Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz dünya semâsını yıldızların ziynetiyle süsledik. Onu her türlü âsî şeytandan koruduk.

Sâffât Sûresi: 6-7

10.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz Müslüman kardeşini ziyaret edip yanında oturduğunda ondan müsaade istemedikçe kalkmasın.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 1, no: 368

10.09.2007


Kâinat mescidinde, Kur’ân, kâinatı okuyor

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için, tekrarla, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ, semâvat ve arzın hilkati ve semâdan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.

Hem üslûb-u Kur’ânîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiyle kâinat sayfalarında yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezâlet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalble, Sûre-i Amme ve “De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahım...” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.) âyetleri gibi fermanları dinle.

Mesnevî-i Nuriye, Zühre,

11. Nota, s. 142

***

Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izâle etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle; dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.

Sözler, 7. Söz, s. 36

Lügatçe:

cumhur-u avam: Halkın çoğunluğu.

dakik: İnce ve derin.

besâtet-i efkâr: Fikirlerin basitliği, sadeliği.

hilkat: Yaratılış.

bilbedâhe: Ap açık bir şekilde.

huruf-u kebîre: Büyük harfler.

cezâlet: Tutuk olmayan, âhenkli, akıcı ve güzel ifade.

selâset: İfadedeki akıcılık, açıklık, kolaylık.

nizâmât: Nizamlar, düzenler.

Nakkaş-ı Ezelî: Zaman ve mekânla kayıtlı olmayan ve her şeyi nakış nakış işleyen Cenâb-ı Hak.

şuûnât: Şuunlar, keyfiyetler, haller.

cezâlet-i beyaniye: Kelimelerin ve cümlelerin ahenk içerisinde ve akıcı olması.

hüşyar: Uyanık, akıllı, zekî.

müdakkik: Dikkatle araştıran.

zevâl: Son bulma.

mescid-i kebîr: Büyük mescid.

vird-i zebân: Devamlı okunan zikir.

10.09.2007


Ben bu şehre girerken...

Ne duygularla girmiştim ben bu şehre… Sonbaharın o insana fani olduğunu hatırlatan soğuk tebessümüyle, dökülen yaprakların mevt hakikatini haykırmasıyla ve vicdanımın en son varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu ihtar etmesiyle girmiştim.

Her şehir bir hesaplaşmaydı benim için, Kâlu Belâ’da verilen sözün hatırlanmasıydı. Şehirler faniydi, insanlar gibi; gün gelir değişirdi. Şehirde yaşadıklarım ise an be an kayda geçmekteydi. Gördüğüm bütün yabancı insanlar kadar yabancıyken kendime, ne önemi vardı yeni şehirlere gitmenin veya yeni simalar görmenin? Bulunduğu şehri tanımaya çalışır, tarihî mekânları ziyaret eder insan şehirde. İnsanın bu ‘antika’ davranışını satışa çıkarsam kaç para eder acaba? Ben bu hesaplaşmayla girmiştim şehre, ancak kendimi bulabildiğim yer benim şehrim olabilirdi.

Kendimi tanımanın ve hevesâtlarıma dur demenin azmiyle girmiştim ben bu şehre. Dünya bana elvedâ demeden ben ona demeliydim ‘elveda’. Ebedî gençlik, çiçek açmış şirin ağaçlar gibi gülümserken takılmayacaktım fani gençliğin elemli lezzetlerine. Gözlerim ötelerde ve ukbâda olacaktı, sahile vuran hırçın dalgalar hep hevesâta meftun nefsimi tokatlayacaktı.

Gençliğimi ebedî saadeti netice veren iman hizmetinde geçirmenin coşkusuyla girmiştim ben bu şehre. Çoktu misallerim, en önde kahramanlık ve fedakârlık timsali Zübeyir Ağabeyim. Geçici hadiselerin dar dairesine takılmayacak, tenkidi bırakacak, öfkeyi unutacak ve iman hizmetini kucaklayan kardeşlerime dört elle sarılarak ilerleyecektim bu kutlu yoldan. Hep ötelerde, engin denizlerde olacaktı gözüm ve gönlüm. Her yerde dâvâmı seyredecektim. Dalgaların coşması hizmette koşmamı ve coşmamı hatırlatacaktı. Dalgaların yüzüme çarpması ağabeylerin hizmette hata yaparken yüzüme tokat atması gibi sevindirecekti beni. Yağan yağmurlarda dâvâsı için nemlenen gözler gözümün önüne gelecek, gökgürültüsü ruhunda fenaya gürleyenlerin olduğunu hatırlatacaktı.

“Sen şehri doğduğun için sevemezsin. Malın, mülkün orada olduğun için bağlanamazsın şehre. İçindeki şehri buluncaya kadar gurbettesin…” (Sürüden Ayrılma Zamanı) Ben asıl gurbeti yenmek için girmiştim bu şehre.

Her insan şehre farklı girer. Gözlerindeki hırsla girer kimileri. Kimileri ümidini yitirmiş olarak girer, sadece cesedini sürükler zoraki şehre. Bazıları hayretle girer, bazıları da gayretle. Şahsiyetler gibi değişir şehre girmeler. Ben ise istiğfar gibi bir kalenin olduğu ümidi ve tesellisiyle girmiştim şehre.

Şimdi soruyorum kendime. Sen buraya kalp kırmaya mı geldin, gafletini arttırmaya mı? Hizmete sekte olmaya mı geldin, başkalarını tenkit etmeye mi? Dünyevî arzularına kapılmak için mi buradasın, başıboşluk sellerinde yuvarlanmak için mi? ‘Hayır!’ diyorsan vicdanınla, al o zaman kitabı eline, tak duâyı diline; ben de artık ‘nur yolcusu’yum de!

Not: Üniversite imtihanını kazanıp yeni şehirlere giren kardeşleri tebrik eder, hayırlı bir hizmet ve eğitim dönemi dilerim.

[email protected]

Zübeyir ERGENEKON

10.09.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Kadı Yakup anlatıyor:

Bir gün Şam’da bir mescidin kenarında oturuyordum. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir Nasranî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana;

“Yükü yüklemeye yardım et!” buyurdu.

Nasranî’ye yardım ettim ve yükü katıra yükledik.

Nasranî, oradan uzaklaşıp gitti.

Kendi kendime;

“Bir katır yükü şarap! Yıkılsa ne olacak? Abdullah Hazretleri yardım etmemi neden istedi?” diye düşündüm. Biraz da hayıflandım. “İşimiz gücümüz elin şarapçısına yardım etmek!” diye içimden geçirdim.

Sonra merak edip, Nasranî’yi takip ettim.

Nasranî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı.

Şarap satıcısı önce zevkle yükü kabul etti. Fakat neden sonra bağırmaya başladı:

“Yazıklar olsun sana! Ben senden şarap istemiştim. Bunlar sirke!” dedi.

Nasranî hayretinden dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlayarak:

“Bunlar şaraptı. Bunlar şaraptı. Bunlar şaraptı.” demeye başladı. Nihayet:

“Ben şimdi anladım. Şarabın neden sirke olduğunu anladım!” diyerek katırını bir yere bağladı ve koşarcasına oradan uzaklaştı.

Nasranî doğruca Abdullah bin Abdülaziz Hazretlerinin dergâhına koştu.

Huzura girer girmez:

“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü.” diyerek Müslüman oldu.

Evliyalar Ansiklopedisi

Süleyman KÖSMENE

10.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri