Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Ramazan

RAMAZAN TAKVİMİ

Ey nefsim, tövbe et, pişman ol dövün,

Ey kalbim sabreyle, şükret ve sevin,

Sermayemiz günden güne artıyor,

Mübarek Ramazan ON oldu bugün.

Abdil YILDIRIM

22.09.2007


Orucun faydaları, saymakla bitmiyor

Orucun manevî güzellik ve faydalarının yanında maddî faydaları da saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Günümüzdeki tüm diyetisyenler ve tıp dünyası, orucun yararlarını araştırmakta ve her geçen gün orucun yeni bir faydası ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

*Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolay karışmaktadır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir.

*Oruç tutan vücut, adeta bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalb ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemeti artar.

*Karaciğer, oruçlu iken, 3-5 saat istirahat eder, gıda depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Bu arada, korunma sistemini güçlendirici globülinleri hazırlar. Midedeki kaslar ve salgı ifraz eden hücreler, oruç müddetince birkaç saat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalb rahatlar.

*Gıda artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen rahatsızlığa sebep olur. Oruçlu iken, akşama doğru vücutta gıda hemen hiç kalmaz. Yani bütün gıdalar yakılmış olur. Bu bakımdan bilhassa damar sertliği olanların sık sık oruç tutmaları iyidir.

*Oruçlu iken vücudun diğer organlarında da dinlenme olur. Az yemek ve oruç tutmak vücudun sıhhati için önemlidir. Zekât veren, malını kirden arındırdığı gibi, oruç tutan da vücudunun zekâtını ödemiş, hastalıklardan onu korumuş olur.

Peygamber Efendimiz (asm) “Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı ise oruçtur” buyurmuştur.

Yine hadis-i şerifte buyrulmuştur ki:

“Oruç iç organları inceltir. Eti eritir ve Cehennem ateşinden uzaklaştırır. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hatırına, hayaline gelmeyen Allahü Teâlânın nimetleri ancak oruç tutana nasip olur.”

(Taberânî)

Oruçla ilgili faydalar, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin eşsiz eseri olan Risâle-i Nur Külliyatındaki yerini de almıştır. Üstad, “Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilâç nev’înden maddî ve mânevî bir perhizdir” sözleriyle bu konuya işaret eder.

(Mektubat, s. 684.)

Fatih KAYNAR

22.09.2007


Kime açılıyor ellerimiz? İstinatgâhımız neresi?

Hangi kalp huzura erişir; onu bilmediği sürece? Öyleyse; kime kalkıyor, kime açılıyor ellerimiz?

Kime yöneliyor, tutunmak için en muhtaç olduğumuz anlarda yüreklerimiz? İstinatgâhımız neresi? Neresidir, bizlerin sığınacak yerlerimiz, metin kalelerimiz?

Hangi fani mahlûklar fayda verdi, hangi muhabbetler çare oldu yürek sızılarına?

Kim dindirdi acılarımızı, en muhtaç olduğumuz zamanda?

Ona ait zeminde, ona ait semada, onsuz olmayan hangi köşede, başkasına muhtaçlığımız olsun ki? Her yerde hazır, her mekânda o varken, elbette.

“Tabiat perdesi ile Allah’ın nurunu göremeyen insan, her şeye bir rububiyet verip kendi başına musallat eder” imiş.

Öyle ise; hangi dil onu söylemez, hangi göz temâşâ etmez, tezyin edip donattığı âlemi?

Sonra, hangi akıl tefekküre dalarak mânâ-i harfle bakmaz varlıklara ve hangi kalp huzura erişir onu bilmediği sürece?

Nadir NAZİK

22.09.2007


Nefis devekuşu gibidir

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Gafil nefis, ahireti dünyanın bitişiğinde ve dünyayla bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için ahireti düşünmekle ümitvâr olur. Âhiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desise de vardır ki, “Matluplarımın dünyada semereleri olmasa da esasları ahiretle muttasıl ve ahirette faydaları vardır” diye mütesellî oluyor. Meselâ, ilim gibi, “Dünyada menfaati olmasa bile ahirette faydası vardır” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestai, heva da Bektaşidir.

Mesnevî-i Nuriye, s. 153

22.09.2007


Sorularla oruç

*Oruç için niyet hususunda hangi saate kadar “yarın için”, hangi saatten sonra “bugün için” diye niyet edilir?

Yatsı namazının bitişiyle bir gün biter; sabah namazıyla birlikte de yeni bir gün başlamış olur. Başka bir ifadeyle, sabah namazıyla birlikte girdiğimiz yeni gün, günün beşinci namazı olan yatsı namazının son vaktine kadar devam eder. Yatsı namazı çıkınca gün bitmiş olur. Sabah namazının girişiyle de bir diğer günün şafağı Allah’ın izniyle ufuklarımızda gözükmüş ve yeni gün girmiş olur. Dolayısıyla, henüz imsak çıkmadan “yarın,” imsak çıktıktan ve sabah ezanı okunduktan sonra da “bugün” diye niyet edebiliriz.

Allah bizim kalbimize bakar. Lisanımızdaki sürçmeleri ise inşaallah affeder. Niyette kullandığımız tabirlerden çok, bu tabirlerle hangi günü kast ettiğimiz önemli. Kaldı ki, dil ile niyet etmemiz şart da değildir. Esas olan kalbî niyettir. Kalben niyet olmaz ise, dil ile çok doğru tabirler de kullansak, niyetimiz yine sahih olmaz. Dinimizi kendimize zorlaştırmayalım. “Yarın” veya “bugün” tabirleriyle hangi günü kast etmiş isek, niyetimiz o gün için sahihtir.

Dua

Allah’ım! Dünya musîbetlerinin çâresiz bırakan şiddetinden, belâlara karşı sabırsızlık âfetinden, günlük alışkanlıklarımızın yakıcı felâketinden, devâsız hastalıklardan, çözümsüz düğümlerden, gaflet veren sıkıntılardan Sana sığınırız! Allah’ım! Günahlar ile ruhumuz arasına bir engel olarak, kalbimize korkunu ve heybetini yerleştir! Nimetlerin ile ruhumuz arasına bir duâ ve şükür vesîlesi olarak, kalbimize hamdini ve senânı yerleştir! Bize, Cennete girdiren itaat nasip eyle, Cennete girdiren teslimiyet nasip eyle, Cennete girdiren îmân nasip eyle! Bize, rızâ yollarını aç! Bizi Cehennem ateşinden koru! Âmîn...

Süleyman KÖSMENE

22.09.2007


Rehber Şahsiyetler

İmam Malik (712-795)

Malikî mezhebinin imamıdır. İmam Malik, 712 yılında doğdu. Ömrünün büyük ekseriyetini Medine’de geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Aralarında tâbiînin büyük sîmalarının da bulunduğu çok sayıda âlimden ders aldığı gibi, sonradan meşhur olan çok büyük zatlara da hocalık yapmıştır. İmam-ı Mâlik, hadis derslerini almaya başladı. Tâbiînden olan Abdurrahman bin Hürmüz’ün yanında yedi yılını geçirdi. Bu süre zarfında Kur’ân-ı Kerim’i ezberledi. Fıkıh konusunda da kendini yetiştirerek önemli bir eğitim gördü. Eğitim sırasında sayısı yüzleri geçen hocalardan ders aldığı nakledilmektedir. Bunların içinde önemli miktarda tabiîn olması dikkat çekmektedir. Kavrama gücü ve zekâsı kısa zamanda hocalarının dikkatini çekti. Zekâ ve gayreti sayesinde ilimde önemli bir mesafe kat etti. Yirmili yaşlarda ders ve fetva vermeye başlayan İmam Malik, çevrenin de ilgisine mazhar oldu.

Maliki mezhebinin imamı olan Malik bin Enes’in yetiştirdiği talebelerinin sayısı binlerle ifade edilmektedir. Kendisinden ders alan ve yetişen bu insanlar gittikleri yerlerde fikirlerini yaymak sûretiyle Maliki mezhebinin yayılmasına vesile oldular. Mısır, Endülüs, Şam vs. yerlere giden talebeleri burada Maliki fıkhını yaydılar. Günümüzde Malikî mezhebine mensup olanların büyük ekseriyeti Afrika’nın kuzeyinde yaşamaktadırlar.

İmam Malik, ilmin izzetini korumak için büyük gayret gösterdi. Abbasî Halifesi ünlü Harun Reşid, her gün evine gelip çocuklarına ders vermesini talep etti. Bu isteğe karşı İmam; bunun uygun olmayacağını, doğru olanın çocukların evine gelip-giderek kendisinden ders alması olduğunu, ilmin izzetini korursa aziz, ilmi zelil ederse zelil olacağını halifeye bildirdi. İlmin kimsenin ayağına gitmeyeceğini, aksine, ilmin ayağına gidilmesi gerektiğini sözlerine ilâve etti. Aldığı bu cevaptan sonra özür dileyen halife, iki oğlunu İmamın evine göndermek suretiyle ders almalarını sağladı.

İmam Malik, hayatı boyunca örnek bir hayat sergiledi. Giyim, kuşam ve temizliğine dikkat etti. Vakarlı, heybetli bir görünüme sahipti. Elbiselerinin temiz ve güzelliğine itina gösterdiği gibi, evinin düzen ve intizamına da özen gösterdi. Derslerinde yüksek sesle konuşma ve tartışmalara izin vermezdi. Peygamber Efendimizin (asm) ismi anıldığında rengi değişirdi. Hac ve umre dışında Medine dışına çıkmadı. Kendisine sorulan soruyu hemen cevaplamaz, düşünüp iyice araştırdıktan sonra cevaplandırırdı. Ömrünün büyük bir kısmını talebe yetiştirdiği Medine’de geçirdi. Halife tarafından Bağdat’a dâvet edildiyse de affını isteyip kabul etmedi.

Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde İmam Malik’in ismi zikredilmekte ve bazı hadis nakillerini yaptığı ifade edilmektedir. Bu nakillerde âlimlerin gösterdikleri itina göz önüne serilmektedir. (Mektubat, 2000, s. 121.) Meşhur eseri için “Muvatta’ kitab-ı muteberi” (Mektubat s. 122.) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca, mezhep sahibi müçtehit imamların mı, tarikat şahları ile aktapların mı daha efdal (faziletli) olduğu şeklindeki bir soru şu şekilde cevaplandırılmıştır: “Umum müçtehidîn değil, belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel, şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için, umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdîden sonra en efdallerdir denilir.” (Mektubat, 2000, s. 271.)

İmam Malik'in en meşhur eseri “El-Muvatta”dır. Eserinde hadisleri kaydedip tasnif etmiştir. Tasnifte, fıkıh konularını esas almıştır. Bu eser, hadis ve fıkıh ile ilgili yazılan “ilk eser” olarak kabul görmüştür.

Araştırma Merkezi

22.09.2007


Muhtaçlara yardımcı olmak

Yardımlaşma, muhtaç olanlara infak etmek demektir. İnfak “nafaka” kökünden gelen bir kelime olup “Zarûrî ihtiyaçlara sarf edilecek para ve azık” anlamını ifade eder. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda olduğu kimselere mahkemenin bağladığı aylığa nafaka denmesi bundandır.

Sahabeler, Peygamberimize (sav) gelerek “Ey Allah’ın Resûlü! Kölelerimiz ve akrabalarımız var. Bunlara mallarımızdan nasıl yardımcı olalım ve ne miktarda harcama yapalım?” diye sordular. Bunun üzerine “Ey Muhammed! Sana nafakadan sorarlar. Deki: ‘Nafaka olarak ihtiyaçtan fazlasını versinler’1 âyeti nazil odu.”2 Sahabeler ihtiyaç kadarını alır ve geri kalanını infak ederler ve sadaka olarak verirlerdi. Yüce Allah daha sonra verilmesi gereken miktarın “Zekât” denilen 1/40 kısmının verilmesini zarûrî kıldı. Diğer kısmını ise ihtiyarımıza bıraktı.

Yardımın yerini bulması da “israf etmemek, kendi malından vermek, minneti ihsas etmemek, Allah’ın malını dağıttığının şuurunda olmak, yardımı alanın da bunu zarûrî ihtiyacına sarf etmesi” gibi şartların yerine gelmesine bağlıdır.

Yardım, sadece mala ve paraya has değildir. İlim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara yardımcı olmalıdır. Yardımların zekât olarak yapılması hususu Allah’ın emrine uymak açısından önemlidir. Yapılan her nevî yardımın zekât adı altında yapılması ihlâs ve sevap yönünden daha faydalı ve yardım görenin izzetini koruma açısından daha salimdir. Bundan dolayı yapılan yardımların minnetsiz olması için “zekât” namına yapılması gerekir.

Yüce Allah bizlere ölüm gelip çatmadan ve kıyamet kopmadan önce dünyada kendi ihtiyarımızla muhtaçlara yardımcı olmamızı öğütlemektedir. Allah’ı ve ahireti inkâr edenler gibi yardımı, nafakayı ve zekâtı vermeyerek kendinize zulmetmeyin. Ahirette en çok muhtaç olduğumuz bir zamanda artık ne bir şefaatçi, ne de alışveriş imkânı bulamayacağımızı ifade etmektedir.

Dipnotlar:

1- Bakara, 2:219

2- Zebidî, Tecrid-i Sarih, Tercüme: Prof. Kâmil Miras,

(Ankara–1978) 11: 371

M. Ali KAYA

22.09.2007


Dişi örümcek ve evlerin en çürüğü

“Allah’tan başka dostlar edinenlerin örneği,

kendisine ev edinen dişi örümceğin örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en çürüğü (en güvensizi) dişi örümceğin evidir. Keşke

bilselerdi!”(Ankebut Sûresi: 41)

“Âyette ‘ankebut’ kelimesi ile dişi örümcek kastedilmektedir. Âyetteki çekimlerin dişiliğe göre yapılması da bunu gösterir (Arapçada erkek ve dişi çekimleri farklıdır). Ne yazık ki çevirmenlerin bir kısmı âyetteki bu ayrıntıya özen göstermemişlerdir.”

Hayvanlar üzerine yapılan araştırmalarda örümcekler ile ilgili çok ilginç saptamalar yapıldı. Bu saptamalar, Kur’ân’da en güvenilmez ev olarak neden özellikle dişi örümceğin evinin gösterildiğini ortaya koymaktadır.

Canlıların çok büyük bir bölümünde erkekler dişilere nazaran daha iri, daha kuvvetlidir. Örümcekler dişilerin erkeklerden daha büyük olduğu azınlıktaki canlı türlerinden biridir. Örneğin örümceklerin “Saatli Karadul (Latrodectus Mactons)” türünde, dişilerin uzunluğu, erkeklerin uzunluğunun dört katına kadar ulaşabilmektedir.

Canlı türleri genelde evlerini; sıcaktan, soğuktan, düşmanlardan ve her türlü zarardan korumak için inşâ ederler. Oysa örümcek, evini; yok etmek, zarar vermek, evine yanlışlıkla uğrayanları yemek için inşâ eder. Bu yüzden evlerin en güvenilmezi, örümceğin evidir. Dişi örümcek, çiftleştikten sonra kendi erkeğini de yemektedir. Bu yüzden dişi örümceğin evi bırakın başkalarını, kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Eğer erkek örümcek çiftleştikten sonra kaçmayı başarabilen ender şanslı erkeklerden değilse, dişisinin evi kendi mezarı olacaktır.

Hazırlayan: Fatih KAYNAR

22.09.2007


Allah ve Resûlü ne dedi?

*Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a hakkıyla iman edersiniz.”

(Al-i İmran Sûresi: 110)

*Peygamber Efendimiz (asm):

“Muhakkak ki Cennette, dışından bakıldığında içerisi, içerden bakıldığında da dışarısı görülen odalar vardır” buyurdu. Ashab: “Ey Allah’ın Resulü (sav)! Bunlar kimler içindir?” dediler. Peygamber Efendimiz (asm) de: “Güzel, doğru söz söyleyen, yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken ibadetle meşgul olanlar içindir” cevabını verdi.

Derleyen: Erhan AKKAYA

22.09.2007


Sofrada yeşillik

Yeşillik, meyve ve sebze, sofrada devamlı bulundurulmalıdır. Sıhhatli bir hayatın temel dayanaklarından biri de, meyve ve sebze ağırlıklı beslenmedir. Bu besin maddeleri, çeşitli mineralleri ve vitaminleriyle vücudu zinde ve dirençli tutar. Vücudun yağlanmasının önüne geçer.

Meyvelerin yenme zamanları ara zamanlar olmalı, hatta meyve kürleri yapmalıdır. Bazı meyveler, yemek üzerine yenirse hazımsızlık yapar. Örnek olarak karpuz, kavun yemekten sonra yenirse mideye şişkinlik verir. İstenilen fayda da sağlanmaz.

Organik gübrelerle yetiştirilen meyve ve sebzelerin kullanımı tercih edilmelidir. Turfanda yetiştirilen hormonlu veya derin dondurucularda bekletilen meyve ve sebzelerden istenilen fayda sağlanmaz. Bu besinleri mevsiminde bolken, ucuz ve lezzetli olduğu zamanlarda kullanmak en sağlıklıdır. Tarımsal ilaçlar ve hormonlarla büyütülen meyve ve sebzeler kanserojen madde içerdiği için faydası olmaz, belki zararı olur.

Yine meyve yenirken her çeşit meyveden az miktarda alınarak yeme yerine belli bir meyveden yeterli bir miktarda yemek daha uygun ve faydalıdır. Farklı zamanlarda farklı meyveleri yiyerek istenilen yarar sağlanır.

Bu kural, yemekler için de geçerlidir. Çok çeşitli yemekleri bir arada yemek mideyi yorar. Bunun için derler ki, basit besinlerle beslenen insanlar hastalandığında tedavileri kolay olur. Çok çeşitli besinlerle beslenenler hastalandığında tedavileri daha zor olur.

22.09.2007


İftar Sofrası

Kuşbaşı etli ve nohutlu pilav

MALZEMELER:

*1 su bardağı nohut, *300 gr kuşbaşı et, *1,5 su bardağı pirinç, *2 yemek kaşığı tereyağı, *3 su bardağı kaynamış su, *tuz, *dilerseniz süslemek için biraz doğranmış maydanoz.

HAZIRLANIŞI:

Nohutu bir gece öncesinden tencereye alın, üzerini geçecek kadar su koyup bir taşım kaynatın. Kaynattıktan sonra ateşi kapatıp sabaha kadar bekletin. Ertesi gün nohutu ve eti bir tencereye alın, 2 su bardağı su ilave edip etler ve nohut yumuşayana kadar pişirin. Pirinci ayıklayıp bol suda yıkayın, 20 dakika tuzlu ılık suda bekletin. Suyu berraklaşana kadar yıkayıp süzün. Bir tavada tereyağını eritin. Pirinçleri ekleyip birkaç dakika kavurup ateşten alın. Derin bir tencereye etleri ve nohutları yayın. Pirinci, suyu ve tuzu ilave edip bir taşım kaynatın. Kaynayınca ateşi kısıp pirinçler suyu çekene kadar pişirin. Tencerenin dibinde hâlâ bir miktar su kalacaktır. Kapakla tencere arasına bir kâğıt havlu koyarak demlendirin, geniş bir tabağa ters çevirerek servis yapın. Dilerseniz Urfa yöresinde olduğu gibi tencerenin en altına ayrıca uzunlamasına dilimlenmiş ve yağda kızdırılmış havuçlar ekleyebilirsiniz. Afiyet olsun.

Sudenaz SERDAR

22.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri