Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kemalizm+kapitalizm+demokrasi=AKP

Avrupa ve Amerikan basınında kalbur üstü gazete ve dergilerde Türkiye üzerine çıkan birçok yazıda Türkiye’nin kimlik sorunları ve çelişkileri tartışılıyor. Batılı analistlere ilginç gelen iki olgu var. Bunlardan birincisi Kemalizm ve ordunun rolüyle ilgili. Cumhuriyet’i kurmuş, Batılılaşmayı amaç edinmiş, devletin resmi ideolojisi haline gelmiş Kemalizm ve Türk Silahlı kuvvetleri bugün Batı’ya, küreselleşmeye, kapitalizme, demokrasiye, liberalizme, çokkültürlülük tartışmasına nasıl bakıyor? Bu soruya cevap arıyorlar. Bu arada Kemalizm nedir, 21. yüzyılda ne anlama geliyor gibi tartışmalar da var tabii.

İkinci merak konusu Türkiye’deki İslami hareketin dönüşümü. Temelde sorulan soru şu: Türkiye’de yakın geçmişe kadar Batı karşıtlığıyla bilinen muhafazakâr-İslami hareket nasıl değişti? Neden Batı, demokrasi, Avrupa Birliği ve küreselleşme kavramlarıyla daha barışık hale geldi?

Bu duruma ve bu sorulara sadece ve sadece ‘takiye’ diyerek cevap vermiyor Batı. Türkiye’de İslami yönü olan bir hareket nasıl oldu da bu kadar ciddi bir ‘evrim’ geçirdi diye merak ediyorlar. Komplo teorileri kurarak onlar hâlâ İslamcı demiyorlar.

‘Rol’ meselesi

Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‘rol’ yaptığına inanmıyorlar. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kemalizm’e oranla Batı’yla daha barışık halde olmasını son derece ciddiye alıyorlar. İşte bu konuda Türkiye’de ciddi bir çelişki, bir kimlik sorunu görüyorlar.

Türkiye’deki bu çelişki, dünya genelinde tam aksi yönde giden dinamiklere bakınca daha da anlam kazanıyor. Zira dünya genelinde İslam ve Batı ciddi bir gerginlik halinde. Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ senaryorsu adeta gerçek olmuş durumda. Bütün bunlar nedeniyle Türkiye Batılı gözlemcilerin gözünde yakından takip edilmesi gereken son derece ilginç bir ülke. Kimilerine göreyse Türkiye Medeniyetler Çatışması’nı geçersiz kılan yegâne siyasi model.

Batı’nın ve de özellikle ABD’nin, Türkiye’yi bu şekilde bir model olarak algılaması Kemalizm ile Batı arasındaki ilişkileri daha da geriyor. Zira Kemalistler Türkiye’nin Batı’nın gözünde bir ‘model’ haline gelmesini kesinlikle istemiyorlar.

Bu tür model söylemleri Kemalist cemaatin gözünde Batı’nın Türkiye’de bir ‘ılımlı İslam’ rejimi yaratmak istemesinden kaynaklanıyor.

Benim görebildiğim kadarıyla Kemalistler Batı’nın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kullanarak Kemalizm’i yıpratmak peşinde olduğunu düşünüyorlar. Bunun mantığı nedir? Neden Batı Kemalizmi yıpratmak istesin? Buna verilecek doğru dürüst bir cevap bulmak zor. Solcu Kemalizm bu soruya “Batı bizi sömürmek istiyor” diyerek cevap veriyor herhalde. Diğer bir cenah ise Batı Kemalist Cumhuriyet’i ve laikliği ‘feda’ ederek, radikal İslam’ın karşısına ‘ılımlı İslam’ çıkarmak istiyor diye düşünüyor herhalde. Zamanında ABD tarafından Sovyet komünizminin karşısına çıkarılan o efsanevi ‘yeşil kuşak’ projesi bu tür Kemalist analizlere ilham kaynağı oluyor olabilir.

Seçim sonrası

Tabii burada asıl ilginç olan Kemalistlerin kendilerine ve rejime olan güven eksikliği. Sürekli korku ve panik halindeler. Bu gerilim hali 22 Temmuz seçimlerinden sonra daha da artmışa benziyor. Zaten bütün Kemalist söylem ‘Cumhuriyet hiçbir zaman bu kadar ciddi tehdit altında olmamıştı’ cümlesiyle başlıyor hep. Oysa ki Türkiye’deki laik rejimin Batı tarafından her an yıkılabilir oluşuna bu kadar rahatça inanmak paranoya ötesi, müthiş bir zafiyet göstergesi.

Bir bakıma Kemalizm aslında kendi başarısının kurbanı oluyor. Çünkü Türkiye’de İslam’ı bu kadar ılımlı hale getiren Kemalizmin ta kendisi. Neden mi? 28 Şubat sürecini hatırlayın ve Adalet ve Kalkınma Partisi neden böylesine dört elle Avrupa Birliği projesine sarıldı diye sorun. Ama burada bir uyarı yapmak gerekiyor. Evet Adalet ve Kalkınma Partisi bir bakıma Kemalizm’in kırmızı çizgilerinin bir ürünü. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi sadece ve sadece bu nedenle ılımlı hale gelmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi aynı zamanda toplumsal değişimi yakaladığı için değişti. Türkiye’deki kapitalist düzen sayesinde değişti. Eğer Anadolu’da ortaya çıkan yeni bir girişimci ve sermaye sınıfı olmasaydı böyle bir parti kolay kolay ortaya çıkmazdı.

Mısır’da Kemalizm yok!

Eğer Türkiye’de demokrasi olmasaydı Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir hareket gene olamazdı. Neden mi? Çünkü demokrasi ve seçimler halkı kazanmak için var. Halkı kazanmak ise ‘pragmatizm’ gerektiriyor. Sert bir ideolojik yaklaşım yerine ‘hizmet ve diyalog’ gerekiyor demokraside. Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir hareket işte zaten bu nedenle otoriter bir düzende ortaya çıkamazdı. Gene bu nedenle böyle bir hareket Ortadoğu’daki otoriter ülkelerde mümkün olamaz. Mesela Mısır gibi bir ülkede ‘Müslüman Kardeşler’ hareketi aynı dönüşümü gösteremiyor. Zira Mısır’da ne doğru dürüst bir kapitalizm ne de işleyen bir demokrasi var. Tabii Mısır’da Kemalizm de yok. İşte zaten o nedenle belki de formül şu şekilde kurulmalı: KEMALİZM + KAPİTALİZM + DEMOKRASİ = AKP.

Bu basit formüle bir de tabii ki Avrupa Birliği sürecini eklemek gerekiyor. Eğer Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci 1999 yılında Helsinki zirvesiyle tekrar teyit edilmeseydi, yeni kurulacak Adalet ve Kalkınma Partisi için Avrupa Birliği süreci cankurtaran olmayacaktı. Avrupa Birliği’ni ulaşılacak hedef olarak göstermesi sayesinde Adalet ve Kalkınma Partisi sistemin, rejimin ve büyük sermayenin gözünde ‘meşruiyet’ kazandı. Ancak bugün rejim ve asker Avrupa Birliği’nden soğumuş görünüyor. Batı’nın Adalet ve Kalkınma Partisi ve ‘ılımlı İslam’ konusunu model gösterip, Türkiye’ye sempati duyması Kemalizm’i çileden çıkarıyor.

Ama iş bununla kalmıyor.

Kemalizm’in Batı’ya olan kızgınlığını daha da artıran ikinci konu tabii ki Kürt meselesi. İster Amerika Birleşik Devletleri ister Avrupa Birliği bu konuda sabıkalı olarak görülüyor. Birleşik Devletler, Irak’ta Kürt devleti peşinde koşuyor, Avrupa Birliği ise Türkiye’yi içeriden bölmek istiyor şeklinde bir algılama var. Her ne kadar bu algılama sadece Kemalistler değil, bütün Türkiye tarafından paylaşılıyor gibi görünse de, İslami kesim konuya biraz daha sağlıklı yaklaşabiliyor. Mesela AK Parti bazen ‘Hepimiz Müslümanız’ bazen de ‘altkimlik, üstkimlik’ söylemleri sayesinde etnik dozu daha az olan bir milliyetçilik sergiliyor. Ayrıca İslami kesim Osmanlı’dan gelen çokkültürlü mirasa Kemalistlere oranla daha rahat sahip çıkıyor ve bu konuda Batı’yla daha barışık bir tavır sunuyor.

Türkiye’de bu kimlik sorunlarının ve ortaya çıkan çelişkili tablonun demokratik bir süreç içinde, herhangi bir Kemalist askeri müdahale yaşanmadan cereyan etmesi son derece önemli. Türkiye’nin kendi iç dinamikleri bu demokrasi ortamını yeterince sağlayamadığı için, Türkiye’nin Avrupa Birliği adına yaptığı reformlar çok önemli.

Bu nedenle Kemalizm’in Batı’ya karşı duyduğu kızgınlık Avrupa Birliği’ne karşı yöneldikçe Türkiye’de demokrasiyi de tehlikeye atıyor. Avrupa Birliği’nden soğumuş bir Kemalizm, aynı zamanda demokrasiden de soğmuş duruma geliyor.

Radikal, 20.8.2007

Dr. Ömer TAŞPINAR

21.08.2007


 

Askerin AKP’de en iyi ilişkisi Gül’le

*Gül cumhurbaşkanı olduğunda Çankaya’da türban olmayacak mı? TSK’nın prensipleri, sistemi bu konuda nasıl çalışacak?

Tahminime göre, Abdullah Gül’le askerler bu işi oturup konuştular. Çünkü sorun karşılıklı konuşmamaktan çıkıyor. Hep Başbakan Erdoğan’la Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın İstanbul’da Dolmabahçe’de buluşup ne konuştukları merak ediliyor ya... Bence Ankara’da da yakın zamanda Gül’le askerler arasında gizli zirveler gerçekleşti. Askerlerle siviller arasında diyaloğun açılması ve daha sağduyulu hareket edilmesi adına Gül’le askerler arasında önemli konuşmalar yapıldı. Yani bu ülkenin yakın zamanda başka Dolmabahçe’leri de oldu. Oturup konuştular ve bazı krizler olsa da, beraber yaşayabilme üzerinde anlaştılar. Yani, ‘Sen benim bazı tavırlarıma müsaade et, ben de senin bazı tavırlarına müsaade edeyim’ şeklinde anlaştılar. Ama asker türbanda geri adım atmayacak. Yaşar Paşa devletin işlerinin yürümesi için Gül’le rutin trafiğini sürdürecek ama bazı davetlere de gitmeyecek, türbanla ilgili duruşunu sergileyecek. Bu arada Gül’ün atayacağı Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne de dikkat etmek lazım. Gül, cumhurbaşkanı olarak çok şaşırtacak bizi.

*Nasıl şaşırtacak?

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği önemlidir. Bu kişi AKP’li olmayacak. Gül’ün kafasında askeri çevreden birini atamak bile var. Yakınlarından biliyorum, çok iyi bir ismi ataması söz konusu. Ankara’nın, askerin kabullendiği, ayakta alkışlayacağı bir markayı getirecek oraya. Böylece Gül askere, ‘Sizinle işbirliği içinde çalışmak istiyorum’ mesajını verecek. Aslında Gül beş senedir başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yaptı. Orduyla inanılmaz ilişkileri vardı. Askerin AKP’de en iyi ilişkisi Gül’leydi. Gül, bir ay içinde defalarca Genelkurmay’a giderdi. Bir konuyu özel konuşmak için giderdi oraya. Irak’la, güvenlikle ilgili meseleler olduğunda, bizzat kendi gider Yaşar Paşa’yla görüşürdü. Gül’ün devlet adamlığıyla ilgili bir sorun yok askerlerde. Türbanla ilgili rahatsızlık var.

*Gül’le ilgili bir sorun yoksa, Genelkurmay neden cumhurbaşkanlığı seçimlerine böylesine açık ve keskin bir taraf olarak karıştı?

Ben de bu soruyu sordum onlara. ‘27 Nisan bildirisinde cumhurbaşkanlığıyla ilgili ifadeler yoktu. O bildirinin Abdullah Gül’le alakası yok. O bildiri rejimle ilgili. Biz rejimle ilgili olarak harekete geçtik. Bizim isimle değil, rejimle ilgili problemimiz var’ dediler. Abdullah Gül’le meseleleri yok. Olsa, beş senedir zaten problem çıkarırlardı.

*Gül’ün cumhurbaşkanlığını rejime tehdit olarak görmediler mi? 27 Nisan muhtırası Gül’ün adaylığına karşı verilmedi mi?

Ama o muhtıra 22 Temmuz seçimlerinden önce verildi. Şimdi seçim sonucuna bakarak da durum değerlendiriliyor. Gül’ün cumhurbaşkanlığına gelmesine çok bayılmıyorlar ama onunla beraber yaşayabilmenin senaryolarını da değerlendiriyorlar. ‘Kendi doğrularımızdan geri adım atmadan onunla nasıl beraber yaşayabiliriz, pozisyonumuzu nasıl dik tutarız’ın hesabını içindeler. Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim resepsiyonuna ilişkileri çok germemek adına ya usulen gelecekler ve kısa süre kalıp gidecekler. Ya da o anki dengelere bağlı olarak, türban meselesinden dolayı Köşk’e hiç gelmeyecekler. 30 Ağustos resepsiyonuna gelince... Askerler zaten eşi türbanlı olanlara davetiye göndermiyor.

*Cumhurbaşkanına eşli davetiye göndermeyecek mi asker?

Göndermez. Yaşar Paşa daha yeni ‘bizim prensiplerimiz var’ dedi. Gül yerine Vecdi Gönül, Murat Başesgioğlu gibi biri uzlaşmayla cumhurbaşkanı olsun deniyordu ya... Durum hiç öyle değil. Asker şunun farkında. AKP’den biri cumhurbaşkanı olduğu sürece, Köşk hep kriz noktası olacak. Çünkü eşinin başı açık olsa da, AKP’li bir cumhurbaşkanı, eşi türbanlı olan siyasetçilere 29 Ekim’de paşa paşa davetiye gönderecekti. Eeee? Esas sorun kamusal alan sayılan Köşk’te cumhurbaşkanının davetine türbanlıların gelip gelmemesi değil miydi?

Radikal, 20.8.2007

Konuşan: Neşe DÜZEL

21.08.2007


 

Kucaklamanın da bir sınırı var!

ABD Dışişleri’ndeki bir kokteylde, biri İtalyan, diğeri Alman iki diplomatla sohbet ediyordum.

22 Temmuz sonuçlarının ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının AB açısından anlamını konuşurken, iki Avrupalı diplomat da düğmelerine basılmış gibi aynı anda, neredeyse aynı kelimelerle, ‘Türkiye bizi hayrete düşürdü’ anlamında birer cümle söylediler.

Bu senkronizasyona gülüştük; sonra, neye hayret ettiklerini dinledim.

Devlet ve toplum

Özetle, toplumumuzun değişim hızıydı bu iki diplomatı (ya da onlar üzerinden genellersek AB’yi) şaşırtan.

2001’de başlayan, AKP iktidarının ilk iki yılında hızlı ilerledikten sonra 2005’te duralayan reform sürecinin ilk aşamalarında, ‘Kararlar parlamentodan pat pat geçiyor ama toplum bunu sindirecek mi?’ sorusu AB’nin (ve ABD’nin) kafasında vardı.

Bugün artık soru böyle sorulmuyor. Merak edilen, AKP’nin yeni dönemde, toplumdaki değişimi layıkıyla taşıyıp taşıyamayacağı... Sorulan, toplumun reform isteyip istemediği değil, Meclis’in bunun gereğini ne ölçüde yapacağı, bürokrasinin buna nasıl uyum göstereceği...

Şu söylenebilir:

Dışarıdan Türkiye’ye bakanlar, toplumun gerisinde bir devlet, tabanı değişirken tepesi değişime direnen bir ülke görüyorlar.

27 Nisan ve 22 Temmuz bu görüntüyü billurlaştırdı; toplumun nabzı ile devletçi çizgi arasındaki farkı yansıttı. Dışarıda daha ziyade ‘neo-milliyetçilik’ diye adlandırılan ‘ulusalcılığın’ toplumun tümüne değil, devletçi kesime hakim olduğunu gösterdi. Bu kesimin siyasetteki uzantılarına fazla teveccüh etmeyen, onların aksine, gözünü 1920’lere değil 2020’lere dikmiş bir toplum profili çizdi.

Kokteyl sohbetinin bir yerinde, İtalyan diplomatın, “Neo-milliyetçilik sandıkta yenildi” sözü üzerine, Alman diplomat “Hangi neo-milliyetçilik?” diyerek üç örnek verdi:

Mesela, (bazı generaller bunu darbe bahanesi yapmaya niyetlenmiş bile olsalar) AKP’nin Kıbrıs’ta ezber bozmasını toplum yadırgamamıştı. Mesela, (devlet güney sınırımızdaki oluşumu tanımasa bile) toplum, Irak Kürdistanı ile iktisadi-ticari ilişkisini sürekli geliştiriyordu. Mesela, (Ankara, sınırı açmamakta dirense de), Ermenistan’la dolaylı ihracata, bavul ticaretine, orada iş yapan Türk şirketlerine bakılırsa, toplum normalleşmeden yanaydı. Alman diplomata göre, ‘neo-milliyetçi’ bir toplumun refleksleri değildi bunlar.

AKP’den beklenen

Devletimizin alışkanlıkları ile toplumumuzun özlemleri arasındaki farklılaşma, AB sürecini doğrudan ilgilendiriyor. 2005’te reformlarda frene basılması, bir yönüyle, bu farklılaşmanın sonucuydu.

Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) 17 Ağustos tarihli ‘Türkiye ve Avrupa’ raporunda, katılım sürecindeki yalpalama “Avrupa’nın genişleme yorgunluğu ve Türkiye’deki neo-milliyetçi geri tepme” ile açıklanıyor.

AB’den (ve ABD’den) gözlemcilerle konuştukça şunu görüyorum; bu ‘neo-milliyetçi’ reaksiyonu topluma mal etmekten ziyade devletle özdeşleştiriyorlar. Seçmenin AKP’ye ‘reformlara devam’ yetkisi verdiği kanısındalar. 2005’te, önündeki dönüştürücü adımların sonucundan ürkerek devletçi atalete uyan AKP’nin, şimdi o adımları atacağını umuyorlar.

ABD’li yetkililer, AKP’lilerden sık sık işittikleri “301’i değiştirmek isteriz ama... Heybeliada Ruhban Okulu bizce de açılmalı ama...” sözlerinin artık ‘ama’sının kalmadığını söylüyorlar mesela.

AB diplomatları, yeni hükümetin sivil anayasa konusunda cesur davranmasını diliyorlar. ICG raporundaki ifadeyle, AKP’nin, bu dönüştürücü adımları atabilmek için, “seçmenden aldığı yeni yetkiyi, laikçi ve milliyetçi korku tellallarını marjinalize edecek kuvvetli bir reform yanlısı siyasi konsensüs oluşturmak için kullanmasını” öneriyorlar.

Gül’ün rolü

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı da, toplumun tercihinin devletçi çizgiye galebe çalmasının sonucu. Toplumun içinden, devletçi zihniyetin dışından birisi devletin tepesine çıkıyor; başlı başına bir dönüşüm bu.

Bir yandan, Gül’ün toplumun tümünü kucaklayacağını söylemesi olumlu. Bir yandan da, Financial Times’ın 15 Ağustos tarihli başyazısındaki şu uyarı önemli:

“Sayın Gül, tabii ki, Türklerin tümünü temsil etme vaadini yerine getirmeli. Ancak dengecilikte aşırıya da kaçmamalı. Onun görevi dünyaya açılan bir Türkiye’yi temsil etmek ve hepsinin üstünde de, AB ile üyelik müzakerelerini azimle kovalamaktır.”

Ben, Gül’ün ‘kucaklayıcı’ olacağına, Çankaya üzerinden gerilim yaratmak isteyenlerin işini zorlaştıracağına inanıyorum. Ama Financial Times’ın dediği gibi, dengeciliğin de bir sınırı olmalı.

Demokrasi karşıtlarına teslim olup 2005’teki gibi durmak, Türkiye’yi tökezletiyor. AB sürecine asılacak bir hükümet ile bu sürece destek veren bir cumhurbaşkanı, demokrasinin önünün açılması için fırsat. Bu fırsata sahip çıkalım.

Milliyet, 20.8.2007

Yasemin ÇONGAR

21.08.2007


 

Latife Hanım nasıl giyiniyordu?

Başbakan, “Örnek alacaksan Atatürk’ün eşi nasıl giyiniyor, ona bakarsın, o da size ders olur” dedi ya. Bakalım, Latife Hanım nasıl giyiniyordu...

Kaynağımız gazeteci İpek Çalışlar’ın ‘Latife Hanım’ adlı kitabı.

Bir kere şık giyinen bir kadındı Latife Hanım. Evlendikten sonra da aynen genç kızlığında alıştığı gibi Avrupa’nın ünlü butiklerine ısmarladığı kıyafetlerle geziyor, çarşaf giymiyor, peçe takmıyordu.

Bu çarşaf ve peçe konusu önemli. Çünkü o dönemde başı açık Müslüman kadınlar yok denecek kadar azdı; çoğunluk peçe takmak zorundaydı. Bu nedenle Ankara’yı ziyaret eden batılı gazeteciler, Latife Hanım’ın kılık kıyafetinden bol bol söz etmişler ve peçe takmadığına vurgu yapmışlardı.

FÜTURSUZ SPOR BAŞLIĞI

New York Time Gazetesi, 14 Mart 1923’te ‘Bayan Kemal’in giysileri bir reform çağrısı’ başlıklı haberinde şunları yazıyordu: “Mustafa Kemal Paşa’nın güzel karısı Bayan Kemal, Türk sivil ve politik yaşamının yeni bir unsuru. Ankara, fevkalâde zeki kocasıyla İzmir’den gelen bu genç reformcuyla tanıştı. Trenden bir erkek gibi giyinmiş olarak indi; mahmuzları, çizmeleri, fütursuz spor başlığıyla Müslüman kız kardeşlerini şaşırttı.”

Gazetenin kıyafete yorumu ise şöyle: “Binici pantolonu harem geleneğini silip süpürmek niyetini gösteriyor. Yeni rejimin en önemli amaçlarından biri Türk kadının özgürleştirmektir.”

ÖZGÜRLÜK SİMGESİ

Peçesiz gezen ilk kadın Latife Hanım değildi ama o liderin eşi olarak bir simgeydi. Bu yüzden tavır ve hareketleriyle, giyim kuşamıyla değişimin canlı bir örneği olarak kabul edildi.

İngiltere’de yayınlanan London Illustrated News adlı dergi de 17 Mart 1923 tarihinde Gazi ile Latife’nin yan yana çekilmiş bir fotoğrafını kullanmış ve altına da şu satırları yazmıştı: “Türk kadını için özgürlük simgesi Kemal’in peçesiz karısı.”

Latife Hanım yalnız peçesiz gezmekle kalmıyor, o günlerde yaygın kullanılan peçenin kaldırılması için de bir model oluşturuyordu. Le Temps gazetesinin muhabiri Paul Gentizon ise şu gözlemi yapmıştı: “Gazi genç karısını yüzü açık, çizmeleriyle askeri teftişlere ve lokantaya götürmekten çekinmiyordu. Mustafa Kemal özellikle kadının örtünmesine karşı çıkmaktadır.”

ÖRTÜDEN KURTULMAK

O günlerde kadınlar kapalı yerlerde, salonlarda başlarını açıyorlardı. Sokakta gezilirken daha dikkatli olunmak zorundaydı. Yüzüm tümden açılması zamanla yaygınlaştı. İpek Çalışlar’ın yorumu ise şöyle: “Latife Hanım, ‘kadınlar açılsın, görünür olsun, umacı gibi gezmesin’ propagandası sürerken siyaset icabı ‘tesettürlü’ydü. Onu fotoğraflarında örtünmüş bir kadın olarak görüyoruz. Ancak bu örtüler, geleneksel İslami örtülere pek benzemiyor. Tarsus gezisinde kadınların tarif ettiği gibi o günlerde ‘Rus Başı’ diye tabir edilen bir baş bağlama biçimi seçmişti.”

Bir not daha; Atatürk’le birlikte sık sık siyasi ortamı gözden geçirdiklerinde Latife Hanım, her fırsatta “Artık bu örtüden kurtulmanın zamanı gelmedi mi?” diye soruyordu.

Bilmem bu kadar bilgi yeterli olur mu?

Akşam-Pazar, 19.8.2007

Seda Kaya GÜLER

21.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri