Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ancak Bizden erişecek bir rahmetle kurtulurlar ve kendileri için takdir edilen bir zamana kadar yaşarlar.

Yâsin Sûresi: 44

07.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kişi sevabı ölmüş anne ve babasına olmak üzere hac yaparsa, bu hem kendisinden, hem de onlardan kabul edilir ve onların ruhları göklerde bununla sevinir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 316

07.08.2007


Kur’ân hizmetinin engellenmesi, kuraklık sebebidir

Refet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin harika bir sûrette yağan umumî yağmur içinde Risâle-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesini, hususî bir şekilde hizmet-i Kur’ân ve Risâle-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci suret: Risâle-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barla’da seddedildi. Risâle-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedîd oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki:

“Kur’ân’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyleyse, madem Kur’ân’ın itabı var. Yâsin Sûresini şefaatçi yapıp Kur’ân’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.”

Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız, daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye söyledi ki: “Yâsin’ler tılsımı açtı; yağmur gelecek.”

Aynı gecede, evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hadise kat’iyen delâlet ediyor ki, o yağmur, hizmet-i Kur’ân’la münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki, Sûre-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.

Barla’da Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman

Barla Lâhikası, s. 7

Lügatçe:

eser-i itab: Tersleme, darılma, azarlama işareti, eseri.

itab: Azarlama.

hizmet-i Kur’ân: Kur’ân hizmeti.

vasıta-i neşr: Yayma vasıtası.

ihtiyac-ı şedîd: Şiddetli ihtiyaç.

tılsım: Herkesin bilip çözemediği gizli sır.

kat’iyen: Kesinlikle.

münasebettar: Alâkalı, ilgili.

rahmet-i âmme: Umûmî rahmet.

Bediüzzaman Said NURSÎ

07.08.2007


Son perde

Ne çabuk da geçti yıllar. Daha dün gibi hatırlıyorum gençliğimi. Ben bugüne nasıl geldim? Nasıl yaşlandım bu kadar? Ne zaman bitti bu ömür? Sanki zaman tünelinden geçmiş gibiyim, ya da gençliğimden yaşlılığıma ışınlanmış gibi, göz kırpmadan açmış gibi, hayata değmeden geçmiş gibi, konmadan göçmüş gibi…

Yapacağım çok şeyler vardı, toz pembe hayallerim beni yarı yolda bıraktı. Şimdi bu günü onlarsız yaşıyorum.

Sadece hayallerim mi beni terk eden, sadece gençliğim mi? Hayır, hayır…Terk etmeyenleri saysam daha kolay olacak. Yaşlılığıma haksızlık etmemeliyim, yeni arkadaşlarım da var artık; bembeyaz saçlarım, çorak toprakları andıran yüzüm, dağ gibi büyüyen acizliğim, her geçen gün bir yenisi eklenen hastalıklarım ve beni hiç terk etmeyen en sadık arkadaşım düşüncelerim. Yapabildiğim tek aktivite; beni benden alıp götüren, bazen pişmanlıklarımın, doyumsuzluklarımın, hasretlerimin girdabına sürükleyen, bazen geride kalmış mutluluklarımın özlemine gark eden, bazen hayata binlerce fit yükseklikten baktırıp, yaşanan milyonlarca ânın birleşimiyle meydana gelen şifreyi çözdüren düşüncelerim... Yaşadığım olaylarla ömür sayfama nakşedilen bu İlâhî şifreyi, hayatın anlamını, var olmanın sırrını…

Kolay olmadı bu sırrı keşfetmek; onlarca musibet, yüzlerce gaflet ve binlerce hata perdesine sarılı buldum bu paha biçilmez cevheri… Kitaplardan okuyabilirsiniz bu sırrı, insanlardan da dinleyebilirsiniz. Fakat hayat okulunda bir başka yazar; hani derler ya “Anlatılmaz yaşanır” ve bu sırrı insan anlarken yaşlanır.

Hayat okyanusunun sahilinde ve coşkun hislerimin dinginliğinde yaşamak daha kolay aslında. Nefs-i emmâremin de tahakkümü benim gibi zayıflayınca irademi daha isabetli kullanabiliyorum. Fonksiyonları azalmış bedenimle ve taşkınlığı durulmuş ruhumla harama girmemek ve yanlış yapmamak hiç de zor olmuyor artık. Ah birde erteleye erteleye yapmaya tâkat getiremeyeceğim bu günlere kalan işlerim olmasa… Aslında bu güne dek yaptıklarıma nazaran en önemli işlerim; ibadetlerim, hayrım hasenâtım ve rûhî kemâlâtım...

Yaşadığım her ânımda dünyevî hayallerim vardı. Bu yüzden yapmam gerekenler hep yarına kaldı. Geleceği meçhul ve gelse de fani olan bir geleceği, mutlak ve sonsuz bir geleceğe tercih etmek... Ne acı bir hamakattir.

Evet kendi hayatımla tecrübe ettim ve onayladım ki “Lüzumlu işler pek çok, fakat ömür pek kısa”. İşte omuzlarımı çökerten, belimi büken de yapmam gerekip de henüz yapamadıklarımı kalan günlerime sığdıramamaktan korkmak.

Hani tek gösterimlik hayat tiyatrosunun bu son perdesinde biraz korku, biraz pişmanlık, biraz da yalnızlık var. Ama daha çok huzur var, sükûnet var, çaresizliğin verdiği teslimiyet var.

Bu yazdıklarımı okuyup da bana acımayın gençler!.. Çünkü ben de size acıyorum. Sizin geleceğinizde ben varım, yaşlılık var. Yani bu okuduklarınız var. Benimse geleceğimde karanlık bir koridorun ucunda sonsuz ışık var, masmavi gökyüzü var. Renklerin en güzelini taşıyan gökkuşağı var!

Zor bir imtihanın bitmek bilmez sorularından sıkılıp dışarı çıkıp da “Oh be!.. Bitti” demek istemediniz mi hiç? İşte ben bu iştiyakla sınav salonundan çıkıyorum. Allah kalanlara kolaylık versin!

Hayır, hayır hayal değil bunlar; ölüm yoksa arada her genç yaşlanmayacak mıdır? Ve muhakkaku’l-vukû olan olaylar, vâkî hükmünde değil midir? Ya ölüm varsa? O zaman da ömrümün âhiri zaten bu demler değil midir!..

Potansiyel bir yaşlı

(Bu yazı bir huzurevi

ziyareti dönüşü kaleme alındı.)

Nuriye ÇEVİK

07.08.2007


Sırplar, Osmanlıları neden tercih etmişlerdi?

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’ya yöneldi. Sırbistan hududuna kadar geldi. Sırbistan’ın fethi an meselesi idi.

Bir yanda Macaristan bulunan Sırbistan, diğer yandan da Osmanlıların gelip dayanmasıyla zor günler yaşıyordu. Ortodoks mezhebine mensup Sırbistan her iki büyük devletten birine sığınmak ve teslim olmak durumunda kaldı.

Sırp Kralı Brankoviç iki devletten hangisine teslim olacağına karar vermek için, iki devlete de birer mektup yazarak elçiler gönderdi. Mektupta şöyle dedi:

“Sırbistan elinize geçerse nasıl muâmele edeceksiniz?”

Katolik Macar Kralı Hünyad’dan şu cevap geldi:

“Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırpları Katolik edinceye kadar mücadele ederiz. Bütün kiliseleri yıkar, yerlerine Katolik kilisesi inşâ ederiz.”

Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinden de şu cevap geldi:

“Biz Sırbistan’ı alırsak, İslâmiyet’in Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Fakat hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen İslâmiyet’i seçer.”

Sırp Kralı Brankoviç şöyle karar vermiştir:

“Biz Osmanlı sarığını, Katolik serpuşuna tercih ederiz.”

Süleyman KÖSMENE

07.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri