Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tek kelimeyle: Ayıp

Sadece devletler arasında değil, toplumsal ilişkilerde de en önemli ilkelerden biri ‘mütekabiliyet’tir. Yani: “Karşılıklı olma durumu”. Mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi, ilişkilerde “mutlak eşitlik” olmasa bile bir “denklik” yaratır.

Birkaç örnek vereyim:

Mesela İngilizler Türkiye’de taşınmaz mal (toprak, ev, vs.) satın alabilir. Mütekabiliyet ilkesine göre Türkler de da İngiltere’de aynı hakka sahiptir.

Gündelik hayatta da aynı ilke çalışır. Diyelim ki evinizde bir davet veriyorsunuz. Bazı arkadaşlarınızı eşli, bazılarını ise eşsiz davet edemezsiniz. Aksini yapmak ayıptır!

(...)

Geçen gün Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde mezuniyet töreni vardı. Siz de gördünüz: Başta Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt olmak üzere komutanların eşleri de yanlarındaydı. Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın eşi de oradaydı.

İki kişi hariç: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşleri yoktu. Nedenini biliyoruz: Başları kapalı.

30 Ağustos kutlamalarıyla ilgili askeriyenin hazırladığı davetiyelerden Cumhurbaşkanına gönderilende “eş” ibaresi bulunmuyordu.

Yukarıda özetlediğim mütekabiliyet ilkesine aykırı bir durum bu... Aykırı olduğu için de nezaketten uzak bir tavır. Tek kelimeyle ayıp! Halbuki iyi bir eğitimden geçen üst düzey subaylara adabı muaşeret kuralları da öğretilir. Birer centilmen olarak yetiştirilirler. Özellikle denizciler, salon adamı olmakla övünür. Şu anki uygulamaları ise tüm bu niteliklerle çelişiyor.

Zaten tersini düşündüğünüzde olayın tuhaflığı ortaya çıkıveriyor: Çankaya Köşkü’ndeki “eşli” bir resepsiyona komutanların “eşsiz” davet edildiğini varsayın... Olacak iş mi?

Çağıran kim olursa olsun; diğer kişilerin eşleriyle katıldığı bir toplantıya ben eşsiz davet edilmişsem; gitmem!

En fazla yapacağım şey, içeriye adım atmadan, kapıdan uğrayıp tebrik etmek olur. O kadar! Komutanlar eğer türbanlı bir kadının “kendi mekânlarına” girmesini istemiyorlarsa, yapmaları gereken şey basit: Herkes eşsiz katılır; olur biter.

Sabah, 31 Ağustos 2007

Emre AKÖZ

01.09.2007


 

Zirvede küslük olur mu?

Hitapta kelime oyunu yapmak, cephe selâmı vermemek gerçeği değiştirmez, Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’dır.

Herkesin bu gerçeği kabul edip buna göre davranması ülkeye fayda sağlar.

Aksi davranışlar devletin tepesinde sürekli gerilim yaşanmasına yol açar ki, bu da uzun vadede ülkenin zararına olur.

Kurumlar, kurallarla işler, kaprislerle değil.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk ve kurallar devletiyse, var olan kurallara uyulduğu, demokrasi ilkesine saygı duyulduğu sürece, işleyen kuralların sonuçlarına saygı duymak zorundayız.

Türk Silahlı Kuvvetleri de bu kurallar bütünü içinde işlemesi gereken bir kurumdur.

Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesinin, bir köşe yazarı tepkisi gösterip “Cumhurbaşkanım demem “ anlayışı içinde olması mümkün değildir.

Bu tip davranışlar ve tavırlar Silahlı Kuvvetler’i CHP ile işbirliği içinde gösterip halk nezdindeki durumunu zedeleyebilir.

Bugün için yapılması gereken, süreci izlemektir.(...)

Türkiye bu tip gelişmeleri demokratik olgunluk içinde aşacak güce gelmiştir.

Unutmamak gerekir ki, kurumsal olarak gösterilen bu tepkiler iktidar çevresindeki dayanışmayı güçlendirmekte, iktidara muhalefet edebilecek kesimlerin ise elini zayıflatmaktadır.

İktidarın icraatlarına, kararlarına yönelik her eleştiri militer bir anlayışın ürünü durumuna düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır çünkü.

O nedenle, ulusun serbest iradesiyle oluşan Meclis’in nihai kararına saygı duymak ve o kararın gereklerini yerine getirmek gerekir.

Bunun ilk şartı da küsmenin anlamsızlığını kavramak olmalıdır.

Şu anki tablo Silahlı Kuvvetler’e yarardan çok zarar vermektedir.

Birilerinin bir an önce bu gerçeğin farkına varması ve gereğini yapması gerekir.

Sabah, 31 Ağustos 2007

Ergun BABAHAN

01.09.2007


 

Nezaketsizlik

Devlet zirvesindeki ilişkileri, protokol düzenler. Siz, muhatabınızı sevseniz de sevmeseniz de, hatta ondan nefret etseniz de, kurallara uymak mecburiyetindesiniz. Bu mecburiyet, hem sade vatandaşı ilgilendirir, hem de asker-sivil bütün bürokratları ve siyasetin tepe noktasında bulunan her bireyi.

GATA’da diploma töreni için cumhurbaşkanını davet ediyorsunuz, o da bu davete icabet ederek sizi onurlandırıyor. Sonra da, protokol kurallarını çiğneyerek, Abdullah Gül yerine oturmadan, oturuyorsunuz. Yok efendim ona, “cumhurbaşkanım” yerine “cumhurbaşkanı” diye hitap ediyorsunuz. Cılız bir alkışla memnuniyetsizliğinizi gösteriyorsunuz. Ev sahibi olduğunuz için bu yapılana, protokol kurallarına da uymamanın ötesinde, en hafif tabiriyle “kabalık ve nezaketsizlik” denir. Üstelik, Gül, aşırı nezaket göstermiş, eşini getirmeyerek, “Aman gerginlik doğmasın” çabası içine girmiş. Pekâla, Türkiye’nin bir numaralı ismi, “Madem ki eşim istenmiyor, ben de gitmem” diyebilirdi. Ama devletin sorumluluğunu taşıdığı için, iplerin gerilmesini arzu etmedi.

Askerlerin de böyle bir sorumluluğu yok mu? “Madem bizim istemediğimiz kişi seçildi, biz de onu tanımıyoruz” diyebilirler mi?

Geçmişteki fiili durumların yarattığı bir iktidar, ellerinden kayıp gidiyor diye öfkelenmelerini, geçici bir ruh haliyse, müsamaha ile karşılayabiliriz. Ama bu tavırlar, lütfen kalıcı olmasın.

Resme baktıkça utanıyorum. Cumhurbaşkanı ayakta, komutanlar oturuyor. İşin nezaketsizlik boyutunu bir kenara bıraksak bile, öylesine çocuksu bir davranış ki, kendimi ilkokul müsameresinde sandım.

Sabah, 31 Ağustos 2007

Nazlı ILICAK

01.09.2007


 

Duygusal değil rasyonel olan...

Komutanlar, yemin törenine katılmadılar. Komutanlar, mezuniyet töreninde mesafeliydiler; cephe selamı vermediler; “Sayın Cumhurbaşkanım” değil, “Sayın Cumhurbaşkanı” demekle yetindiler.

Haberler böyle.

Keşke farklı davransaydı, keşke devlet geleneklerine uygun hareket etseydi komutanlar... Yanlış yaptılar.

Gerdiler Türkiye’yi.

Ne yazık öyle.

Böylesi tavırlarda sanki rasyonellik değil, duygusallık ağır basıyor. Kurmayca bir hesaptan çok, sanki fevri bir tepkisellik ön plana çıkıyor.

27 Nisan da böyleydi.

Yanıt, 22 Temmuz’da geldi. Yanıtı millet verdi.

Türk Silahlı Kuvvetleri de ‘milletin bağrından çıkmak’la övünmez mi?

O zaman?..

Abdullah Gül 27 Nisan’da engellendi. Ama partisi, 22 Temmuz’da her iki seçmenden birinin oyunu aldı. Böylesine yaygın ve tartışmasız bir meşruiyet tabanına sahip bir Cumhurbaşkanı karşısında, komutanların devlet gelenekleriyle de bağdaşmayan bu tavırlarını sürdürmeleri milletle ters düşmek anlamını da taşımaz mı?..

Düşünmekte yarar var.

Laiklik açısından Abdullah Gül konusunda baştan beri kuşkuları olan Güngör Mengi de, dün Vatan’daki başyazısında komutanların bu tutumundan duyduğu rahatsızlığı şöyle belirtmişti: “Askerin kendi başkomutanına reva gördüğü muamele sadece AKP’ye oy veren vatandaşları değil, Gül’den en az askerler kadar endişe duyan laik demokrat çevreleri de rahatsız etmiştir. Vatanseverliğin fikirlerimizi başkalarına zorla kabul ettirmekten değil, hür seçimle ortaya çıkan millet iradesine saygı göstermekten geçtiğine inanıyoruz. Silahlı Kuvvetlerimizin ilişkilerini, Cumhurbaşkanı Gül’ün laik cumhuriyete bağlılığı konusundaki taahhüdünü kanıtlamasına yardımcı olacak biçimde düzeltmesini diliyoruz.”

Belirtmekte yarar var.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e karşı komutanların devlet gelenekleriyle de ters düşen bu tavırları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin toplumdaki, sokaktaki adamın gözündeki saygınlığını da olumsuz etkileyecektir. Komutanların bu hareket tarzı, aynı zamanda yaratabileceği gerginlik ortamıyla Türkiye’nin kendi gerçek gündemine kilitlenmesini aksatabilir. Komutanlar böyle bir sorumluluğu üstlenecekler mi?

İhtimal vermek istemiyorum.

Türkiye’yi germek yanlıştır.

Türkiye’nin bugün gerilim ve kutuplaşmaya değil, her zamankinden çok yumuşamaya ihtiyacı vardır. Bu konuda iktidarıyla muhalefetiyle, askeriyle siviliyle herkese, tüm kurumlara sorumluluk düşüyor.

Gerginlikten sakınmak şart.

Siyasal tansiyonu düşürelim.

Türkiye artık ‘gerçek gündemi’ne dönmek ve boğayı boynuzlarından yakalamak zorunda. Sivil anayasa... AB yolunda kararlı adımlar... Ekonomide mali disiplini kalıcı kılacak sosyal güvenlik, vergi gibi reformlar... Aş ve iş sorununu çözecek istihdam dostu politikalar... Güneydoğu’da barış ve huzura kapıyı açacak hamleler...

Yapacak çok iş var!

Kısacası:

Türkiye değişime kilitlenmek zorunda, bunalıma değil.

Milliyet, 31 Ağustos 2007

Hasan CEMAL

01.09.2007


 

Millî iradeyi kurucu ilkeler mi, evrensel hukuk mu sınırlayacak?

Sayın Abdullah Gül’ün mücadele dolu bir süreç sonunda Çankaya’ya çıkışı, yeni kabinenin açıklanmış olması, Genelkurmay’ın yine buram buram gerginlik ve tehdit kokan ve erken açıklanan 30 Ağustos demeci vs. gazetelerde yazı yazan insanları ister istemez doğrudan güncel konuların içine çekiyor.

Oysa kanımca Türkiye’nin içinden geçtiği bu çok ilginç dönemde güncel konulara pek saplanmadan ülkemizin geleceğini doğrudan ilgilendiren temel konuların artık çok net bir çerçeve içinde tartışılması gerekiyor.

***

27 Nisan askeri müdahalesini izleyen ilk erken seçimde müdahaleye doğrudan muhattap olan bir siyasal partinin yüzde 47 oranında oy alması, müdahalenin temel amacı gibi gözüken cumhurbaşkanlığı seçiminin müdahalecilerin arzularının hilafına bir biçimde gerçekleşmiş olması ülkemizde 1946’dan beri çok ağır aksak işleyen demokrasiyi, millî irade egemenliğini bir biçimde normal rayına yaklaştıracak gibi duruyor. Bundan sonra demokratik millî irade süreçlerine müdahale eskiye oranla çok, ama çok daha zor olacak.

Ancak, 29 Ağustos Salı günkü yazımda da belirttiğim gibi demokrasi ve milli egemenliğin yerleşmesi, kök salmaya başlaması hukuk devleti kavramının da yerleşiyor olduğu anlamına her zaman gelmeyebiliyor. Cumhuriyetimizin demokratikleşmeye başlaması, millî iradenin kök salması çok olumlu gelişmeler ama önümüzde devasa bir hukuk devleti olma mücadelesi var ve emin olan hukuk devleti mücadelesi milli irade meselesinden çok daha dikenli bir konu zira hukukun evrensel anlamda ülkeye yerleşmeye başlaması yerleşik deyimle ‘fincancı katırlarını ürkütmek’ demek.

***

Millî irade denen karar ve temsil sürecinin sınırlanması gerektiğine kuşku yok; hem siyaset bilimi kuramında hem demokrasi uygulamalarında milli iradenin mutlak kullanımının sınırlanması gereği konusunda mutabakat mevcut. Ama, çok önemli konu ve belki de bizim için daha da önemli konu millî iradenin nasıl ve neden sınırlanacağı. Meseleyi çok net koymak gerekebilir; 1950’den günümüze, askeri darbe çirkinliklerini bir kenara koyarsak milli irade hep sınırlanmış, ama maalesef uluslararası kabul görmüş hukuk prensipleri ile değil, Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri tarafından sınırlanmış ve hatta daha da vahim olmak üzere askeri darbeler bile bu kılıfla sunulmuş. Önümüzdeki dönemde de millî iradenin kullanımı sınırlanacak, buna kuşku yok ama şayet daha çağdaş bir ülke ve toplum olacaksak, bu sınırlamalar Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri ile değil hukukun evrensel ilkeleri ile olacak ve zaten öyle de olmalı. Birileri bu yorumumdan hemen kurucu ilkeler ile hukukun çatıştığı saldırısını yaptığımı ileri sürebilir, ama gerçekten böyle bir niyetim hiç yok ama 2023’e giden Türkiye’de artık 1920’lerin ilkelerini milli iradenin tahdit unsuru olarak korumak hem anlamlı değil hem de toplumun zenginleşmesi ve özgürleşmesi önünde önemli bir engel; yüksek yargı, mesela özelleştirme meselesinde, evrensel hukuk ilkelerini değil kurucu ilkeleri referans alarak ülkemizin dünya ekonomisi ile bütünleşmesinde hepimizi ciddi risklere atmadı değil. Yapılacak yeni anayasada milli iradenin sınırlandırılması meselesini nostaljik kurucu ilkelere değil de evrensel hukuk ilkelerine emanet etmek hem AKP’yi evrensel hukuku kerteriz aldığı için rahatlatır hem de yoğun laiklik endişesi taşıyan kesimler kendilerini evrensel hukukun güvencesi altında hissederler. Kimilerinin tüylerini diken diken eden ikinci cumhuriyet meselesi de demokratikleşmeye başlayan cumhuriyetin hukuk devleti ile taçlandırılması talebi, milli iradenin kurucu ilkeler ile değil de evrensel hukuk ile sınırlandırılması talebinden başka bir şey değil.

Star, 31 Ağustos 2007

Eser KARAKAŞ

01.09.2007


 

Yerimizi karıştırmayalım

İLK işaretler pek iyi değil. Yeni Cumhurbaşkanının siyasi kimliğinin devletin en üst değerleriyle çatıştığı inancı özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst kademelerinde yaygın. Bireysel olarak söyleyelim... Biz de o görüşteyiz.

Ama başka mesele var... Örneğin, önceki akşam hükümet ilan edildi. Buna ilişkin haberler medyada mecburen önemliymiş gibi sunuldu. Ama herkesin gözü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de katıldığı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ndeki diploma törenindeydi.

Gazeteler ve televizyonlar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona gireceği anons edilince kimin hemen, kimin ağırdan alarak ayağa kalktığı... Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yerine oturmak için Cumhurbaşkanı’nın oturmasını beklemediği... Bir öğrenciye diplomasını vermek için yerinden kalktığı ve diplomayı verip yerine döndüğü sırada Cumhurbaşkanı’nı selamlamadığı gibi olağan koşullarda kimsenin dikkat etmeyeceği ayrıntılarla doluydu.

Açık konuşalım... Bu böyle gitmez.

Bunun böyle gitmeyeceğini öncelikle Genelkurmay Başkanlığı’nın görüp kabul etmesi ve Sayın Büyükanıt’ın kendi tavrını hızla gözden geçirmesi gerekir.

Çünkü istesek de istemesek de ortada meşruiyetini reddedemeyeceğimiz bir Cumhurbaşkanı var. Ortada bin yılı aşkın süredir bağımsız yaşamış bir ulusun uzun süre boyunca oluşturduğu “devlet” gelenekleri var. Ortada, milletin hakemliğiyle ulaşılmış bir sonuç var.

Sayın Genelkurmay Başkanının duygularını da, CHP’de somutlaşan tepkileri de anlıyoruz... Kişisel olarak bunların çoğunu paylaştığımızı da söyleyelim. Ama iterek, kakarak, tavır koyarak ve daha da önemlisi yeni kuşaklara kötü örnek teşkil eden yanlışlar yaparak bir yere varma olanağı yok. Bunu görelim. Milletin verdiği karardan ve onun sonuçlarından memnun olmayanlara söylüyoruz. Kavgayı böyle “beyhude” denecek zeminlerde vermeyin.

Kavga “kaybedilecek yerde” ve “kaybedilecek zamanda” verilmez. Kavgaya girmenin birinci kuralı “kazanacağınızdan emin olmak”tır.

Hele askerin böyle bir konuda taraf olmaya yani millî iradenin belirlediği siyasi iktidarı beğenmeye veya beğenmemeye hiç hakkı yok...

Bu gerçeği hepimiz görmek zorundayız. Yoksa gereksiz yere bu ülkeyi felakete sürükleriz. İkincisi... Asker dışındaki tüm bireylerin hem siyasi iktidardan memnun olmama hakkı vardır hem de bunu ifade etme, o siyasi iktidarı meşru yoldan değiştirmeye çalışma hakkı vardır.

Onu yapma görevi de öncelikle anamuhalefet partisine düşer...

Muhalefete, özellikle anamuhalefet partisi CHP’ye soralım:

AKP’yi Türkiye’nin başından uzaklaştırmak için planınız var mı? Varsa ne? Açıklar mısınız?

Yoksa hiç konuşmayın...

Hürriyet, 31 Ağustos 2007

Oktay EKŞİ

01.09.2007


 

“Bölücülük”

DTP lideri Ahmet Türk’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelttiği suçlama oldukça ağır. Türk, 30 Ağustos resepsiyonuna DTP milletvekillerini davet etmeyen Genelkurmay’ı “bölücülük”le itham ediyor.

Ordu’nun DTP’yi, PKK’nın legal-siyasî uzantısı olarak gördüğü açık. PKK terörü ile mücadele ederken çok sayıda şehit veren Silahlı Kuvvetler’in kendi mensuplarının ruhuna ve duygularına tercüman olduğu da ortada. Askerler, terör ve siyaset arasında kurdukları sebep sonuç ilişkisine göre DTP üzerinden PKK’ya karşı tavır koymuş oluyorlar. Yüksek komuta kademesinin, sıcak çatışma içindeki personelinin moralini yüksek tutmak, motivasyonunu artırmak için böyle bir tutum içine girmesi, askerlik mesleğinin gereklerine uygun görünüyor.

Yine de ortada sonuçları itibarıyla açıklanması zor bir durum var. Anayasal nizam içinde halkın oyunu alarak, devlet içindeki egemenliği kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üyesi sıfatı kazanan DTP’li milletvekillerinin, diğerlerinden farklı bir muameleye tabi tutulması “normal” bir durum değil. Çünkü bu ayrımcılığın muhatabı, o milletvekillerinin şahsında onlara oy veren vatandaşların tamamı. O zaman Ahmet Türk’ün “bölücülük” ithamını ciddiye almak zorundayız.

Gerçekte sorun nerede?

Sorun askerin siyasetin içinde olmasında. Çözemediğimiz sorunların, lüzumsuz gerginliklerin arkasında hep bu gerçek duruyor. Silahlı güç ile siyaset arasındaki geçişkenlik sorun çözme yeteneğimizi azaltıyor. Askerin terörle mücadeleyi azim ve kararlılıkla sürdürebilmesi için, PKK’ya karşı sert bir tavır koyması mantıklı. Aynı şekilde demokratik siyasetin de DTP’nin Meclis’teki mevcudiyetinden istifade ederek Türkiye’nin etnik sorununa çözümler bulması, bunun için çareyi Ankara’da arayan DTP’lilere en azından “normal” davranması gerekiyor. Birincisinin disiplin ve hiyerarşiyi; ikincisinin de özgür bir ortamı ve çoğulculuğu koruması gerekiyor. Sorun, disiplinli ve hiyerarşik bir yapıda olması gereken silahlı gücün, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik siyasete kural getirmeye kalkmasından kaynaklanıyor.

Sapla samanı birbirinden ayırmamız lâzım. Siyaset üzerinde hak ve yetki iddiası olan bir ordunun ne kendine ne de ülkeye hayrı olmaz. Askerin siyasete müdahalesi demek, yaşadığımız tecrübelerin gösterdiği üzere ülkeye korkuların, güvensizliklerin egemen olması demek. Çünkü asker için elzem olan disiplin ve hiyerarşi, üreten, rekabet eden ve gelişen bir toplum için diri diri mezara girmek demek. Toplumda var olan çoğulculuğun uyumunu aramak yerine tekdüzeliğin zoraki hakimiyeti o mezarın içinde yaşamaktan farksız.

Meclis Başkanı, DTP’lileri Meclis’in 1 Ekim ve 29 Ekim resepsiyonlarına davet edeceklerini açıkladı. O zaman şu sorunun cevabını aramalıyız. Türkiye’nin yakıcı etnik sorununun çözümüne TSK’nın DTP’lilere karşı ayrımcı tutumu herhangi bir katkı sağlayacak mı?

Tekrarlıyorum: Sorun TSK’nın DTP’lilere yaklaşımı değil. Sorun askerin siyasî alandaki ağırlığından kaynaklanıyor. Bir gerçeği artık öğrenmeliyiz. Devlet içindeki egemenliği ve bu egemenliğe dayanan görev ve sorumlulukları yerine getiren kurumlar birbiriyle rekabet etmek için değil, işbölümü içinde birbirini tamamlamak için vardır. Biri diğerinin yetkilerine göz dikerse veya onu engellemeye ve iş yapamaz hale getirmeye çalışırsa sonuçta ortada devlet diye bir şey kalmaz.

Türkiye’nin etnik sorununun üniter yapı içinde çözülmesi ve toplumsal entegrasyonun sağlanması gerekiyor. Bu sonuca birilerini dışlayarak değil, herkesin rıza göstereceği hukuk çerçevesinde mümkün olan en büyük ortak paydayı oluşturarak ulaşabilirsiniz. Demek ki demokrasi, artık millî birlik ve bütünlüğün de tek çaresi.

Hepimiz farklı çözümler üreten, kendi içinde rekabet ederek en iyiye ulaşmaya çalışan ve toplumun her rengini temsil eden siyaseti takip etmeliyiz.

31 Ağustos 2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

01.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri