Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Freud’un teorileri ve manipülasyonlar demokrasisi

20. asırda halkla ilişkiler sanatının ince ayarını yapan kişi Edward Bernays’tı. Amcası Sigmund Freud’un psikanaliz teorilerinin çoğunu kullanarak kamuoyu manipülasyonunu uzmanlık noktasına vardırdı ve bu tür bir manipülasyonun bizzat demokrasi için gerektiğini öne sürdü. Bernays şuna inanıyordu: İnsanlar ‘aptallardan’ ibarettir ve birilerinin onlara nasıl davranmaları, neye inanmaları, ne yemeleri, ne giymeleri ve nasıl oy kullanmaları gerektiğini anlatması gerekiyordu. Bu deneyin sonuçları günümüzde de yansımasını buluyor.

Guatemala bir ‘ders kitabı’

Bazı tarihçiler Bernays’ın 1920’ler ve 30’larda, modern yurttaşı modern bir tüketiciye dönüştürme yönündeki çabalarını saygıyla anıyor. Bernays, Amerikalıları ‘mükellef bir kahvaltı’da yumurta ve domuz pastırması olması gerektiğine ikna etmekle kalmadı, kadınları da sigaranın erkek tahakkümünün sembolü olduğuna inandırdı; erkek egemenliğini anlamak için kadınların sigara içmesi lâzımdı. Kamuoyuna yönelik birkaç gösterinin ardından sigara satışları arttı, tütün üreticilerinin pazarı iki katına çıktı; haliyle tütün üreticileri de birçok diğer şirket gibi, Bernays’ın müşterileri arasındaydı.

Bu tür taktiklerin siyasileşmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Bazı başkanlar ve başkan adayları Bernays’ın teorilerini, iktidar ve kâra yönelik çıkarları için öteledi, bazıları da bunu büyük şirketlerin Amerikan demokrasisi üzerinde artan nüfuzunun başlangıcı kılmaya çalıştı. Roosevelt’in 1930’lardaki Yeni Ekonomi Politikası (ki yurttaşla, işleyen bir demokrasinin hayatî bileşeni olarak yeniden kucaklaşmayı öneriyordu) şirketlerin hoşuna gitmedi ve müşterilerini geri kazanma ve demokratik inisiyatifi alt etme çabasına giriştiler. Nihayetinde onlar kazandı.

Bernays’ın taktiklerinin başka ülkelere ihraç edilmesi uzun sürmedi. Guatemala bu açıdan bir ders kitabı; ülke 1950’lerde, demokratik yoldan seçilmiş devlet başkanı Jacobo Arbenz’in toprak reformları (ki bu adımlar ABD Birleşik Meyve Şirketi’nin çıkarlarına aykırıydı ve şirket yüksek kâr getiren bu ‘muz cumhuriyetini’ kaybetmek istemiyordu) sayesinde ciddi bir değişimi kucaklamaya hazırdı, fakat medya manipülatörleri, Amerikalıları Arbenz’in Amerikan demokrasisi için her nasılsa tehdit oluşturduğuna ikna etmek için seferber oldu.

CIA’in tezgâhladığı darbe seçilmiş başkanı devirdi ve yerine kendi adamı olan Castillo Armas’ı getirdi. Guatemala’yı ziyaret eden başkan yardımcısı Richard Nixon Armas’ı ‘kurtarıcı’ olarak selamladı.

Freud, ‘Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’ adlı kitabında insanın, bilinçaltı arzuları kontrolsüz kaldığında şiddet ve sadistliğe vardığını öne sürüyordu; yeğeniyse bu arzuların muazzam kâr doğuran bir biçimde dizginlenmesini önerecekti. Sonraki ABD yönetimleri bunu bir kenara yazdı ve en büyük başarıları da, kitleler arasında korku ve paranoyayı tetikleyen bilinçaltı faktörlerini suiistimal etmekti. Savaşlar çıkarıldı, rejimler devrildi ve uyuyan sivillerin üzerine bombalar atıldı; bunların hepsi de demokrasi adına yapıldı.

Bernays’ın yüzsüzce ‘rızanın idaresi’ dediği şey (Chomsky ve Herman bunu daha dürüstçe ‘rızanın imali’ diye tanımladı) ABD’deki gerçek demokrasiyi çarpıtan belirleyici faktör olmayı sürdürüyor ve ABD’nin nüfuz alanındaki ülkelerde vahim sonuçlara yol açıyor. Devlet ve şirketler arasında 1960’lar ve 70’lerde gelişen antidemokratik ittifaka karşı çıkmak yönünde çabalar gösterilse de, ittifak galebe çalmayı başardı. Bu amaçla ABD yeri geldiğinde doğrudan şiddet kullandı, ama kendi fikir ve mamullerini ileriye taşımak için rıza göstermeyen bazı hareketleri el altından suiistimal etmeyi de ihmal etmedi. Bu taktik, bir yandan devletle şirket, diğer yandan devletle halk arasında yaşanan bir ihtilaf biçiminde tezahür etti.

Daha yakın döneme ait bir örnek, Başkan Bush’un Irak savaşına karşı hareketi sürekli kendi lehine manipüle etme çabası. Bush’un mantığı olanca aldatıcılığı içinde basitti: Savaşın amacı, milyonlarca Amerikalının kendi hükümetlerine barışçı yollarla ve baskıyla karşılaşmadan itiraz edebildiği türden bir demokrasiye ulaşmaktı. Saddam, itiraz eden o Amerikalıları hapse tıkardı. Iraklıların bugün demokrasinin nimetlerinden yararlandığı gibi bir cümle birçoklarını güldürebilir belki, fakat Bush’un mantığının birçokları arasında tuttuğunu da kimse inkâr edemez. Böyle bir diyalektik birçok tartışmayı savaşın gayrimeşruluğu ve gerçek niyetlerinden, ‘dünyanın Saddam’sız nasıl da daha iyi olduğu’na yönelik savlara kaydırmayı başardı. Bu tür manipülasyonun hiçbir yeni tarafı yok ve Irak örneğine özgü de değil.

Freud uyarmıştı ama...

2. Dünya Savaşından beri ABD yönetimi ve büyük Amerikan şirketleri, ne zaman savaş ve kâr peşine düşse demokrasi bayrağını taşıdı. Bu amaçla CIA dünyanın dört köşesindeki birçok halkçı, demokratik hükümeti devirdi, yerlerine ciğeri beş para etmez kukla rejimleri geçirdi. 2006’da Filistin’de yapılan seçimler bölgenin görüp görebileceği en demokratik seçimlerdi, ama İsrail işgaline direnen ve ABD politikalarına karşı çıkan Hamas seçilince Filistin halkı topyekûn aç bırakıldı ve zülme tabi tutuldu. Bunları İsrail, ABD’nin ve dünya bankacılık sisteminin tam desteğiyle yaptı.

Bernays’ın etkisi çok geride kaldı, fakat fikirleri bir yandan şirketler, Amerikan devleti ve tüketici vatandaş arasındaki ilişkileri, diğer yandan da devlet-şirket ittifakını hâlâ belirliyor. Dikkatle yönetilen ilişkiler demokrasinin altını oydu ve sadistçe savaşlarla kontrolsüz şiddete yol açtı. Freud bizi bu konuda uyarmıştı, fakat neylersiniz ki yeğeni bu uyarıyı utanmazca suiistimal etti.

middle-east.online.com, 20.8.2007

(Radikal, 22.8.2007)

Remzi BARUD

23.08.2007


 

Yeni dönemde basın-Genelkurmay ilişkisi

Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’la şu yakınlarda ‘gizli bir görüşme’ yaptı mı, yaptıysa o görüşmeden bir ‘anlaşma’ çıktı mı?

Garip bir soru, ama Türkiye özelinde cevabı da hak ediyor. Asker-sivil ilişkilerinin herkes tarafından bilinen kurallara dayanmadığı, Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında Dolmabahçe’de yapılan ‘gizli olmayan’ bir görüşmeden nice senaryolar çıkarılan bir ülke burası. “Cumhurbaşkanı adayı askerlerle gizlice görüştü mü?” diye sorulması bile, burada, önü açık nice yeni senaryolara dâvetiye çıkarma anlamı taşır.

Sorunun hak ettiği cevap Genelkurmay Başkanlığından geldi. Öfkeli bir üslupla kaleme alınmış cevap metninden, Abdullah Gül ile Org. Yaşar Büyükanıt’ın cumhurbaşkanlığı süreciyle ilgili ‘gizli bir pazarlık’ yapmadığı başka hiçbir anlama çekilemeyecek bir açıklıkta anlaşılıyor. Açıklamada, “Genelkurmay kimseyle gizli pazarlık yapmaz” denilmesi önemli.

Ancak daha da önemlisi, Genelkurmay’ın, bütün bu patırtıyı başlatan bir mülâkata tepki verme ihtiyacı duymasıdır. Denilen şu: “Türk Silahlı Kuvvetleri ihtiyaç duyduğunda görüşlerini açık bir biçimde ve aracısız olarak kamuoyuyla paylaşmaktadır. Yayımlanan haberde iddia edildiği gibi, herhangi bir kişi veya kurumla tesis edilen üstü kapalı ilişkilerle bu tür haberlerin iletilmesi, Genelkurmay Başkanlığının çalışma yöntemleri içerisinde bulunmamaktadır.” TSK adına açıklama yapma yetkisinin Genelkurmay Başkanı’nda olduğu, onun da bu yetkiyi gerektiğinde 2. Başkan ve Genel Sekretere verdiği ayrıntısı da yer alıyor aynı metinde...

Yapılan açıklama ‘malumun ilâmı’ olarak görülebilir; ancak önümüzdeki döneme ışık tutabilecek yönleri bulunduğu için projektörleri üzerine çevirip bu bölümüne biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Medyamızda ‘askere yakın’ diye bilinen yazarlar ve haberciler bulunuyor. Bir bölümü haber merkezlerindeki işbölümü gereği TSK’yı izleyen ‘savunma muhabirleri’ bunların; çoğunlukla TSK haberlerini onların imzasıyla okuyoruz. Bir de TSK içerisinde özel irtibatları olduğu bilinen, kimi asker-kökenli kimi sivil gazeteciler ve yazarlar var; bunların yazdıklarına da ‘kurum içinden bilgi’ değeri taşıdığı için önem veriliyor.

Genelkurmay’ın son açıklaması, bu ikinci kategorideki gazeteci ve yazarlara atfedilen değerin yersiz olduğunu kayda geçiriyor. Sorun da bu noktada başlıyor işte.

Bu hafta başı iki gazetede ‘kışlaya yakın’ bilinen iki gazeteciyle röportajlar yayımlandı. Hayli kıdemli olan gazeteci, ne zaman kafasında bir soru işareti belirse randevu alıp komutanlarla görüştüğünü, yıllar içerisinde kurduğu güvene dayalı ilişkinin bugün de sürdüğünü anlatmış kendisiyle yapılan röportajda. Konuya bu çerçeve içerisinde kendi sütununda da değindi aynı kıdemli gazeteci.

Genç olanı ise, 27 Nisan e-bildirisinden internet sitesine konulmadan yaklaşık iki saat önce haberdar edildiğini, bazı önemli ayrıntıları “Yaşar Paşa’nın her şeyi olan kişi” dediği birinden öğrendiğini söylüyor. Röportajda anlattıklarının bir bölümünü ‘akılcı çıkarsamalar’ saysak bile geri kalanını ‘içeriden aldığı bilgiler’ olarak görmek zorundayız.

TSK’ya yakınlık atfedilen gazetecilerin yansıttıklarında ‘abartı’ elbette olabilir, ama anlattıklarının bütünüyle ‘yalan’ olduğu söylenebilir mi? Bu denli büyük bir meslekî risk üstlenebileceklerini akıl pek almıyor. Belli ki, bunlar, TSK içindeki konumlarını bazı gazetecilerle ilişki kurarken kullanabilen kişilerle temastalar...

Esas yanlış olan da bu işte.

Genelkurmay Başkanlığını açıklama yapmaya zorlayan bu gelişme, ülkemizin en önemli kurumlarından birinin basınla ilişkilerini sağlam bir zemine oturtmamasından kaynaklanmış olabilir. Kimilerini nizamiye önünden geçirmeyen ilişki sistemi, bazılarına ‘kendilerinden biri’ olduğunu hissettirecek bir sıcaklık göstermiş besbelli. Bu ilişki tarzının zararını da kurum çekiyor.

Doğru olan, Genelkurmay’ın, ‘akreditasyon’ uygulaması dahil bütün basınla ilişkiler sistemini yeniden gözden geçirmesidir. Yeni bir döneme giriliyor, Genelkurmay da değişimin fazla uzağında kalmamalı.

Yeni Şafak, 22.8.2007

Fehmi KORU

23.08.2007


 

“Biz 367’den, siz ‘halk seçsin’den vazgeçin”

İlginç bir haber. İki gün önce AK Partili milletvekilleriyle bir araya gelen Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le yaptığı başa baş görüşmeden önemli bir ayrıntı aktarmış.

İddiaya göre Sezer, Erdoğan’a “Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı hataydı” deyip Cumhurbaşkanlığı seçimleri için karar yeter sayısının 184 olarak yeniden düzenlenebileceğinin sinyalini vermiş. AK Parti çevrelerinden anladığım kadarıyla, Cumhurbaşkanı Sezer‘in daha sonra üstü örtülü olarak Erdoğan’a yaptığı teklif, kabaca şöyle: “Gelin 367 kararını bozalım; Cumhurbaşkanlığı seçimleri için toplantı yeter sayısını 184 olarak yeni Anayasa taslağına koyun.” Sonra? “Karşılığında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ısrarından vaz geçin.”

Böyle iddialı teklifler bana hep Baba filminde Marlon Brando’nun “Sana reddedemeyeceğin bir teklifte bulunacağım” sözünü hatırlatır.

Nisan ayında ilk gündeme geldiğinde “367 koşulu”, AK Parti’nin Çankaya serüvenini durdurmak için “şahane bir fikir” gibi gelmişti umhurbaşkanlığı çevrelerine. Devletin çıkarları adına hareket ettiği iddiasında olan kişiler, “Evet 367 aslında hukuken zırva; ancak son kale Çankaya’nın düşmemesi için gerekli bir adım” diyerek Anayasa Mahkemesi’ni bu tartışmalı karara zorladı.

Ancak 22 Temmuz seçimleri ve yeni tur Cumhurbaşkanlığı oylamasında 367 meselesinin AK Parti için engel olmaktan çıkmış olması, Çankaya’daki hesapları bozdu. Şimdi “Gelin 367’den vaz geçelim. Hatta bırakın Abdullah Gül de Cumhurbaşkanı olsun. Yeter ki şu cumhurbaşkanını halkın seçmesi belasından kurtulalım” havası var.

Buna oyun bozanlık derler. Eğer Cumhurbaşkanı Sezer, kendisinin de büyük katkısı olan 367 davasından vaz geçmeye karar verdiyse, bunun tek nedeni 367’nin artık AK parti’ye karşı anlamlı bir bariyer olmaktan çıktığını görmesidir. “367”, yüzde 47 ile yeniden iktidara gelen AK Parti’yi durdurmakta başarılı olamamış, ancak Türkiye’nin başına gelecek nesillerin halletmesi gereken ciddi bir çorap örmüştür. Maalesef olan Anayasa Mahkemesi’nin saygınlığına olmuştur.

Bu kargaşadan çıkmaya imkan veren tek yöntem olarak ortaya atılan “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” ise, sistemin mihenk taşlarını daha da rahatsız etmektedir. Halk seçerse, Ahmet Necdet Sezer gibi “frenleyici” bir cumhurbaşkanı yerine, sonsuza dek AK Partili, ebediyen muhafazakâr ve fazlasıyla güçlü bir cumhurbaşkanı modelinin oluşacağı korkusu yerleşmiştir statükonun temel ayaklarında. İşte “reddedilemeyecek teklif” bu yüzden gündemdedir.

Ahmet Necdet Sezer iyi bir hukukçu olabilir; ancak kötü bir stratejist olduğunu AK Parti’nin % 47’lik seçim başarısına katkılarıyla kanıtlamıştır. Üstelik Meclis’in 11’inci cumhurbaşkanını seçeceği bu günlerde Türk halkı bir de mecburen referanduma gidecek, ve hukuken önlenemez bir referandum sonrasında 11’inci cumhurbaşkanını belki de yeniden seçmek zorunda kalacaktır. Komedi.

Üzücü olan, Türkiye’nin her durumda amatör hamleler ve reaksiyoner karşı hamleler arasında iyice yalama bir yarıparlamenter, yarıbaşkanlık, yarışu, yarıbu sistemine yönelme tehlikesidir. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecekse gücü ne olacak? Yetkileri kısıtlanacaksa parlamentoyu kim denetleyecek?

Kuvvetler ayrılığı yeni sistemde nasıl işleyecek? Tüm bunlar dönüp dolaşıp yeni anayasa paketinde kilitlenmektedir. kuşkusuz Türkiye’nin bu yarıhamile durumdan yüz akıyla çıkabilmesi için yeni bir anayasa modeline ihtiyacı var. Ivır zıvır her konuyu anayasada düzenlemeye çalışmayan kısa ve öz bir metin lazım. Ama her şeyden önemlisi, böyle bir metnin geniş halk kitlelerinde kabul görmesi, özümsenmesi lazım. Acilen.

Sabah, 22.8.2007

Aslı AYDINTAŞBAŞ

23.08.2007


 

Disiplinsizlik

Dün öğle saatlerine doğru Genelkurmay’ın internet sitesine konulan bir açıklama yine ortalığı hareketlendirdi. Açıklama, Radikal Gazetesi’nde Neşe Düzel’in Sabah Gazetesi yazarı Metehan Demir’le yaptığı söyleşi yalanlıyordu.

Metehan Demir iyi bir genç gazetecidir. TSK’da önemli haber kaynakları vardır. Araştırmadan, incelemeden haber yapmaz. Ayrıca TSK’yı yıpratacak, o kuruma zarar verecek her şeyden kaçınacak özeni gösterir. Kurumsal olarak TSK’yı sever, saygı duyar. Metehan Demir’in söyledikleri mutlaka şu anda TSK’da üst düzeyde görev yapan haber kaynaklarından aldığı bilgilere dayanıyordur.

Kanaatimce sorun bazı üst düzey görevlilerin, yetkileri olmadığı halde kendi kişisel görüşlerini TSK’nın görüşleriymiş gibi sağa-sola fısıldamalarıdır. Genelkurmay Başkanlığı açıklamasında, “TSK adına görüş beyan etme yetkisi, Sayın Genelkurmay Başkanı’nda olup, bu yetkiyi gerektiğinde Genelkurmay 2. Başkanı ve Genelkurmay Genel Sekreteri’ne verdiği bilinmektedir” deniliyor. Doğrudur, TSK adına, TSK’yı ilgilendiren konularda ancak Komutan veya onun yetki verdiği iki makam açıklama yapabilir. Kuvvet Komutanları da sadece kendi görev alanları ile ilgili açıklama yapabilirler. Ancak işin perde arkasına baktığımızda bu kuralın tam işlemediği görülüyor. Kokteyllerde, ayaküstü sohbetlerde birçok üst rütbeli, yetkili olmadığı halde gazetecilere görüş bildiriyor. Bu ayaküstü sohbetlerin iki kişi arasında kalacağını düşünüyor. Bazı komutanlar gazetecilere anlattıkları her şeyin bir gün mutlaka haber olacağını unutuyor. Gazetecinin işi sohbet etmek değil, haber toplamaktır. Gazeteciler, TSK’daki hiyerarşik yapılanma ve üstün disiplin anlayışı nedeniyle bir Komutanın herhangi bir konuda söylediği kişisel düşüncesini kurumun görüşü olarak algılamaktadırlar.

Komutan, herhangi bir konuda karar verdikten sonra, artık tüm ast kademeler bu karara uymak ve bu karar istikametinde düşünmek durumundadırlar. Genelkurmay’da her gazetecinin çok kolay ulaşabildiği bir Basın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı var. Ayrıca herkese kapıları açık olan bir Genel Sekreterlik makamı var. Komutanın dışında bu iki mekanizma yolu ile basın bilgilendirilmelidir. Bunun dışındaki uygulamalar kimse kusura bakmasın ama disiplinsizliktir.

Gazetecilerin TSK’da haber kaynakları vardır. Bence haber kaynağı ya Sayın Komutan’ın kendisi ya İkinci Başkan, ya Genel Sekreter veya ona bağlı Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı olmalıdır. Bu işleyiş, ivedi sağlanmalıdır.

Türkiye, 22.8.2007

Nuri ELİBOL

23.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri