Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Anayasa ve Kemalizm meselesi…

Belirleyiciliği itibariyle Türk Cumhuriyet tarihinin en kara, en keskin günüdür 12 Eylül 1980... 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi yasal sonuçları itibariyle hem devletin işleyişinin her yönüyle militerleşmesini, hem askerî otoritenin etkileri, hem askerî özerkliğin adeta mutlaklaşmasını ifade eden bir aşamayı oluşturur.

Nereden çıktı 12 Eylül şimdi diyeceksiniz? Sivil anayasa tartışmalarından çıktı…

Asker baskısıyla darbeler sonrası hazırlatılan otoriter metinlerden farklı, askeri gölge altında atanmış bir kurucu meclis yerine özgür ve seçilmiş TBMM tarafından hazırlanacak, çağın, demokrasinin ve özgürlüklerin gereklerine göre şekillenecek bir anayasaya bu ülkenin duyduğu ihtiyacı anlamak için, 12 Eylül Anayasası’na bakmak yeterlidir.

Elbet son 25 yılda 1982 Anayasası’nda bir çok değişiklik gerçekleşti.

Özellikle son 5-6 yıl içinde Kopenhag kriterleri çerçevesinde anayasaya bir çok noktadan demokratik yama yapıldı.

Ama öz değişmedi. Bakın nasıl? 1982 Anayasası’nın üç özelliği vardır.

Anayasa “anayasa yasaları belirler” ilkesinin tersine bir mantıkla hazırlanmış; üç yıl süren bir askerî cuntanın, yani Millî Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı, temel hak ve özgürlükleri iyice kısıtlayan, yargı denetimini daraltan, yürütmeye, idareye ve kolluk güçlerine hak sınırlamak da dahil olmak üzere aşırı yetkiler veren yasalar anayasa hükmüne dönüştürülmüştü.

Devlet Denetleme Kurulu, YÖK, Devlet Başkanı’nın atama ve denetleme yetkilerine ilişkin kanunlar bunlar arasındadır.

İkinci olarak; 1982 Anayasası, Millî Güvenlik Konseyi çıkışlı mevzuat yanında kaynak olarak kabul ettiği diğer iki belgeyi, 1961 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni tamamen tahrif ederek ve tersine çevirerek kullanmış bir anayasadır.

Her iki belgenin içerdiği temel hak ve özgürlükler listesi, yeni çıkan bazı uluslararası metinlerden de yararlanarak geliştirilmiş ancak getirilen özel yasaklarla ve istisnalarla başta verilenler bizzat anayasa tarafından geri alınmıştır.

Örneğin, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının engellenmesi için; anayasa düşünsel, sanatsal, bilimsel çalışmaları bile içerikleri bakımından kısıtlama ve sınırlama yetkisini elinde tutmuştur.

En nihayet bu anayasa, sadece biçimsel kaynakları açısından değil, içeriği açısından da, yani devletin kutsanması, otoriter bir yönetim mantığının meşrûlaştırılması açısından bir ilkler anayasasıdır.

Örneğin, “özgürlük kural, sınırlama istisnadır” ilkesini tersine çeviren ilk Batı anayasasıdır 1982 Anayasası, yasamaya görülmedik bir şekilde bütün hak ve özgürlükleri genel olarak sınırlama yetkisini vermiştir. Bununla da yetinmemiş; her bir temel hak ve özgürlüğü kendi maddeleri içinde “özel” olarak sınırlamıştır. O da yetmemiş, özgürlük ve hakların kötüye kullanılmasını ifade eden yasakları tek tek sayarak yeni bir sınırlamaya daha başvurmuştur.

Bu sınırlamaların gerekçesi ise, devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması gibi hukukiliği su götüren, yasallık niteliği tartışmalı, muğlak, siyasî ve sübjektif, ideolojik yoruma açık unsurlardır.

Bunların içinde Zafer Üskül’ün belirttiği, hatırlattığı Kemalizm, Atatürk ilke ve inkılapları da vardır.

Sonuç olarak, 1982 Anayasası bireyin ve toplumun, zihni, kültürel, siyasî faaliyetlerini kodlamaya soyunan ve devleti kutsal sayan, düşünce suçlarını meşrû kılan, bilim ve sanat özgürlüğünü kurallara, koşullara tâbi kılan, özetle askerî otoritenin topluma, bireye ve siyasete bakışının altını çizen bir metindir

Ve şimdi bu zincirleri kırmanın gerçekten zamanıdır…

Yeni Şafak, 3 Ağustos 2007

Ali BAYRAMOĞLU

04.08.2007


 

‘Düz ovada siyaset’ şansı

Yeni Meclis’i zor günler bekliyor. Bunun nedeni sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi, ya da Anayasanın yeniden yapılması değil.

Bu Meclis ilk kez olmasa da Türkiye’nin “ikinci öteki”leri olan Kürt siyasetçiler ve solla tanışıyor. DTP milletvekilleri ve Ufuk Uras uç bir söylemi arzu etmeseler de, “doğal siyaset dilleri” ister istemez birçok kesimi rahatsız edecek.

Türkiye’nin buna hazır olması gerekiyor. Bir anlamda Baskın Oran’ın dediği gibi, artık “ezber” bozan siyasi bir süreç başlıyor.

Bu noktada iktidardaki AK Parti, muhalefetteki CHP, MHP hatta DSP’nin nasıl bir tavır takınacağı çok önemli.

Meclis, Türkiye’nin enerjisini yutan Kürt sorununa yeni bir çıkış yolu mu bulacak, yoksa bu “tecrübe” yeni gerginliklere kapı mı aralayacak?

Halkın 22 Temmuz seçimlerindeki tercihi siyaset kurumuna bu sorunu çözmede yeni bir şans sunuyor. Bu şansı her iki kesim de iyi değerlendirmeli. Özellikle de Kürtlerin kime ve neden oy verdikleri iyi analiz edilmeli.

Siyaset uzmanlarının da vurguladığı gibi Kürtler; AK Parti’ye yüksek oranda oy vererek Türkiye’de yaratılan “barış iklimi” nin ve hizmetin sürmesini, DTP’ye oy vererek de “kimlik” meselesinin “ sorun” olmaktan çıkartılmasını istedikleri mesajını verdi.

Bu tercihi şöyle açıklamak da mümkün. Türkiye nasıl yüzünü “Batı” ya çevirdiyse Kürtler de Erbil’e değil Ankara’ya çevirdi. Ve çözüm yerinin demokrasinin mabedi Meclis olduğunu gösterdi.

Bu arada eski DP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ı da hatırlatalım. “Düz ovada siyaset” çağrısıyla çok eleştirildi ama siyasi öngörüsü “gerçek” oldu. Yani kendi dışarda kalsa da, fikri içerde...

İşte bu durum, en başta DTP’ye çok ağır bir sorumluluk yüklüyor. İşleri hiç de kolay değil. Hem geçmişin acı tecrübesi hem de terörle sivil siyaset arasına net bir çizgi koyamamaları bu zorluğun önemli bir yanı.

Ama asıl önemli yanı, cumhuriyet tarihi boyunca görmezden gelinen Kürt meselesi gibi “bölünme” korkusu yaratan bir konuda siyaset yapıyor olmaları.

Bu sorunu farklı düşünenlere anlatmak, demokrasi içinde ve ülke bütünlüğü ekseninde dile getirmek özel çaba gerektirir. DTP, bu çabayı göstermek zorunda.

Buna karşılık başta AK Parti olmak üzere diğer partilerin de daha kucaklayıcı ve demokrasi kanallarını açan bir çaba içinde olmaları gerekiyor.

Meclis’in bu yapısı Türkiye’ye en kritik sorunuyla yüzleşme olanağı sunuyor. Bu olanağı fırsata dönüştürmek de mümkün, derin kırılmalara da. Siyaset sınıfının vizyonu işte burada devreye girecek.

Sabah, 3 Ağustos 2007

Mahmut ÖVÜR

04.08.2007


 

Normalleşmek için

Siyasi hayatın normalleşmesi deyip duruyoruz. Ancak bu süreç, tek taraflı çabalarla olabilecek bir şey değil. Sadece yasal değişikliklerle ya da seçimden seçime sandıktan çıkan güçlü mesajlarla olacak şey de değil.

Siyasi hayatımızın normalleşmesi, ordunun Türkiye’nin en güçlü partisi ya da “devlet partisi” gibi davranmayı bırakıp kışlasına çekilmesi için Silahlı Kuvvetler’de ciddi bir zihniyet değişikliği yaşanması gerektiği aşikar...

Ancak bu zihniyet değişikliğini sadece ordunun geçirmesi yetmiyor. Aynı değişikliğin toplumda, özellikle de basında da yaşanması gerekiyor. Son olarak, gazetecilerin Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt’a yönelttikleri sorular ve onun cevabı bir kez daha siyasetin normalleşmesinde basının rolünü düşündürttü bana. Düşünün, ordu cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine müdahale etmiş, benim onaylamadığım biri, benim korumak ve kollamakla mükellef olduğum cumhuriyetin başına oturtulamaz, diye diretmiş, bu diretme yüzünden kriz çıkmış, mevcut iktidar krizin çözümü için halka gitmiş, halk iradesini net bir biçimde ortaya koymuş ve cumhurbaşkanını Meclis seçsin mesajını vermiş.

Ama gazetecilerimiz, bütün bunlar yaşanmamış gibi, daha oy pusulalarının üzerindeki mühürlerin mürekkebi kurumadan, Genelkurmay Başkanı’na ilk rastladıkları yerde aynı soruyu soruyorlar: “Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda ne düşünüyorsunuz?” Genelkurmay Başkanı da soruyu cevapsız bırakmıyor ve “12 Nisan’daki açıklamalarının arkasında durduklarını” tekrarlıyor...

Konu burada da kapanmıyor, günlerdir gazetelerde, TV programlarında Büyükanıt’ın bu cevabı üzerine yorumlar yapılıyor. “Sözde değil, özde laik” cümlesinin anlamı irdeleniyor; neden Genelkurmay Başkanı’nın 27 Nisan Muhtırasına değil de 12 Nisan açıklamasına atıf yaptığı tartışılıyor; hatta açık açık, “Acaba Gül aday olursa ordu bu defa ne yapar, ne yapabilir” diye konuşuluyor.

Bu soru geçenlerde bir TV programında bana da soruldu. Kısaca “bu cümlede yorumlamaya değer bir şey görmediğimi” söyledim. Bu elbette bilinçli bir tutumdu. Çünkü ben, en başta bizim, yani basının ve kamuoyu önderlerinin, siyasetin normalleşme sürecine katkıda bulunmak istiyorsak, artık, siyasi meselelerde orduyu muhatap almama tutumuna girmemizi savunuyorum. Açıkçası, Genelkurmay’ın hükümet karşısında ikinci bir siyasi mihrak haline gelmesine, sadece onların kötü alışkanlıkları değil, bizim de onlara öyle davranmamız sebep oluyor. Eğer bir kurumun siyaset yapmasını meşru görmüyorsanız, o kurumun yetkililerine siyasi soru da sormayacaksınız.

Nasıl yüksek yargı mensuplarına “Nasıl bir cumhurbaşkanı istersiniz?” diye sormuyorsanız; nasıl onları sadece seçimin hukuki prosedürüyle ilgili konularda muhatap alıyorsanız, orduya da sormayacaksınız. Basın “komutan” demeçlerini manşetten görme alışkanlığını bırakacak; köşe yazarları TSK’nın siyasete müdahale niteliği taşıyan demeçleri üzerine günlerce analizler döktürmeyecek. Eğer siz sormadan fikir beyan ediyorlarsa, duruma göre, ya böyle bir görüş bildirmeye hakları olmadığı hatırlatacak ve gereğini yapacak; ya da dikkate almayacaksınız.

“Biz bu demeçleri görmezden gelsek de, küçük görsek de ordu hala siyasette etkili. Reel durumu inkar ederek habercilik, yorumculuk yapamayız” diyenlere söyleyeceğim şey şudur: Hayır, siz bu tutumunuzla o realitenin yeniden üretimini yapıyorsunuz; o realiteyi yaşatıyorsunuz. Oysa farklı bir tutum alarak, “realite” dediğiniz şeyi değiştirebilirsiniz. Ordunun söylediklerine özel önem kazandıran şey, ellerinde silah oluşu ve bunu kullanma ihtimalleridir.

Eğer, bugün Türkiye’de herkes ordunun artık darbe yapmayacağı, ya da yapamayacağını söylüyorsa, darbeler dönemi kapandıysa, o zaman komutanlarımızın politik meseleler üzerine söylediklerini neden o kadar ciddiye alıyoruz? Neden onların görüşlerine diğer devlet kurumlarından daha fazla önem atfediyor; günlerce spekülasyon yapıyoruz? Kadınlar vardır, hem kocalarının evde bütün kararları verdiğinden şikayet eder; hem de her meselede kararı kocalarına bırakırlar. Bir konuda karar verebilmek için erkeğin iki dudağı arasından çıkacak lafı beklemekten vazgeçmezler. O kadın böyle yaparsa, kocanın evin reisliğinden vazgeçmesi ihtimali kalır mı?

Kim iktidarından gönüllü olarak vazgeçmiş? Hangi padişah tahtını gönüllü bırakmış? Basın, sivil toplum kuruluşları ya da genel olarak toplum... Onlar sözde değil, özde demokrat olacaklar ki, rejim doğru dürüst işlesin; her kurum kendi sınırları içinde kalmayı öğrensin.

Bugün, 3 Ağustos 2007

Gülay GÖKTÜRK

04.08.2007


 

CHP’nin de halkla uzlaşması gerekmiyor mu?

Parlamento bu işi (Cumhurbaşkanlığı işini), bu defa da kazasız belasız halledemeyecek, anlaşılan. Çünkü Baykal, 22 Temmuz öncesi tutumuna geri döndü, ‘Uzlaşma olmazsa, çatışma çıkar’ demeye başladı.

Bu tehdit bürokrasi üzerinde etkili olabilir. Kimilerine göre olmuştur da.

Parlamento üzerinde etkili olur mu? Bunu göreceğiz.

Yüzde 20’lik açık başarısızlıktan sonra gerçekten ıslah-ı nefs etmiş, partiyi yeniden sosyal demokrat kulvara çekmeye karar vermişlerdir diye düşünüyorduk.

Hayır, hiçbir şey değişmemiş. Baykal, aynı Baykal... Örgüt, aynı örgüt... Hep söylenir ya (bu satırların yazarı kimbilir kaç kez söylemiştir) CHP son tahlilde, ‘demokrasi’yi ‘devlet düşmanlığı’ olarak algılayan ‘bürokrat totaliterliğin’ kendisini ifade edebildiği yegane siyaset kanalıdır diye...

Bu bir kez daha tescillendi. Baykal, bürokrasiye cesaret vermek dışında, doğru dürüst politika üretemiyor. Demek ki, bu açık başarısızlığa rağmen, adına ‘sosyal demokrasi’ dedikleri o ucube ideolojiyle devam edecekler ve seçimden seçime ‘Atatürk’ün partisi bu hallere mi düşecekti, vah...’ diye ağlaşmayı sürdürecekler.

(...)

CHP’nin en iyi becerdiği iş kurultay toplamak, onu da kavgasız bitirmemeyi başarmaktır.

Rahmetli Bülent Ecevit’in, bugün tatlı bir anı olarak kalan ‘Köy-Kent’ projesini saymazsanız, Türk halkı bugüne kadar hiçbir CHP’li yöneticinin ağzından bir kalkınma projesi, bir kurtuluş reçetesi duymamıştır... Altında CHP’li Başbakan’ın imzası bulunan bir tek köprü, bir tek otoyol, bir tek liman, bir tek baraj, bir tek havaalanı, bir tek fabrika kaydedilememiştir...

CHP darbeleri, muhtıraları, ara-dönemleri, sansürü, sıkıyönetimi çok sevmiştir...

CHP’nin 22 Temmuz’da aldığı oy yine de büyük başarıdır, çünkü çağdaş demokrat ülkelerde bu tür partiler ancak müzelerde, tarih kitaplarında, ansiklopedilerde kendilerine yer bulabilmektedir...

CHP, Atatürk’ün partisi olmadığı gibi işçinin, köylünün, dar gelirlinin, küçük ve büyük burjuvazinin partisi de değildir.

22 Temmuz şunu göstermiştir: CHP ya halkla uzlaşıp, ‘çağdaş’, ‘modern’, gerçek anlamda ‘sosyal demokrat’ bir parti olacaktır, ya da (son 57 yıldır görüldüğü üzere) yerinde saymaya devam edecektir.

Star, 3 Ağustos 2007

Ahmet KEKEÇ

04.08.2007


 

Gerginlikten beslenenler

Türkiye belki de tarihinin en kritik seçimlerinden birini atlattı, ortaya çıkan sonuç tablosu bazılarını memnun etmese de bu Türkiye’nin seçimiydi ve halkın tercihlerine saygı duyulması gerekiyordu. Ulusalcılar ve köktenci laikler ayaklandı, halka nefret kusmaya başladı. Tercihlerine saygı duymamaya, hakaret etmeye vardırdılar işi. Kendilerinin parçası olduğu azınlık diktatörlüğünün yıkılmış olmasını içlerine sindiremiyorlar bir türlü...

Süresi dolmuş köşe yazarlarının tavırları bunlar. Huysuz ihtiyarlar, şirazeyi şaşırmışlar ve Türkiye’yi okuyamayan, mahalleye hapsolmuş yetersizler. Kabullenmemenin, gerçekleri görememenin acısını öfke kusarak çıkartmaya çalışıyorlar. Oysa çok tehlikeli bir oyuna katkıda bulunuyor bu satırlar: Türkiye bu kadar gerginliği kaldırabilecek mi?

Köşe yazarlarının da destekleriyle halkın bir kısmında ciddi bir kışkırtma oluşuyor. Önümüzdeki dönemi nasıl huzur içinde atlatacağız? Bu kadar da uzlaşmadan açıklar işte.

Benzer bir tavır bazı gazetelerin genel tandanslarında da ortaya çıkıyor. Daha seçim yeni olmuş, parlamento kurulmadan hemen gerginlik çanları çalmaya başladı. İlk hedef de belirlendi: DTP’li vekiller. İlk günden beri DTP’lilerin üzerine gidiyor medya, onları hedef tahtasına oturttu. Onlarla ilgili topluma uzlaşmacı haberler verileceğine, olmadık işler büyütülüyor.

Mesela Ahmet Türk’ün “bildiğiniz diller” hanesine yanlışlıkla Türkçe yazmasından kıyamet kopuyor. MHP’lilerle DTP’lilerin Meclis’te yan yana oturunca birbirine girip girmeyeceği konusunda bahisler dönüyor.

Halbuki aynı DTP’liler MHP’li vekil hayatını kaybedince ilk başsağlığı dileyenler oluyor, medyanın çok az bir kesimi böylesine güzel bir davranışı örnek olarak sunuyor. Varsa yoksa huzursuzluk, çatışma pompalanıyor.

Mesela Ertuğrul Özkök sükunet özlemi içinde yazılar yazıyor, ama gazetesinin birinci sayfası böylesi bir çağrıyı görmezden geliyor.

Medyanın hızla birilerine “öteki” muamelesi yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Genel Yayın Yönetmenleri’ne yalvarıyorum, bırakın bu eski alışkanlıkları ve biraz daha barışçıl olmaya bakalım. DTP’lilerin Meclis’te olmasını bir kayıp olarak değil, Türkiye’nin tercihi, çeşitliliği ve çoksesliliği olarak görelim ve onların da kendilerine göstermelerine izin verelim. Sonuçta onlar da bu ülkenin milletvekilleri, bütün bir ülkeye hizmet etmek için yemin edecekler.

Akşam, 3 Ağustos 2007

Oray EĞİN

04.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri