Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İyi düşünmek gerekir

Başörtüsü meselesi kanun konusu haline getirildiği zaman, “mahzun eleştiri” tavırlarından birini belirtmiştim. Pek yazamamıştım ama işaretleyecek kadar temas etmiştim. O zamanki görüşüm şuydu: “Serbest bırakıcı bir yasa çıkarmak istiyorsunuz.

Yasayla yasaklanmış bir durum var olmadığına göre bu yol pek tutarlı değil. Şayet o yasa Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilirse, yasaklayıcı bir mevzuat oluşturmak durumu doğar. Yasaklayıcı bir mevzuat yok iken; serbest bırakıcı bir yasal düzenlemenin reddi, dolaylı anlamıyla o engelleyici mevzuatı oluşturur, yahut oluşturmaya başlar. Burada bir hukukî mantık hatasına düşülüyor.” demiştim. Nitekim dediğim gibi oldu. Engelleyen yasa yoktu ama engellenemeyeceğini teyiden ifade eden yasanın reddi var oldu! Bir yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali demek, bir gerekçe muhtevasının hukuk literatürüne girmesi demekti. Amaca aykırı olarak meydana getirilen sonuç buydu. Keşke öngörü yanlışlığı ve isabetsizliği bende olsaydı.

Şimdi başörtüsü serbestliğinin anayasa taslağında yer alacağı söyleniyor. Kesin bilgi yok ama medyaya bakarsanız öyle görünüyor.

Bir heyetin anayasa taslağı hazırlaması ve bunun kamuoyuna açıklanması risksiz ve makul bir tercihtir. Çünkü o taslak AK Parti’yi bağlamaz. Yapılacak tartışmalar, AK Parti’yi bağlamayan bir durum var olduğu için, tepkiler de AK Parti’yi hırpalayıcı bir nitelik kazanmazdı. “Benim kararım bu.” denilmemiştir çünkü. Hem eleştirenler “kesin bir hal karşısındayız” gerginliğini taşımazdı; hem de AK Parti, çeşitli noktalarda ısrarlı olmadığı takdirde ağır bedeller ödemezdi.

Ama o taslak, parti içinde özel olarak görüşülüp de daha sonra o yeni haliyle kamuoyuna açıklanınca; durum çok farklı bir görünüm arz edecektir. “Bunlar kesin karar verdiler, bunu yapacaklar” kanaati belli kesimlerde kesinleşir. Taraftar olan kesimde de, taraftar olmayan kesimde de kesinleşir. Parti bu açıdan kendini bağlamış olur, bağlamış olarak kabul edilir. Hem olumlu hem olumsuz tepkiler keskinleşir... İlk belirtiler de bunu gösteriyor gibidir.

Açıklanacak metin, başörtünün serbestliği konusunu içerecek; ama tepkilerden sonra geri çekilecek ise; öncekine benzeyen bir değerlendirme mantığı işlemeye ve dolaylı sonuçlarını vermeye başlar. Önceki durumda “anayasaya aykırılık” söz konusu olmuştu, bu defa çeşitli anayasa tercihlerinin de üstüne çıkacak bir değerlendirmeyle “Demokrasiye, demokrasi kültürü, çağdaşlık ve uygarlık temellerine” aykırılık söz konusu olmaya başlar. Çünkü olumsuz tepkiler böyle bir keskinlik taşıyacaktır; onları dikkate alarak ve haklı bulma zorunda yahut görüntüsünde kalarak geri adım atılınca da, mesele “ebediyen çözülemeyecek bir düğüm” hüviyetiyle sabitleşir.

Yani nabız yoklamaları, ortam tahlilleri, tepki ölçümleri; taslak, partinin malı haline gelmeden yapılmalı ve tartışmalar buna paralel yapılmalıydı. “Oturduk görüştük, bir daha görüştük” denildikten sonra tartışma ortamının açılması, yukarıda belirttiğim riskleri taşıyabilir. Böyle bir anayasa farklılığı, “biz bunu gerçekleştirmek istiyoruz; tartışmaya, birbirimizi ikna etmeye, hoşgörüyle kardeş kardeş çaba harcarız, demokratik süreçte bir sonuca varırız” siyasetiyle olgunlaştırılmak isteniyor ise, hiç de makul bir tercih yapılmış olmaz. Böyle bir öngörü gerçekçilikle bağdaşmaz.

... “Anayasa meselesini başörtüsüne indirgemek yanlış olur” mütalaası, olumlu ve olumsuz duyarlılıkları bilmezlikten gelmenin faydalı olabileceği değerlendirmesine mi dayanıyor acaba? “Nisbî” de olsa bir “önemsizlik” var sayılabilir mi? ... Bakış “açıları” ile, bulunulan “ortamlar” arasında güçlü bir ilişki vardır. Bazen aktüelin sıcaklığından ve ayrıntılarından uzaklaşıp, yani ağaçların ve dalların arasından sıyrılıp, ormana yüksek bir yerden bakmak çok gereklidir. Bazen “mahzun ve mütevâzi” düşünce sunuşlarını dikkate almak yararlı olabilir. Hatta, büyük-büyük, süslü-püslü, vizyonlu analizli referanslı, lojik-ideolojik donanımlı, şahlanmış üsluplu akıl vermelerden, o “mahzun ve mütevâzı” sunuşlar daha geçerli olabilir.

Zaman, 20.9.2007

Ahmet SELİM

21.09.2007


 

Sorunlar tepeden çözülmez

Gelinen noktada, birinci derecede etken olan olay, eşi türbanlı olan birinin cumhurbaşkanı olmasıdır. Ben değil, eşi türbanlı, kendi türbanlı olan bir kadının cumhurbaşkanı olabilmesinden yanayım. Bu ilkesel kanaat başka bir şey, bir toplumun bir noktada yoğunlaşan gerilimlerinin düşürülmesi ve buna yönelik siyaset izlemek başka şey. Cumhurbaşkanlığında ısrarın bu toplumda belli algıları tetikleyeceği, gerilimi artıracağı aşikârken, makamda, mevkide ısrar ederseniz, uzun vadede özgürlüklerin yolunu açmak bir yana, zora sokarsınız. Şu anda olan budur. Yok mesele makam mevki değil, sorunları tepeden çözmek fikri ise, hemen söyleyeyim bu da son derece sakat bir fikir.

Türban konusu, sıradan bir özgürlük, mağduriyet konusu değil, açıkça konuşulmayan, konuşulamayan bir sürü mesele türban sembolü üzerinden konuşulmaya çalışılıyor, önce bazı şeyleri açıkça konuşalım, bunun yolunu açalım, sağlıklı olan bu.

Hal böyle iken, Cumhurbaşkanı, aday iken, mesela, ‘Eşim değil ben cumhurbaşkanı olacağım’ diyordu.

Bu ne demek, türbanlı bir kadının kamu alanındaki yasaklı konumunu teyit etmek değil mi?

Ne bu samimiyetsiz dille, ne de aslında kanunla, yönetmelikle bu sorunu çözmek imkânsız.

Radikal, 20.9.2007

Nuray MERT

21.09.2007


 

CHP ve din dersleri

Cumhuriyet kurulduğunda ilkokulda haftada 2 saat “Kur’an-ı Kerim ve Din” dersi vardı.

1930’a kadar 5. sınıflarda haftada yarım saat seçmeliye inmişti. Sonra o da kaldırıldı.

1935-1948 arası okullarda hiç din dersi yoktu.

1948’de 4. ve 5. sınıflara yeniden seçmeli din dersi kondu. (Bkz: “İsmet İnönü: Din ve Laiklik”, Semih Kalkanoğlu, Tekin,1991)

Niye?

Seçimler yaklaşıyordu. CHP dinsizlikle suçlanıyordu. Seçmene şirin görünmek gerekiyordu.

O yılbaşı CHP’li Nihat Erim yurt gezisine çıkmış, gericiliğin alıp yürüdüğünü İnönü’ye rapor etmişti.

Rapordan hemen sonra Nurcular operasyonu yapıldı. Said Nursi tutuklandı. Bir hafta sonra Erim, günlüğüne şu notu düştü:

“Akşam üzeri İnönü çağırdı. İzlenimlerimi çok dikkat çekici bulduğunu söyledi. 3 tedbir düşünüyor: 1- İlahiyat fakültesi açmak, 2- İmam ve hatip mektepleri açmak, 3- İlkokulların 3. sınıfından itibaren ihtiyari olarak din dersleri okutmak. (..) ‘Mesele mühimdir, geciktirmeye gelmez’ dedi.” (Erim 2005; 248)

İnönü, irtica tehdidi ve dinsizlik iddiasıyla baş etmenin yolunu, din dersleriyle İslam’ı doğru öğretmekte bulmuştu.

Milliyet, 20.9.2007

Can DÜNDAR

21.09.2007


 

Hayır! Bu savaşa hazırlanmayacağız!

Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner geçen gün “İran ile savaşa hazır olmalıyız” dedi.

Bahane, ABD’ninkiyle aynı: İran nükleer silah yapmak istiyor.

Belli ki, Blair’in Irak’ta oynadığı rolü bu kez İran’da Sarkozy Fransa’sı üstlenmek istiyor.

Oysa bir yandan da dünya şu ABD’nin eski Merkez Bankası Başkanı, Cumhuriyetçi ve Başkan Bush’un yakın dostu Greenspan’in açıklamasını konuşuyor.

Ne demişti Greenspan?

“Herkesin bildiği ama söylemekten kaçındığı bir siyasal gerçeği açıklamaktan rahatsızlık duyuyorum ama Irak savaşı büyük ölçüde petrol içindi!”

Hatırlayın!

Irak’a girmek için baş bahane “Saddam’ın kitle imha silahları”ydı. Bu iddia fiyaskoyla sonuçlandı ama sonuç ortada!

Şimdi İran’ın nükleer tehdidinden söz ediliyor.

Bunda gerçeklik payı olsa bile kim inanır şimdi!

Greenspan’e sorsak; acaba İran savaşı ne için olacak?

Yine petrol bölgesinin güvenliği için olmasın sakın!

Savaşa hazır olmalıymışız!

Hayır! Siz olun! Muktedirler olarak bir bildiğiniz vardır elbette!

Ama bizler; sıradan insanlar, yönetilenler, halklar böyle bir savaş istemiyoruz, hazır olmayacağız!

Bizim bildiğimiz de bu!

Vatan, 20.9.2007

Haşmet BABAOĞLU

21.09.2007


 

Bilim hırsızlığı

Dün sabah televizyondan Rektörler Komitesi’nin olağanüstü toplanacağını öğrenince, birkaç zamandır yeryüzü bilim dünyasında Türkiye’nin rezil olmasına neden olan ‘bilimsel hırsızlık’ olayını görüşeceklerini sandım. Yanılmışım.

Sivil anayasa çalışmalarını değerlendirnek için toplanıyorlarmış. Gündemin ilk maddesi de, üniversitelerde ‘kılık-kıyafetin serbest bırakılmasına’ ilişkin tartışmaymış.

Halbuki, ‘intihal’ bilim dünyasının en büyük suçudur.

Dünyanın en saygın üniversiteleri öğrencilerine önce bunu öğretir... Örneğin Harvard dua gibi ezberletir... Duymayanı da anında tasfiye eder.

Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun ise bir ‘bilim yamyamlığından’ farkı yok.

***

Bu durumu en iyi, bu skandalın sessizce geçiştirilmesini önlemek için çırpınan Metin Münir peşpeşe yazdığı yazılarda anlattı:

‘Geçen hafta yayımlanan Nature’de birkaç Türk üniversitesi ve birkaç Türk adı vardı. Fakat bunların dergide yer almasının nedeni herhangi bir buluş değildi. Bilim dünyasında bu güne kadar meydana gelmiş en büyük intihal skandalıyla ilgiliydi.

İntihal ‘bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine ait imiş gibi kullanmasıdır.’ Yani, çalmasıdır.

New York’taki Cornell Üniversitesi fizikçileri tarafından kurulmuş, bilimsel makale yayımlayan ArXiv adlı bir site var. ArXiv önce 14 Türk doktora öğrencisi, doçent ve profesöre ait orijinal araştırmadır diye yayımladığı 65 makalenin başka yazarlara ait makalelerden aşırı kopya olduklarını açıkladı.’

***

On dört Türk akademisyenin makale hırsızı olarak dünyanın en prestijli bilim dergisi Nature’de teşhir edilmesinin üniversiteler tarafından ölüm sessizliğiyle karşılanması bilim dünyamız adına utanç verici, küçültücü bir olay değil mi ?

İçimi rahatlatan tek şey, olayı ortaya çıkaranın ODTÜ Fizik Bölümünden Prof. Ayşe Karasu’nun olması.

Olay geçen kasım ayında intihalci iki doktora öğrencisinin ODTÜ’deki sözlü sınavında ortaya çıktı.

Nature’ün haberine göre, Saltı ve Aydoğdu’nun yerçekimsel fizikle ilgili yayımlanmış birçok İngilizce makalesi vardı. Ancak, sınavda lise düzeyinde fizik bilgisine sahip olmadıkları anlaşıldı. İngilizceleri de tatminkár değildi. Şüphelenen profesörler, öğrencilerin arXiv’de ve diğer birçok uluslararası bilimsel dergide yayımlanmış olan makalelerini incelediler ve bunların büyük bir bölümünün başka makalelerden aşırılmış olduğunu gördüler.

Olayı arXiv’e bildirdiler. ArXiv kendi yaptığı araştırmasında, 14 akademisyene ait 64 makaleyi birçok bölümünün çalıntı olduğu iddiasıyla yayından kaldırdı.

***

Laiklikle yatıp kalkan ve siyaset dışında hiç bir şey konuşmayan rektörler komitesi, bilimin önemini ve gereklerini unutmuş gözüküyorlar.

Üniversiteler, insanların giyim kuşamlarıyla uğraşan terzihaneler değil...

Gençlere, düşünmeyi, beyinsel özgürlüğü ve bilim saygısını öğreten yerlerdir.

Ama bu gerçeği rektörlere kim öğretecek?

Onları eğitecek bir üniversite yok ki...

Star, 20.9.2007

Mehmet ALTAN

21.09.2007


 

Bir tuhaf olmuş diyeler

Doğrusu “Bir yiğit ölmüş diyeler”dir de, hep ölüm kokusu bulunsa da, “yiğitlik” az sonra okuyacaklarınızın neresinde?

Tuhaflık, her yerinde.

Sadece “tuhaflık” demekle yetinmek fazla tuhaf kaçsa da.

Geçende İsrail savaş uçakları, Suriye hava sahasına dalıp “saldırı provası” yaptı.

Türkiye topraklarına da “yakıt tankı” attılar ve ihtimaller sıralandı:

1. İsrail uçakları İsrail’den havalanmıştı ama Türkiye hava sahasını da ihlal etti:

a) Yanlışlıkla;

b) Bilerek, isteyerek.

2. İsrail uçakları zaten Türkiye’den havalanmıştı:

a) Türkiye’nin bilgisi dışında;

b) Türkiye’nin (yahut bazı kurumların) bilgisi dahilinde.

3. Uçaklar İsrail’den havalanmıştı ancak Türkiye’nin haberi vardı:

a) Türkiye’ye bilgi verildi, hava sahası için izin alındı.

b) Daha da ötesi; Türkiye İsrail’e özel bilgiler vererek ciddi rol oynadı.

4. İsrail uçakları hakiki bir saldırı keşfi ve provası yaptı:

a) Suriye’ye saldırmak üzere;

b) İran’a saldırmak üzere.

5. İsrail uçakları provayı sadece İsrail namına yapmadı:

a) ABD ile de ortak hareket ve harekat için yaptılar;

b) ABD’nin yanı sıra, Türkiye ve hava sahası da prova edildi.

6. İsrail uçakları Türkiye hava sahasını özellikle kullandı:

a) Türkiye’ye emrivaki yapabilmek, Suriye (İran) ile ilişkilerini gerebilmek için;

b) Zaten ABD, İsrail ve Türkiye arasında bu işbirliğine dair ortak planlar bulunduğu için.

7. İsrail ve ABD, özellikle İran’a saldırıda Türkiye’yi kullanmak istiyor:

a) Türkiye buna asla müsaade etmez; bunu asla kabul etmez;

b) Türkiye mecbur kalabilir, bırakılabilir. Yahut zaten hesapların içindedir.

İşte bir sürü ihtimal ve yorum.

Ama sonuç şu:

(Türkiye) Dışişleri (sözde) İsrail’i protesto etti; cevap istedi.

İsrail yanlışlık manlışlık diye mırıldandı.

Hava sahası ihlalleri listesi tutan Genelkurmay’da yakıt tanklarının atılışı, savaş uçaklarının ihlali listeye giremedi.

Suriyeliler apar topar buraya geldi; İsrail’i açıkça kınasalar da bize (kapalı kapı dışında) açıkça bir şey denmedi. O ihtimallerin hangisinin doğru olduğunu bu Devlet, millete açıklamadı.

Ama Türkiye’nin “en büyük, en devlet yanlısı” gazetesi olmakla övünenler, mesela internet sitelerinde ne yazdılar, biliyor musunuz:

“Bu konudaki hakim düşünce şöyle: Yıllarca teröristlere ev sahipliği yapan Suriye için şimdi İsrail’le neden kriz yaşayalım?”

“Tuhaf” değil, değil mi?

Fakat, “teröristlerin ev sahibi” epeydir Suriye değil; Kuzey Irak.

“Ev sahibinin sahibi” ise, deyin ki apartman yöneticisi, mahalle muhtarı ya da “yörenin ağası” ve işgalin babası ise, ABD.

Ama bu nevi arkadaşlar, “kaç yıldır teröristlere ev sahipliği yapan ABD” filan diyemiyor.

Çünkü onlar öyle. “Hakim görüş” sahipleri de, der gibi yaparken dahi, bakın ne oluyor:

“İran’a saldırı için Türkiye’yi”, en azından toprağını, üsleri, hava sahasını kullanmak isteyen ABD (ve İsrail), aynı anda, “İran’a saldırı için PKK’yı” da kullanıyor.

Artık, daha fazla sayıda İran (ve Suriye) Kürtleri’nden oluşan (oluşturulan) PKK, “İran’a saldırı örgütü” halinde taşeronlaşmış durumda.

“Ev sahibi Irak Kürt liderleri” tarafından; “sahiplerin sahibi” ABD (İsrail) hesabına.

Ama, “sol, anti-emperyalist, sömürgeciliğe karşı” geçinen Türkiye’deki kimi Kürtler ile partileri, “terör” bir yana, emperyalizm maşalığına, halkları birbirine kırdırma piyonluğuna, ABD ile İsrail tetikçiliğine bir şey diyemiyor.

Yukarıdakilerle bunlar, mesela “İran’a saldırı” meselesinde, o da ne, “müttefik” oluveriyor.

Ama bu da ne! “İran’a saldırı” için, toprağını, havasını ABD ve İsrail’e kullandırabilecek bir devlet ile kendini “saldırı ve terör örgütü” olarak kendini ABD ve İsrail’e kullandıran ne oluyor?

“Bir tuhaf olmuş diyeler” dediğim bu.

Şimdi, “Türkiye’yi AB’ye istemeyen” ama ABD ve İsrail’e yapışıp “İran’a saldırı isteyen” Fransız Sarkozy’ yi de Türkiye’ye karşı “havuç, sopa” yapacaklar; Sarkozy de AB’yi, bizim topraklara, hava sahasına, üsler için yem yapacak.

Sabah, 20.9.2007

Umur TALU

21.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri