feci bir hezimet yaşayacak.

(Lübnan’da İngilizce yayımlanan gazete, başyazı, 1 Ağustos 2007)

Radikal, 2 Ağustos 2007

03.08.2007


 

Darülfünun neden kapatılmıştı?

Artık pek yakından tanıdığınız Özdemir İnce dostumuz, “yetersiz ve yeteneksiz” Darülfünun’un 1933 yılında kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmuş olmasını “CHP’nin halkın yararına yaptığı işlerden biri” olduğunu söylemiş, bunun tersini ileri süren başbakana da cahil demiş.

Darülfunun’un yetersiz kaldığı doğrudur.

Ancak, onun yerine kurulan İstanbul Üniversitesi’nin, İnce’nin deyimiyle “kısa bir süre sonra dünya çapında ün ve önem kazandığı” iddiası doğru değildir. Bunu söylemek, CHP yalakalığıdır. Bunu söylemek, bırakın 1933 yılını, 2007 yılında bile zorlama olur.

İnce ve onun kafasında gidenler, buna kanıt olarak “Hitler’den kaçan Alman profesörlerin buraya gelmiş olmalarını” gösterirler öteden beri...

Tabu yıkmaktan yorulduk ama bir tabuyu daha yıkalım: Otuzlu yıllarda Türkiye’ye gelen Alman hocalar, öyle çok önemli, çok büyük adamlar değillerdir!

Bunun için solcu ya da Yahudi olmak gerekli de değildir, yeterli de.

Asıl büyük ve önemli bilim adamları (ve de sanatçılar) Amerika’ya gitmişlerdir. Bertolt Brecht, Fritz Lang, Billy Wilder, Peter Lorre, Conrad Veidt, Kurt Weill, Lotte Lenya niçin bize gelip Muhsin Ertuğrul’la çalışmamışlardır? “Danışmanlığa gelen” Paul Hindemith’i falan saymazsak, niçin bize kala kala, Ankara’da tiyatro ve opera kurmakla görevli Carl Ebert adında, adı sanı bilinmez birisi kalmıştır? Üstelik Hindemith olsun Ebert olsun kaçak falan değillerdi, Nazi’lerin onayıyla gelmişlerdi!

Pardon, konumuz bilimdi, değil mi? Örnek olarak Profesör Ernest Hirsch gösteriliyor.

Eh, Profesör Albert Einstein, Princeton Institute for Advanced Studies yerine İstanbul Mühendis Mektebi’ni tercih etmiş olsaydı, Özdemir haklı sayılabilirdi!

Darülfunun neden kapatılmıştır, bilir misin Özdemir?

Ankara kaynaklı “bilim dışı saçmalıkları” onaylamadığı için!

Darülfunun müderrisleri, CHP yönetiminin almış olduğu yeni ırkçı dönemeçte ortaya atılan “tarih tezi” ve “güneş-dil teorisi” gibi zırvalara karşı çıkmışlardı. “Okey” okunan İngilizce “O.K.” deyiminin “ok ve aydan” geldiği, Agamemnon’un “ağa memnun” demek olduğu, “west” kelimesinin “ast”, “east” kelimesinin “üst”ten türediği gibi dangalaklıklar onları çıldırtıyordu. Kendini bilen hangi bilim adamı, eski Mısır tanrısı Osiris’in aslında “üze ur” olduğu iddiasına “hadi yürü be” demezdi?

Yetersiz olabilirlerdi ama hiç olmazsa “akademik haysiyetleri” vardı. Yani, emir ve komutayla sakallarını kesecek adamlar da değillerdi ha! Özdemir İnce bunu Emre Kongar’a sorsun, ne demek istediğimi anlayacaktır.

Darülfunun yokedildi, hocaların çoğu kapının önüne konuldu ve yerine emir kulluğu edecek bir yüksek lise kuruldu. Daha sonra bu Ankara’da da yinelendi. Yeni üniversitenin hiçbir özerkliği de yoktu, profesör ve doçentleri tayin ve azil yetkisi bile Maarif Vekâleti’nin eline bırakılmıştı! Size, 1936 yılında Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Mektebi’nin açılış töreninde Saffet Arıkan’ın öğrencilere ettirdiği yemini okuyayım da zihniniz açılsın: “Hepimiz, babamız Atatürk’ün, Yüksek Kurtarıcı ve dahi Başbuğ’un önünde derin saygıyla eğilerek, buyruğunu yerine getireceğimize ant içeriz!”... Okulun görevi de, “Türk atalarımız tarafından kurulan Çin, Hint, Elam, Sümer, Eti, Mısır, Etrüsk, Grek ve Latin kültürlerinde Türk dilinin ve kültürünün izlerini aramak” olarak saptanmıştı.

Yatın kalkın dua edin ki, 12 Eylül yönetimi, YÖK yasasına “babamız Kenan’ın önünde eğilir ve emirlerine uyacağımızı kabul ve taahhüt eyleriz” diye bir madde koymamış!

Özdemir, asıl önemli ve canalıcı soruyu sormuyorsun, soramıyorsun...

Siyasi rengi ne olursa olsun herhangi bir yönetimin, üniversite kapatmaya hakkının olup olamayacağını tartışma konusu etmiyorsun, edemiyorsun... Çünkü sen de üniversiteyi, gerektiğinde açılıp kapatılacak bir “yan kurum” olarak algılıyorsun. Siyasi parti gibi, dernek gibi. Hatta, günümüzde birçok zavallının sandığı üzere, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası gibi.

Onun için, istersen sen yüzde 20.79 oranında konuş Özdemir!

Pardon, yoksa yüzde 14.3 mü demeliydim? Emir ve direktifler doğrultusunda sen hangisine oy vermiştin?

Akşam, 2 Ağustos 2007

Engin ARDIÇ

03.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri