Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yağmur duasıyla alıp veremediğiniz ne?

Asıl ne zaman umutsuzluğa kapılıyorum, biliyor musunuz? Basında yıllarca üst düzey görevler yapmış, düşüncelerini istediği gibi kamuoyuna sunabilme imkânına sahip kişiler çok hayati konularda çok ucuz klişeleri pişirip pişirip önümüze koydukları zaman...

Geçen gün Hürriyet’in eklerinden birini açtım.

Küresel ısınma üzerine kocaman, sayfa boyu bir makale çıktı karşıma. Ne güzel, dedim.

Hevesle okumaya niyetlendim ama başlığa takıldım ve öylece kaldım.

Neden mi?

Çünkü makalenin yazarı Yalçın Doğan Dünya İklim Konseyi’nin son raporunu anlatmak için artık mahalle kahvelerindeki sohbetlere bile renk katmayacak bir başlıkla yola çıkmayı tercih etmişti: “Global ısınmayı yağmur duasıyla çözemeyiz.”

Allah Allah!

Yağmur duasına çıkanların böyle bir hedefi vardı da biz mi bilmiyoruz?

Tabii yazının içindeki şu çalımlı laf asıl maksadı ortaya koyuyordu: “Türkiye’nin de anlamsız yağmur duaları yerine bu raporları gözden geçirme zamanı!..”

Oysa bilmeyen mi var? Dünyanın her yerinde ve elbette Türkiye’de de birileri yağmur duasına çıkar birileri de o raporları okur, analiz eder, proje yapar...

Ama belli ki yazarın derdi başka! Ne gerçekten küresel ısınma gerçeğini anlatmak istiyor ne de yağmur duası geleneğini tartışmak!

Sanırım onun derdi bir kesim okurun gönlünü çalmak! Halkı “cahil” bulup küçümsedikçe kendini bilgili ve aydın sanan okurun...

***

Burada iki nokta önemli...

Birincisi... Yağmur duasına çıkanları küçümsemeyi kendine baş vazife bilenler nedense hiç ayna karşısına geçmiyor.

Hani uzaktan bakınca sanırsınız ki, hepsi TÜBİTAK’ta araştırmacı.

Hayır!

“A!.. Hiç yağmur duasıyla kuraklığa çare bulunur muymuş canım” diye atıp tutup hemen ardından astroloji ve tarot falına bakanları; her türlü derdine çare olarak reiki yapan ve yaptıranları; istekleri olsun diye “Secret” kitabında yazılanları harfiyen uygulayanları çok gördüm.

Öylesine açık biçimde sosyal-sınıfsal bir konumlanma ki bu!

Mesela bizim köylülerimizin yağmur duasına dudak bükenler Avustralya yerlilerinin (Aborijinler) yağmur dualarını bütün renkliliğiyle anlatan kitapları ayıla bayıla okuyor.

Hani mesele bilim dışılıktı!

Yok, yok! Ne kendinizi ne de başkalarını aldatın!

Mesele sosyal-sınıfsal mesele!

Bizim duacıları sosyal olarak beğenmiyor, fakat öteki duacıları aynı Batılı sömürgeciler gibi pek egzotik ve renkli buluyorsunuz.

***

İkinci noktaya gelince...

Artık küresel ısınmadan söz edecek yazar ve gazetecilerimizden klişelere başvurmak yerine babayiğitlik yapmalarını bekliyorum.

Yazacaksanız...

Bu “vaka”nın ardında sifondan damlayan su, boşa harcanan elektrik, umursamazca havaya salınan karbon gazları falan değil, bütünüyle kapitalist sistemin bulunduğunu yazın!

Yazacaksanız...

Dünyayı bu hale getirenin uygarlık dediğimiz şeyin ta kendisi olduğunu yazın.

Doğal kaynakların sömürüsü üzerine kurulu bir üretim sisteminin ve dur durak bilmeyen tüketim düzeninin rolünü yazın.

Bunları sorgulamayacaksanız yağmur duacılarına hiç bulaşmayın. Çünkü bu hem haksızlık oluyor hem de asıl konuyu gözlerden kaçırıyor.

Hem sevgili Yalçın Doğan herhalde biliyorsundur; (ben hiç katılmıyorum tezlerine ama) bazı bilim adamları çok umutsuz. Ekolojik bozulmanın geri dönüşsüz olduğunu düşünüyorlar.

Yani onlara göre zaten işimiz Allah’a kaldı!

Eh, o zaman duadan anlamlısı var mı?

Vatan, 5.9.2007

Haşmet BABAOĞLU

06.09.2007


 

Ders kitaplarına askerî denetim

Eğer Genelkurmay, günün birinde kalkıp ders kitaplarında Atatürkçülük konularına eksik yer verildiğini iddia ederek, bütün kitapları denetimden geçirmek istediğini söyleseydi; ya da bu konuda çalışma yürüten komisyonda kendisinin de yer alması gerektiğini iddia etseydi, hep birlikte kıyameti koparırdık.

Vay, böyle bir denetim hakkını nereden alıyorsunuz, derdik, Atatürkçülük sizden mi soruluyor, derdik; Genelkurmay’ın ders kitaplarına burnunu sokması askeri rejimlerde olur, siz burayı askeri bir diktatörlük mü sandınız diye veryansın ederdik. Ama şimdi bütün bunları diyemiyoruz. Çünkü Genelkurmay’ın bir suçu yok; Milli Eğitim Bakanlığı davet etmiş, onlar da kabul etmişler. Ehh, paşalarımızın Milli Eğitim Bakanlığı’na demokrasi dersi verip, “Estağfurullah, ne haddimize” demesini de beklemiyorduk, herhalde... Olayın geçmişini bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Konu, Talim Terbiye Kurulu çalışanlarından bir öğretmenin İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, resim-iş, müzik ve beden eğitimi gibi derslerin kitaplarında Atatürkçülükle ilgili konulara eksik yer verildiğini iddia eden başvurusu ile gündeme geliyor.

Olayın bu kadarı zaten yeteri kadar absurd. Normal bir ülkede, böyle bir iddia ileri sürüldüğü zaman insanların ilk aklına gelen soru, “din dersi kitabında, müzik, beden eğitimi ya da resim iş dersinde Atatürk’ün işi ne?” sorusu olur. Ama tabii bizde böyle olmuyor. İşgüzar öğretmenin başvurusu Cumhuriyet Gazetesi’nde de yayınlanınca, Talim Terbiye Kurulu’nun paçaları tutuşuyor; hemen bu kitapları incelemek üzere 9 öğretmenden oluşan bir komisyon kuruyorlar. Bütün bunlar geçtiğimiz Haziran ayında oluyor.

Ama şimdi birden öğreniyoruz ki, Milli Eğitim Bakanlığı bu kadarla da yetinmemiş. Atatürkçülük eksiklerini tamamlamak üzere çalışma yapan komisyonlara Genelkurmay başkanlığını da davet etmiş. Yani bir bakıma, siz bu konuları bizden iyi bilirsiniz, üstelik bizim sizin gibi doktrin komutanlığımız filan da yok; en iyisi Komisyon’a gelin de siz denetleyin, demiş! Ehh, Bakanlık buyrun deyince Genelkurmay da, “rica ederiz, ne haddimize” dememiş haliyle. Genelkurmay bünyesindeki Doktrin Komutanlığı -adı bile ürkütücü- komisyonda çalışmaları için 1 irtibat yarbayı ile 2 subayı görevlendirmiş. Böylece Milli Eğitim Bakanlığı ile ordu karargahı da bir güzel irtibatlandırılmış (!) olmuş. Eminim şimdi Bakanlığın içi artık iyice rahat etmiştir. Ne de olsa adı üstünde Doktrin Komutanlığı; onlardan iyi kim endoktrine edebilir minikleri? Daha da önemlisi artık kim anti-Atatürkçülükle suçlayabilir Bakanlık yetkililerini?

* * *

Evet, yeni bir döneme adım atmanın heyecanı içindeyiz. Askeri vesayet sisteminin sonuna yaklaştığımızı düşünüyor, seviniyoruz. Ama galiba bu vesayeti kaldırmak tek taraflı bir iş değil. Vasinin vasilik yapmaktan vazgeçmesi için, vesayet edilenin de özgürlüğünü kullanmayı bilmesi lazım. Görülüyor ki, bizim seçilmişlerimizin böyle bir tecrübesi yok. Demokrasi konusunda hala hayli acemiler. Bir yandan tam yönetim hakkı talep ediyor, bir yandan da onu kullanma konusunda elleri titriyor. Hele bu acemilik, bir de Genelkurmay’la gerilen ilişkileri yumuşatma isteğiyle birleşince, böyle inanılmaz tavırlar çıkıyor ortaya.

Ben şahsen, yeni hükümetin mevcut gerilimi bir an önce düşürme isteğini anlıyorum. Ama eğer hükümet genelkurmayla ilişkileri ısıtmak için jestler yapmak ihtiyacındaysa, bu tür “gönül alma” jestleri için daha sakıncasız alanlar bulmalı. Kuvvet komutanlarının doğum günlerinde çiçek gönderebilir mesela. Ya da Doktrin Komutanlığı’nın kuruluş yıldönümünde kutlama mesajı çekebilir. Ama böyle, tam da rejimin niteliğini ilgilendiren temel konularda “jest” yapmaya kalkmakla bir çuval inciri berbat ettiklerinin farkında değiller mi?

Bugün, 5.9.2007

Gülay GÖKTÜRK

06.09.2007


 

Bugün iktidarın önünde iki yol var

Birinci yol, önceki dönemde edindiği “sınırlı iktidar pratiği”ni izlemesi, “Müesses Nizam”ın ona çizmeye çalıştığı “kırmızı çizgiler”i aşmayacak biçimde siyaset icra etmeye çalışması, siyasî ve idarî reformlara değil, ekonomiye ağırlık vermesi ve “sorun çıkarmamaya” çalışarak günü idare etmesi. Ancak bunu yapması, hem ülke hem de kendi iktidarı açısından çıkmaz sokağa girmesi anlamına gelecek. Çünkü ekonomik gelişme bazılarının sandığı gibi demokratikleşmeyi otomatik olarak getirmez. Zenginleşme, hukuk devletinin tesisiyle birlikte yürümezse, demokrasiyi de kırılgan bir hale getirir. Bunun Türkçesi şudur: Adaleti gereği gibi tesis etmeden kasayı doldurursanız, hırsızın iştahını kabartırsınız. Öyle bir ortamda “millî hislerle” vatanı kurtarmak isteyen de çok olur.

Hükümetin bu yolu izlememesini gerektiren husus, sadece “kalkınma tamam, sıra adalette” sloganına kulak verip, köklü yapısal sorunları çözsün diye ona oy veren vatandaşlara karşı ahlakî sorumluluğu da değil. Türkiye toplumu, sözünü tutmayan hükümetleri sokakta protesto etmez; ama seçim günü faturayı çıkarır. CHP iktidar olmak için başka bazı güçlere dayanabilir; ama “çevre”den gelen partilerin tek dayanakları olan halkı küstürmeleri durumunda hiçbir şansları yoktur.

İkinci yol, demokratikleşme konusunda kapsamlı ve tutarlı bir perspektifle hazırlanmış bir yol haritası oluşturup, bunun ana merhalelerini belirleyip ve toplumla paylaşıp, her kesimden sivil ve demokrat duyarlılığı olan birey ve grupların da desteğini alarak, cesaret ve kararlılıkla uygulamaktan geçiyor. Bunun bir yöntemi, “programda doğrudan veya dolaylı ifadelerle öngörülen reformların somutlaştırılması” olabilir. Tabii zamanlama da önemli. Demokratikleşmenin gerektirdiği temel düzenlemeleri geciktirmeden, mümkünse “ilk altı ay kuralı”na uyarak (Besim Tibuk, “iktidara gelirsek, ilk altı ayda ne yaparsak odur, sonra yaptırmazlar” demişti), parti içindeki bürokrat zihniyetli unsurlar tarafından engellenmeden gerçekleştirmeye çalışmak gerek.

“Kolay mı bu? Ya bunları yapmaya kalktığında darbe falan olursa?” diyebilirsiniz. Ama ilk bakışta mantıklı gelmese de, tam da bu tür muhtemel badireleri atlatmak için bu ikinci yolda ısrarla yürümek gerek. Yani reformları devam ettirmek sadece ülke için değil, AK Parti iktidarı için de hayatî bir önem taşıyor. Hükümet, varlığını sürdürmek ve iktidarda kalabilmek için sürekli reform yapmak, bu yolda durmaksızın yürümek zorunda. Çünkü attığı her adımla ardında kalan yol siliniyor; duraksamak kötürümleştiriyor. Yüzünü geriye doğru çevirmek ise önceki örneklerin de gösterdiği gibi, ölüm demek.

Bugüne kadar demokratikleşmenin zirvesindeyken yıkılan bir sivil hükümet yok. Tersine, korkularına yenilip içlerindeki statükocu seslere kulak veren, “gerginlik çıkarmama” adına güç odaklarını razı etmeye çalışırken adaleti ve hukuku feda eden iktidarların zevali ortada (Düşünelim; DP, 6-7 Eylül felaketinin tezgahlayıcılarını bulacak cesareti gösterseydi, acaba tarih aynı şekilde mi akardı?) Demokratikleşme yolunda kararlılıkla yürüyen bir hükümetin başarısı garanti olmayabilir; ama bunu yapmaması durumunda başarısızlığı garantidir.

Zaman, 5.9.2007

Bekir Berat ÖZİPEK

06.09.2007


 

Başkomutanın daveti

Komutanların, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün verdiği davete katılamayacaklarını bildirirken kullandıkları gerekçe oldukça tuhafıma gitti.

Komutanların, Gül’ün davetine katılmama nedenleri “Ordu komutanlıklarını ziyaret” olarak açıklanıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en önemli özelliğinin “disiplin” ve “emir komuta zincirine riayet” olduğunu biliyoruz. Böyle bir kurumda astların, üstlerinin uygun gördüğü davetlere başka bahaneler ileri sürerek katılmamaları düşünülemez.

Hele de ileri sürülen gerekçe kolayca “ertelenebilir” bir faaliyete dayanıyorsa.

Abdullah Gül, yürürlükteki Anayasa’ya göre seçilmiş, meşru bir Cumhurbaşkanı.

Siyasi görüşlerini ve hal hareketini beğensek de beğenmesek de, eğer Anayasamızın çizdiği demokratik cumhuriyet ilkelerine inanıyorsak, bu meşruiyeti tartışamayız.

Silahlı Kuvvetler’in iç hizmet kanunu da bunu emrediyor.

Anayasal rejimimizin bir bölümünü benimseyip, bir bölümünü reddetmek düşünülemez.

Silahlı Kuvvetler’in üst komuta kadrosunun, Anayasal Başkomutan’ın davetine uymaları gerekirdi.

Hürriyet, 5.9.2007

Mehmet Y. YILMAZ

06.09.2007


 

Ayinesi iştir kişinin!

Hiçbir iktidar yoğurdum kara demez. Hele bir seçim sonrası yola koyulurken, geleceğe yönelik pembe tablolar çizilmesi siyasetin doğasında vardır.

Bu açıdan Başbakan Erdoğan hükümetinin beş yıllık yeni programı da sürpriz değil.

Öngörülen hedefler güzel.

Yerinde teşhisler var.

Ama tabii önemli olan bu hedeflere hangi yollardan varılacağı, tedavinin nasıl yapılacağıdır.

Hükümet programına bu pencereden bakınca artılar-eksiler dikkati çekiyor.

Bir başka deyişle:

Bazı alanlarda neyin nasıl yapılacağı programda somut olarak ortaya konmuş durumda.

Ama bu açıklığa her yerde rastlanmıyor. Çerçevelerin içi nasıl dolacak henüz belli değil. Bu da doğal olarak soru işaretlerine yol açıyor.

Programın ekonomi bölümünün son derece somut olduğu söylenebilir.

Yol haritası belli.

Atılacak adımlar sır değil.

Son beş yılda denenmiş ve iyi sonuç alınmış yol haritası ile birlikte yeni ekonomi yönetimi de, programın ekonomik bölümü konusunda iyimserliğe neden olabiliyor.

Avrupa Birliği hedefine kilitlenmiş olması programın bir başka olumlu yanı. Türkiye’nin AB yoluna ilişkin doğru, isabetli tariflerin varlığı, hükümetin bu konudaki kararlılığını gösteriyor.

Ama eksik olan bir şey var.

Hükümet programı, ekonomiden farklı olarak, AB yolu konusunda örneğin 301 gibi, Vakıflar Yasası gibi, Kıbrıs ve limanlar gibi bazı somut adımlar gerektiren konu başlıklarını açıklamaktan kaçınmış...

Bu yüzden denebilir ki:

Programın AB hedefine kilitlenmiş olması iyi ama çerçeve nasıl dolacak belli değil.

Tabii akla takılıyor.

Belki de hükümet bu tutumu bilinçli olarak, eski deyişle taktik icabı benimsemiştir.

AB ile kapalı kapılar arkasındaki nabız yoklamalarının ışığında hükümetin elini zamanla daha açacağı, adımlarını sıklaştıracağı söylenebilir.

Bu konuda Başbakan Erdoğan’ın gelecek ay bir AB başkentleri turu yapması gündemde.

Erdoğan’ın böyle bir tura eli boş çıkması beklenmiyor.

Yolculuğa bir elinde AB ile uyumun gerektirdiği yeni bir paket, öbür elinde geliştirilmiş sivil anayasa taslağıyla başlaması uzak ihtimal değil.

Hükümet sivil anayasa projesine büyük umutlar bağlamış durumda. Bir demokrasi projesi olarak sivil anayasayı devrimci bir gelişme olarak gören ve heyecan duyanlar bir hayli fazla AKP yönetiminde...

Sivil anayasa taslağının belli aşamalarda kapalı kapılar arkasında oluşturulması normal. Ama daha sonra mümkün olabilecek en geniş katılımcılığın sağlanması, sivil bir uzlaşma anayasası için bir önkoşuldur.

Öte yandan, Türkiye’nin düze çıkması açısından en sıcak konu malum:

Güneydoğu, Kürt sorunu, PKK...

Hükümet programının bu bölümünde, kimsenin pek fazla itiraz edemeyeceği genel tarif ve klişeler yer alıyor.

Çok şeyin üstü örtülü...

Siyaset, evet, öncelikler sonralıklar meselesidir. Özellikle hassas konularda bu böyledir, zamanlama önem taşır.

Onun için de hükümet programında Kürt sorunuyla ilgili ketumiyet ya da hükümette meseleyi zamana yayarak yoğurdu üfleyerek yeme eğilimi anlaşılabilir bir tutum...

Sorun çok boyutlu.

Ayrıca karmaşık.

PKK ve şiddet... DTP ve Meclisteki yeni grubu... Kürt ve Türk milliyetçiliği... Kuzey Irak, Irak Kürtleri’yle diyalog ve bunun koşulları... Aynı zamanda İran... Özellikle Kürtler ve Irak çerçevesinde ABD, AB ile ilişkiler...

Kısacası:

Birden fazla ipte oynamayı gerektiren son derece hassas—ve hükümet programında belki de bilerek belirsiz tutulmuş olan—bir konuda, dileriz, Başbakan Erdoğan ve kurmayları gereken fikir egzersizlerini ve yol haritası çalışmalarını kapalı kapılar arkasında yapıyorlardır.

Eski deyişle:

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!

Milliyet, 5.9.2007

Hasan CEMAL

06.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri