Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Askerî yabancılaşma

Taha Kıvanç’ın dünkü yazısında şöyle bir paragraf vardı:

“Kafamın almadığı yön şu: Bizde askerler toplumun ‘orta sınıf’ ailelerinin çocukları... Çoğunun annebabası ile Abdullah Gül’ün annebabası arasında bir fark yok. Hayatıyla ilgili belgesellerde izliyorsunuz; yeni cumhurbaşkanının ailesinde esnaf, tüccar, sanayici olduğu kadar profesör, şair, yazar ve sanatçı da var. Ortalama bir Türk ailesi. Komuta kademesini teşkil eden komutanların aileleri de, eminim, öyledir... Benzerler birbirini çeker miydi, iter miydi?” (Yeni Şafak, 1 Eylül )

Kıvanç özetle “Benzeri toplumsal kesimlerden geldiklerine göre, bu çekişme niye” demeye getiriyor.

Bu yaklaşım, tabii içinde bir ironiyi barındırmıyorsa, gayet iyimser, ancak gerçekçi değil.

1970’li yıllarda Avrupalı Marksistler bu konuyu epey tartışmıştı.

Bazıları bir sınıfın ya da bir zümrenin siyasi davranışını anlayabilmek için onu oluşturan bireylerin kökenini araştırıyordu. Diğerleri ise kökenleri araştırmanın bir anlam ifade etmediğini, önemli olanın diğer sınıflarla ilişkiler ve yeni konumun getirdiği çıkarlar olduğunu öne sürüyordu.

***

Bu tartışmayı daha iyi anlayabilmek için silahlı kuvvetlere bakmak gerekir. Köken araştırmalarının nasıl hataya düşebileceğini o noktada görebilirsiniz. Sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde (özellikle de “ gelişmekte “ olanlarda) ordunun yönetim kadrosunu oluşturan subaylar, orta ve alt sınıftandır. Aileleri memurdur, işçidir, esnaftır...

Ancak bu subaylar daha sonra geldikleri kesimin kültüründen ve ideolojisinden koparlar. Bu kopmayı sağlayan öğelerin başında “eğitim “ gelir.

“Eğitim” deyince aklınıza biz sivillerin de geçtiği “ilk-lise-üniversite vs” eğitimi gelmesin. Askeri okullarda özel bir eğitim verilir ve meslek derslerinin yanı sıra “doktrin dersleri” önemli yer tutar.

Hatırlıyorum: Biz küçükken mahallemizde Oktay adlı bir arkadaşımız vardı. Bizimle birlikte sokakta top oynar, erik aşırır, kızlara laf atardı.

Derken Oktay hava okuluna girdi. Uzun süre ortalıkta görünmedi. Derken bir gün okul üniformasıyla karşımıza çıktı. O bildiğimiz Oktay gitmiş, yerine başka birisi gelmişti.

Biz siyasi konulardan pek çakmazdık. Oktay ise her konuyu siyasete bağlıyordu. Ecevit’i ve Demirel’i kötülüyor, lafı dönüp dolaşıp Atatürk’e getiriyordu. (Artık bizim oyunlarımıza katılmadığını herhalde söylememe gerek yok.)

Oktay’a mahalleli gençler saygı duyuyordu ama nasıl söyleyeyim, “o artık bizden değildi.” “Yabancılaşmıştı.”

“Bilen adam” olmuştu: Hangi meseleden söz etsek, Oktay’ın Atatürkçü bir çözümü vardı. Bizi küçük gördüğünü hissediyorduk.

Sadece kelimeleri, bakış açısı, siyasi görüşleri değil, “vücudunun duruşu” dahi değişmişti Oktay’ın ve bütün bunlar yaklaşık iki yılda

meydana gelmişti.

Sonra ne oldu bilmiyorum.

***

Güçlü eğitim... Bir doktrine bağlanma... Hedefi ve tarihi aynı ve silah kullanma yetkisine sahip bir grubun parçası olarak yaşama... Kendini üstün görme...

Bu ve benzeri nitelikler, subayları toplumsal kökenlerinden kopartarak kendilerine özgü bir zümre oluşturmalarını sağlar.

Nüfusun önemli bir bölümünün köylülerden oluştuğu ülkelerde, ordu “yönetici sınıf” gibi davranabilir, sivil bürokrasiyle, bazı siyasi partilerle ve profesyonel (doktor, avukat, vs.) sınıflarla ittifaka girerek dediğini yaptırabilir.

Sadece dediğini yaptırma da değildir olay. Ayrıca kendi egemenliğinde geçen süreçte maddi ve manevi imtiyazlar edinmiştir.

Buna karşılık... Köylülerin azaldığı... Sermayenin güçlendiği... Eğitimli insan sayısının arttığı toplumlarda ise ordu ciddi bir dirençle karşılaşır.

Sonuçta “geri adım” atmayı mesleki ideolojisi gereği “yenilgi” saydığı için de, ordu ile yükselen sınıflar arasında gerilim doğar, siyasi krizler çıkar.

Oktay arkadaşımla bir araya gelsem de bunun bir yenilgi değil, gelişen Türkiye’nin zaferi olduğunu anlatabilsem. Kabul eder mi dersiniz?

Sabah, 2 Eylül 2007

Emre AKÖZ

03.09.2007


 

Gül de, Demirel’in yemin törenine katılmamış

(...)

Türkiye de artık pek çok “çocukluk hastalığını” geride bırakmış bir ülke olarak “hakikati”n esas alınması gereken bir ülke değil mi?

Ben de kendimi Türkiye’nin hızla yetişkin bir çağa adım atan ülke olduğunu düşünenler arasında görüyorum.

Hem de—gerçekten—öyle böyle değil, inanılmaz bir hızla...

İsterseniz önce—içinizden bazıları belki “sırası değil” diyecek ama—yakın tarihten siyasete ilişkin bir çocukluk hastalığını hatırlatayım:

Biliyorsunuz, CHP, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “yemin töreni”ne katılmadı.

Tamam, söz konusu törene katılmayan başkaları da vardı ama şimdi konumuz siyaset olduğu için bunları bir kenara koyalım.

Bir siyasi partinin—hem de anamuhalefet partisinin—usulüne uygun olarak seçilmiş bir cumhurbaşkanının yemin törenine katılmaması tek kelimeyle bir skandaldır. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin seçilmemesi için elinizden gelen her şeye yapmış olabilirsiniz; bu “her şey” de bir ölçüde anlaşılabilir. Ama karşı çıktığınız kişi artık seçilmiş, TBMM Başkanı tarafından TBMM’ye davet edilmiş ise, “katılmamız için ortada bir sebep göremiyoruz” diye ısrar etmekten daha münasebetsiz bir davranış olabilir mi?

Ama durun; şimdi sözünü edeceğim olayı, yani “çocukluk hastalığını” da hatırlayın:

Bugün CHP’nin yemin töreninden uzak durduğu cumhurbaşkanı Gül de 1993’de cumhurbaşkanı seçilen Süleyman Demirel’in “yemin töreni”ne girmeyenler arasında değil miydi?

Hatırlıyorsunuz: 1991’de MHP (ve Edibali) ile ittifak yaparak seçimlere giren Refah Partisi milletvekilleri de Demirel’in cumhurbaşkanlığını tanımadıkları belirtmek için yemin törenine katılmamışlardı.(...)

O halde Mendes France’ın sözlerini hatırlayarak söyleyelim: 93’te Refah ve 2007’de CHP’nin “yemin töreni”nden kaytarması—birisi tarih olmuş—bu her iki siyasal partinin de “siyaset” denince akıllarından iyi şeylerin geçmediğinin delilidir. Eğer bir siyasi parti siyasi mücadelesini “Anayasa”yı (her ne ise) esas alarak devam etmek zorunda ise, Anayasa’nın pek çok faslını oluşturan bir makama usulüne uygun olarak seçilmiş bir kişinin (kim olursa olsun) yemin töreninden kaytaramaz... Yani büyük ölçüde al birini vur ötekine...

Madem ki bugünkü merkez konumuz “yemin töreni”dir, o halde söz konusu törene katılmayan “diğerleri” hakkında da—yine Mendes France’ın sözlerini hatırlayarak—şu iki lafı edebiliriz:

Bu manzaranın adını “ikili iktidar” ya da “İktidarın ikiciliği-düalitesi” olarak koyabiliriz. Bu konu çok, hem de çok önemli. Tamam, söz konusu kavramın (“iktidarın ikiciliği”) bir zamanlar Troçki ve Lenin başta olmak üzere pek çok marksisti ciddi olarak meşgul etmiş “sınıfsal” içerikli analizinin devri geçmiştir. Ama yine de farklı içerikle ve bazı coğrafyalarda işimize yarayan bir kavramdır hâlâ.

Burada söz konusu olan—veTürkiye’nin artık taşıyabileceği—”hakikat” de şudur: Yemin töreni davetlileri bilmelidirler ki, bu ülkede de iktidar tekdir. “İktidarın birliği” ilkesi gereği tekdir. (“Kuvvetler ayrımı”ndan söz etmediğim anlaşılmıştır herhalde.) Türkiye de (artık) kendisini “yemin töreni” (törenleri) ile başlayıp “davetler”de sürdürecek bir “ikili” yapıyı kaldıramaz. Dolayısıyla herkes işini gücünü bilmeli, bilmediği takdirde de –bu işi fazla uzatmadan- istifası-istifaları istenmelidir.

Yeni Şafak, 2 Eylül 2007

Kürşat BUMİN

03.09.2007


 

Demirel’den Gül’e: Allah muvaffak etsin

Süleyman Demirel:

- Eşim ve ben, Cumhurbaşkanı seçilmenizden dolayı sizi kutluyoruz... Ülkemize, milletimize hayırlı olsun.

Abdullah Gül:

- Çok teşekkür ederim... Beni duygulandırdınız.

Süleyman Demirel:

- Üstlendiğiniz bu yüksek devlet görevinde, Cumhuriyet ve demokrasimize yapacağınız hizmette Allah sizi muvaffak etsin.

Abdullah Gül:

- Sağ olun... Herkesin desteğine ihtiyacım olacak... Desteğinizi esirgemeyin.

Süleyman Demirel:

- Allah yardımcınız olsun... Türkiye’nin huzur, sükun ve kalkınmaya ihtiyacı var... Bu büyük devlet vazifesinde başarılar diliyorum.

Abdullah Gül:

- Çok teşekkür ederim.

***

Abdullah Gül 28 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı seçildi.

Yukarıdaki konuşma 29 Ağustos sabahı oldu.

***

- Sayın Demirel... Sayın Cumhurbaşkanı’nı nasıl tanırsınız?

- Sayın Gül sakin insandır... Deneyimi vardır... Ama 4 aya yakın zamandır çok eleştiri oldu... Keşke bunlara meydan verilmeseydi.

***

- Sayın Demirel... Sayın Cumhurbaşkanı ne yapmalı?

Demirel’in yanıtı:

- Her yiğidin kendine göre bir yoğurt yeme tarzı vardır.

- Herkes kendi işine kendi damgasını vurur.

- Artık inisiyatif kendisindedir.

***

Ve Demirel’den son değerlendirme:

- Sürmekte olan tartışmalar iç açıcı değil... Allah muvaffak etsin.

Sabah, 2 Eylül 2007

Yavuz DONAT

03.09.2007


 

Çankaya değiştirir

(...)

Rejim muhalifine her ülkede rastlanır, ama Türkiye’de nedense sistem seri üretime ayarlıdır.

İnanmıyorsanız 12 Eylül öncesine bakın.

Türkiye’deki imanlı Marksist sayısı muhtemelen Sovyetler Birliğinden fazlaydı.

Muhalefetin kitleselliği iki sonuç yarattı: Siyasetin merkezi sağa-sola kaydı, bu bir.

Rejim bekçisi konumundaki Türk Silahlı Kuvvetleri, elini ayağını siyasetten çekmedi, bu da iki.

Ama daha kötüsü, muhalefeti siyaseten eritemeyen yerleşik düzen faullü oynamaya başladı.

12 Eylül öncesinde her kış vakti komünizmi bekleyenler MHP’yi sokağa sürdü.

Darbeden sonra sola ve ülkücülere panzehir olarak Türk-İslam sentezi uyduruldu.

Bakıldı ki siyasi İslam yükseliyor, etnik tansiyon artıyor... 12 Eylül mağduru sol kesimin ulusalcı damarı kaşındı, İslam’a/Kürt’e karşı derin ittifaka gidildi.

* * *

Şimdi isterseniz bu şablona isimleri siz yerleştirin, dilerseniz yardım edeyim: 1970’lerin sol tehdidi, Bülent Ecevit’i rejimin ve askerin gözünde tehlikeli kıldı, merhumun başına gelmeyen kalmadı. Ama 1990’larda, Sovyetler dağıldıktan sonra Ecevit’in söylemi tehdit olmaktan çıktı. Devletle tam uyum içinde başbakanlık yaptı, son yolculuğuna rejim bekçisi sıfatıyla uğurlandı.

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de aynı sırat köprüsünden geçti. İkinci siyasi yaşamında mağduru olduğu darbeleri unutmadan 28 Şubat sürecini yönetti.

Demek istediğim şu ki, yerleşik düzenin düşman eşkáli ile ittifakları;

1) Dış konjonktüre,

2) İç tehdide göre dramatik şekilde değişiyor.

11 Eylül, dünya dengelerini değiştirdi.

Türkiye’de siyasi İslam, küresel gidişe ayak uydurdu.

AB entegrasyonu yerleşik düzeni rahatsız etti.

Ve bu dönemin rejim muhalefetine simge olarak türban seçildi.

Türbanlı genç kızlar “olur mu hiç” diye boşuna tepki göstermesin. 40 yıl önceyi hatırlayan bilir, o tarihte bugün sıradan ve masum sayılan “Bağımsız Türkiye” sloganı bile sakıncalıydı.

Yani her rejim, kendi muhalifini ve simgesini seçer.

Ama düşmanlar ve müttefikler konjonktüre göre değişir.

“Bağımsız Türkiye” yüzünden yenilen dayaklar nasıl unutulduysa türban eziyeti de bir gün mazi olur.

***

11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Köşk’e rejim muhalifi olarak çıktı. Ama öyle kalmayacak. Çünkü önümüzdeki 7 yılda, Türkiye’ye türbandan çok daha büyük tehdit oluşturacak dış gelişmeler kapıda.

Irak, İran, Ermeni soykırımı meselesi gibi sorunlar yakında türbanı unutturur.

Abdullah Gül’ü de tıpkı geçmiş örneklerde olduğu gibi rejimin bekasına hizmet eden Cumhurbaşkanı konumuna taşırsa kimse şaşırmasın.

Hürriyet, 2 Eylül 2007

Enis BERBEROĞLU

03.09.2007


 

Reform zamanı

Avrupa Birliği’nde bir aylık yaz tatili bugün sona eriyor. AB Komisyonu komiserlerini ve onlara bağlı bürokratları epey iş bekliyor.

Özellikle de Olli Rehn’in sorumlu olduğu genişleme komiserliğinin Türkiye masasını. Çünkü İsveçli diplomat Christian Danielsson’un yönettiği bu birim 2.5 ay içinde 2007 İlerleme Raporu’nu hazırlayacak. AB’deki hem Türkiye dostlarının, hem de karşıtlarının sabırsızlıkla bekledikleri raporu.

Doğrusu o bürokratların yerinde olmak istemezdik. Rapor, adı üstünde, Türkiye’nin AB’ye uyum için son bir yılda kaydettiği ilerlemeleri konu alacak ama ortada kayda değer ilerleme yok.

Hele AB’nin ve özellikle Türkiye’nin sıkı destekçisi olan Komisyon’un dört gözle beklediği adımların hiçbiri atılmadı.

Türk Ceza Kanunu’nun 301’nci maddesinde değişiklik mi? Ankara’nın tutumu: Nazik konu. Sürecin gelişmesini beklemek gerekiyor. Anlamı? Toplumda ve parlamentoda “Konsensüs” eğilimi ortaya çıkıncaya kadar değişiklik beklemeyin.

Güney Kıbrıs’la limanlar sorunu mu? Ankara’nın politikası: Tek taraflı adım atmama kararlılığımız sürüyor.

Azınlıkların hakları, Vakıflar Kanunu’nda değişiklik, Heybeliada Ruhban Okulu mu? Ankara’daki hava: Vakıflar Yasası’nda bir şeyler yapılabilir ama diğer sorunlarda kısa vadede gelişme olmaz.

Türkçe dışındaki dillerde (Yani Kürtçe) eğitim hakkı mı? Ankara’nın cevabı: Yeni Anayasa’da birtakım açılımlar olabilir.

Liste Güneydoğu’dan ortak tarım politikasına kadar onlarca maddeyle uzayıp gidiyor.

***

Ankara da iyice sıkıştı

AB Komisyonu’nun Türkiye masası görevlileri bu “Sıfır” ilerlemeyle nasıl bir İlerleme Raporu kaleme alabilecekler? Oysa Komisyon, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin taktik yumuşamasının Brüksel’de ve Avrupa kamuoyunda yarattığı olumlu havanın boşa gitmemesi için Türkiye’nin elini güçlendirecek bir rapor hazırlamak istiyor.

İşte o yüzden gerek dönem başkanı Portekiz, gerek Avrupa Parlamentosu, gerekse tatil döneminde Brüksel’de nöbet tutan Komisyon sözcüleri, 22 Temmuz seçimlerinin ardından Ankara’ya göndermeye başladıkları mesajları Çankaya sorununun çözülmesiyle birlikte iyice sıklaştırdılar. Dedikleri şu: “2.5 ayı iyi değerlendirin. Rapordan önce bir şeyler yapın. Yıl sonundaki AB zirvesinde Türkiye’yi tartışmaya açmak isteyenlere mermi vermeyin. Hiç değilse birkaç reform yasasını Meclis’ten geçirin.”

Ne yazık ki, bu çağrıların yankı bulması “Pratik” olarak mümkün değil. AB Komisyonu gibi, Ankara da takvim açısından sıkıştı:

***

Eylem Planı ve Gül’ün gezileri

Meclis, 60’ıncı Hükümet’in güven oylamasından sonra 5 Eylül’de tatile girecek. 1 Ekim’de başlayacak yeni yasama yılında önce komisyonların oluşturulması gerekecek. Bu da nereden baksanız, 10 gün alacak. Geldik mi Ekim ortasına.

Ondan sonra raporun açıklanmasına kadar topu topu bir ay kalıyor. Gerçi Meclis’ten istenince bir günde bile yasa çıkarılabiliyor ve artık Çankaya da netameli yasalar için eskisi kadar zorlu engel değil. Ancak Meclis’te AB’nin beklediği bazı düzenlemelere kesinlikle karşı olan cephe de genişledi; CHP’ye bir de MHP eklendi.

Bu tablo, ne yazık ki, 2007’nin reformlar için kayıp yıl olacağı anlamına geliyor. Zaten hükümet de bunu göze aldı, geçen Nisan’da açıklanan AB Müktesebatına Uyum Programı’nda 2007’de yasal düzenleme öngörmedi.

Ama biz umudumuzu kesmedik. Hükümet Programı’nda ve Acil Eylem Planı’nda tarihlere bağlanmış reform takvimi açıklanırsa ve bir de buna Cumhurbaşkanı Gül’ün başta Brüksel olmak üzere birkaç önemli AB ülkesini ziyareti eklenirse, İlerleme Raporu’ndaki notu belki kurtarabilir.

Sabah, 31 Ağustos 2007

Erdal ŞAFAK

03.09.2007


 

Gerilim yükseltmenin dili

30 Ağustos’ta davet edilmeyen, davet edilmediği özel bir biçimde duyurulan taraflardan biri de DTP idi. Bu ‘tavır’ topluma da ilan edilince, Ahmet Türk, “Kimin ‘bölücü’ olduğu ortaya çıktı” mealinde bir söz söyledi. Şimdi okuduğuma göre bir savcı bu söz üzerine bir soruşturma başlatmaya hazırlanıyormuş. Bu da tamamen ayrı bir yazı konusu ama hukuk kurumları 22 Temmuz öncesi anlayışlarıyla çalışmaya devam etmek kararındaysa, işimiz var.

Gene bu sabah Sabah’ta okuduğuma göre İlker Başbuğ bu davet tavrının gerekçesi olarak ‘Her gün şehit geliyor ve bunlar PKK’ya terörist demiyor’ şeklinde bir açıklama yapmış.

Kurumların davranışları ‘formel’ olmak zorundadır. Seçim kazanıp gelmiş insanları, gene formel-hukuki olmayan bir gerekçeyle (ki, Başbuğ’un söylediği böyle bir tanıma uymuyor) dışlamak, bizatihi prosedürü bozan bir davranıştır.

Ama bugün özellikle bu davet ya da Kürt sorunu üstüne yazmak istemiyorum. Belli ki o ikinci üstüne yazmayı gerektirecek daha çok vesile çıkacak. Bugün, geçen günkü gibi, ‘gerilim tırmandırmak’tan ve bu işi yaparken ‘dilsel kullanım’ın nasıl bir işlev gördüğünden söz etmek istiyorum.

Bugün Türkiye’de çok ciddi, aşılmaz bir gerilimin nesnel bir temeli artık yok ya da birtakım gerilimlerin kaynakları gerçekten varsa bile onlar her gün önümüze sürülen noktalarda değil. Son günlerin törenlerinde, kendine özgü bir işaret diliyle verilen mesajlar, daha doğrusu, bugün hâlâ bu tür mesajların verildiği, alınıp yorumlandığı, buna göre siyaset oluşturulduğu bir dünyadan çıkamamış olduğumuzun anlaşılması, epey vahim bir durum. Bunlar şimdi adım attığımız dönemin de atmosferini bulandıracaksa, bu tip gerginliğin TSK’dan geldiği görülüyor. Dünkü gazetelere baktığımda, aralarında birçok ciddi görüş ayrılığı bulunan yazarların bu noktayı tespit etmekte birleştiğini gördüm. Oktay Ekşi gibi ben de ‘Bu böyle yürümez’ diyorum.

Hiçbir sağlıklı toplum, bu gerilim yüküyle yaşamaz, yaşayamaz.

TSK adına yayımlanan bildiriler, açıklamalar, ‘muhtıra’lar, ne diyeceksek, neredeyse kural olarak, geçenlerde gene telaffuz edilen ‘şer odakları’ türünden kavramlarla dolu oluyor. Bunların ne olduğu da çok belli değil. Sözgelişi, ‘irtica’ yönünde atış yaparken ‘şer odağı’ dediğinizde, kimi kastediyorsunuz? Almanya’daki Metin Kaplan gibi birini mi, Amerika’daki Fethullah Gülen gibi birini mi, yoksa AKP’yi mi? Kemalizm yönünde bir ‘uyarı’da bulunuyorsanız, size göre kim ‘münafık’? ‘Gök gözlü deccal’ türü, bu konuda söylendiğini bildiğimiz, ipe sapa gelmez, gerçekten ‘mürteci’ bir gayzla bağırıp çağıranlar mı, yoksa bu dünyanın geçerli akademik-bilimsel kavramları ve değerleriyle nesnel bir Kemalizm eleştirisi yapanlar mı?

Bunların belirsiz bırakılması da bir ‘politika’ olabilir -ama iyi bir politika değil. Çünkü, ‘analitik’ olmayı imkânsızlaştıran her şey uzun vadede faşist mugalatanın üzerinden geçeceği yolları hazırlar.(...)

Radikal, 2 Eylül 2007

Murat BELGE

03.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri