Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İrtica çığlıkları!

Anlaşılan o ki, korku tacirliği bu ülkede daha geçer akçe olmaya devam edecek.

Korku pazarlanacak ki, bu ülkede demokrasi ve hukukun üstünlüğü biraz daha geciksin.

Korku pazarlanacak ki, bu ülkede kimilerinin rejime ilişkin antidemokratik ayrıcalıkları ya da vesayet tekelleri biraz daha sürsün.

Korku pazarlanacak ki, siyasal iktidara dönük baskı mekanizmalarıyla şu veya bu sonuç alınabilsin.

Korku pazarlanacak ki, tiraj ve reyting kaygıları giderilsin.

Yeni bir oyun değil bu.

Yıllar yılı komünizm korkusu pazarlandı bu ülkede.

Soğuk savaş dönemi boyunca “Komünizm geliyor!” diye diye demokrasinin kolu kanadı kırıldı.

İnsan hakları çiğnendi.

Hukuk hiçe sayıldı.

Yazar çizer takımı hapislere tıkıldı, sürgüne mecbur edildi, faili meçhule kurban gitti.

Darbeler yapıldı bu ülkede, komünizm geliyor bahanesiyle.

İdam sehpaları kuruldu.

İşkencehaneler kuruldu.

Komünizm gibi liberalizm de bu ülkede öcüydü. Ekonomide devletçilik bunun için savunuldu, siyasette liberal değerler bu yüzden yerden yere vuruldu, yasaklandı.

Bunun gibi bölücülük korkusu da tezgahtan hiç eksik olmadı.

Terör ve şiddete karşı devletin haklı ve meşru mücadelesi hukuk rayından saptırılırken, demokratik reformlar yılan hikayesine döndü. Türkiye ne yazık ki ikinci sınıf, üçüncü sınıf demokrasiye mahkum edildi.

Bu ülkenin siyaset tezgahında bir başka ürün de hiç eksik olmadı:

İrtica korkusu!

Yüreklere bu korku da salınarak, demokrasiye kırmızı ışık yakıldı.

Demokrasinin ve hukuk devletinin fazlası bu ülkede irtica kapılarını açar denerek, demokratik hukuk devletine izin verilmedi.

Gerektiğinde düğmeye basıldı, necip Türk basınında yıllar boyu irticanın simgeleri pazarlandı.

Siyah çember sakal...

Takke, tesbih...

Kara çarşaf...

Bugün de türban...

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri seksen küsur yıldır ‘irtica’dan hep korktuk. Laikliği korumak için, devletin birliğini korumak için, ülkenin bütünlüğünü korumak için korku salarak fazla demokrasiye izin vermedik.

1923’den beri böyle değil mi?

Çok partili demokrasiye adım attığımız 1946’dan beri böyle değil mi?

Hep demokrasi korkusu!

Peki sonuç?

Sonuç ne oldu?

AKP, yüzde 47 ile seçim kazandı. Eşi türbanlı bir başbakandan sonra, yine eşi türbanlı bir cumhurbaşkanı oldu Türkiye’nin.

Güneydoğu’da birçok belediyeyi elinde bulunduran DTP, 21 milletvekiliyle Meclise girdi, grup kurdu.

Şimdi irtica iktidarda mı?

Bölücülük TBMM’de mi?

Öyle mi?

Eğer öyleyse, seksen küsur yıllık yasakçılık bir işe yaramadı. Çektiğiniz kırmızı çizgiler silinip gitti demek ki.

Öyle mi?

Öyleyse çare ne?

Bugün Malezya’dan, yarın İran’dan, öbür gün Cezayir’den, daha öbür gün Suudi Arabistan’dan yığınla örnek bulabilir, manşetlerinizi süsleyebilirsiniz.

Kolay ve ucuz bir iştir bu.

Oysa, kafa karıştıranların çare nedir sorusuna somut, inandırıcı yanıtlar vermeleri gerekir. Manşetlerde patlayan Malezyalılaştırma, İranlaşma gibi çığlıklar çare konusunda ipuçları vermiyor.

Yalnız korku salıyor!

Demokrasi korkusu!

Yılgınlaştırıyor.

Ve daha tehlikelisi, zihinlerde demokrasi dışı çarelere kapı aralıyor.

Elbette demokratik ve laik bir ülkede, kimse kimsenin kılığına kıyafetine karışmayacak.

Devlet ve siyaset düzeniyle dinsel kurallar arasındaki çizgi hiç kuşkusuz çok net olacak.

İslami kuralların devlet ve siyaset hayatında etkili olmasına elbette karşı çıkılacak.

Bunlar elbette yapılacak.

Ama demokrasi içinde.

Siz şuna dikkat edin:

Türkiye’yi geriyorsunuz!

İrtica çığlıkları ne yazık ki Türkiye’yi kutuplaştırıyor, cepheleştiriyor.

Bundan iyilik çıkmaz.

Bundan istikrar çıkmaz.

Manşetlerde ve köşelerde patlayan irtica çığlıklarıyla bu ülke karışabilir. Korku tacirliği, sivil anayasa ve demokrasi konusunda da hedef şaşırtır.

“Laiklik elden gidiyor” avazeleriyle Tükiye’yi çatışmaya götürürsünüz.

Bu ülkeye yazık olur.

Bakın, kimileri köşelerinden açık açık, “22 Temmuz’da seçim sandığından ortaçağ çıkmıştır” deyip askere darbe çağrısı yapıyor.

Bu gibileri lafı hiç döndürüp dolaştırmıyorlar. Tıpkı 2003-2004 darbe tertipleri dönemindeki gibi, Türkiye’nin demokrasiye hazır olmadığını, demokrasiye erken geçtiğini, bu yüzden 1950’den beri Türkiye’nin karşı devrim süreci yaşadığını, bunun için bir mıntıka temizliği daha gerektiğini savunuyorlar.

Kısacası:

Açıkça darbe isteyen o kimilerinin gündeminde, mahalle baskısı gibi ince bahaneler yok. Damardan giriyorlar.

Eğer siz, özenle davranmazsanız, ‘mıntıka temizlikçileri’nin dümen suyuna kapılırsınız.

Dikkat edin!

Milliyet, 26.9.2007

Hasan CEMAL

27.09.2007


 

Darbe anayasasından demokratik anayasaya

1961 Anayasası’nı askerler halkın önüne koydu. İstedikleri “evet”i aldılar. 1971’de askerler bu anayasanın fazla “bol” olduğuna karar verdi; sonraları pek demokrat olan sivil siyasilere talimat verdiler, istedikleri değişiklikleri yaptırdılar.

1982’de de askerler bir danışma meclisi tayin ettiler, bu meclise istediklerini oturtup istedikleri anayasayı yaptırdılar. Halkın önüne koymadan önce de her türlü karşı görüşe yasak getirdiler ve yüzde 92 oranında “evet” aldılar.

Biz de böylece buna alışmış olduk. Askeri yönetimler gelir, anayasa meselesini düşünür, önümüze koyar, biz de elimizi kaldırır “Peki abi, sağol abi” deriz.

***

Bugün yürüyen “yöntem” tartışmalarına baktığımızda yakın geçmişin acı gerçeklerini hatırlamadan edemiyoruz.

Bugün hükümet ile kol güreşine devam eden YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) 1982 Anayasası ile hayatımıza getirilmiş ve üniversitelerin askeri disiplin içinde tutulması görevine sahip bir kuruluştur.

Bugün anayasa tartışmalarına yüksek sesle katılan üniversitelerimiz 1982 yılında askerler tarafından iyice temizlenmiş, üniversitede kalanlar bu temizlikleri hazmetmiş ve askerin karşısında hazırolda durmuşlardı.

Örneğin, dün bir üniversite açıldı ve rektörü yeni anayasa konusunda oldukça sert çıkışlar yaptı. Bu üniversitenin kurucusu sayılan kişi Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında oturuyordu. 1982 yılında askeri yönetimin kayıtsız şartsız yanında olmuş ve YÖK’ün başmimarlığını yapmıştı.

Dün yeni anayasa girişimini en sert şekilde eleştiren sayın rektörün 1982 yılında ne yaptığını bilmiyoruz, ama o kara günlerde Türk toplumuna hakaret niteliği taşıyan bir anayasaya karşı çıktığına ilişkin kayıt bulamadık.

***

1982 yılında askeri yönetimin her dediğini onaylamak dışında herhangi bir faaliyet gösteremeyen işveren örgütleri, bugün siyasi iktidarlarla her türlü tartışmaya girebiliyor.

1982’de askeri yönetim bütün bu kuruluşların önüne, bugünün demokrasi şampiyonlarının önüne toplumu sürekli sıkıdüzen içinde yaşatmayı öngören bir anayasa koydu ve bu örgütler, hatta bugün sesi yüksek çıkan kişilerden birçoğu bunu hazmetti, yuttu ve 25 yıl boyunca bu sıkıdüzenin değişmesi için herhangi bir girişimde bulunmadı.

Bugün ilk kez toplumun değişik kesimlerinin, 25 yıl önce askerlerin arkasında hazırolda duran ama aradan geçen süre içinde demokratik dönüşüme ayak uydurmuş olan örgütlerin katkısıyla bir anayasa hazırlanmak isteniyor.

Bu işe öncülük eden iktidar partisi içinde bazı farklı niyetler de olabilir. Ama bütün bunların giderilmesi, gerçek ve yapıcı bir tartışma ortamından geçmektedir.

***

YÖK’ün kaldırılmadığı, yargının bağımsızlığının güvence altına alınmadığı, insan hakları ve demokratik güvencelerin sağlam biçimde yer almadığı bir anayasanın demokratik olması mümkün değildir. Böyle bir anayasa olsa olsa biraz rötuşa uğramış 1982 Anayasası olur. Asıl konuşulması gereken bunlarken hâlâ kimileri “yöntem de yöntem” diye bağırıp hiçbir yapıcı katkıda bulunmamaya özen gösteriyor.

Askeri yönetimlerin önlerine koyduğu anayasa metinleri için el kaldırıp “emrin olur abi” demeye alışmış bir toplumun demokratik bir anayasa yapmaya kalkışması da az iş değil. Ne yapalım, öyle alışmışız ve genlerimize henüz başka şeyler yerleşmemiş!

Vatan, 26.9.2007

Okay GÖNENSİN

27.09.2007


 

KKK’dan PKK özeleştirisi

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ’un, Harp Okulu’nun yeni eğitim-öğretim yılı açılış törenindeki konuşması, birçok açıdan çok önemliydi.

Org. Başbuğ, şimdiye kadar pek alışkın olmadığımız şekilde, askerin PKK olayını nasıl değerlendirdiğini anlattı ve bu arada da, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hatalarını ortaya koydu.

En acı gerçeği de, galiba ilk defa açıkladı:

- Güvenlik - istihbarat ve siyaset kurumları arasındaki diyalogsuzluğun ve koordinasyonsuzluğun altını çizdi.

- Toplumdaki kavram kargaşasına dikkat çekti.

- PKK gibi terör örgütleriyle mücadelenin uzun soluklu olduğuna değindi.

Org. Başbuğ’un konuşması baştan sona karamsardı. Gerçekler karamsar olduğu için, konuşmanın sonunda içim karardı.

Uluslararası gelişmeler PKK’ya yarıyor... Buna karşılık Türkiye, kendi içinde tam bir kargaşa yaşıyor.

Kamuoyunun kafası karışık...

Hükümet ile güvenlik kurumları arasında ne diyalog, ne de koordinasyon var...

Org. Başbuğ’un konuşmasının ümit veren tek yanı ise, somut öneriler getirmesi, kurumlar arasında yeni bir koordinasyon düzenlemesine gidilmesini önermesiydi.

“Terörle mücadele ne tam askeri, ne tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik, hem de askeri boyutları vardır...” derken, bu mücadeleden ancak asker-sivil uzlaşı ile düzlüğe çıkılabileceğini vurguluyordu.

Bu konuşmanın bence en önemli yanı da Kuzey Irak idi. Org. Başbuğ adeta “Kuzey Irak’ın bağımsızlığı giderek yaklaşıyor. Bizler ise sadece PKK ile uğraşıyoruz. Kuzey Irak konusuna yeterli önemi vermiyoruz. Oysa Kuzey Irak’ın bağımsızlığı, Türkiye’nin bölünmesiyle sonuçlanır” diyordu.

Org. Başbuğ bir askerdir. Bugünün Kara Kuvvetleri Komutanı, 11 ay sonra da yarının Genelkurmay Başkanı’dır.

Olaylara askeri açıdan bakması doğaldır. Bu sorunun sadece güvenlik önlemleriyle çözümlenemeyeceğini bilecek kadar da deneyimlidir.

Şimdi, kimin ne dediği, ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğunu bir yana bırakalım da, karşımızdaki bu kötü manzarayı değiştirmeye bakalım.

Bunun için de, ülkede alınacak önlemler kadar, Kuzey Irak’taki gelişmeler de önem kazanıyor.

PKK, NEREDEN NEREYE GELDİ?

1985 yılında terör örgütünün mevcudu 200 civarındaydı.

1988 Halepçe Katliamı ve akabinde meydana gelen mülteci olayları bu mevcudu 1500’lere çıkarmıştı. Körfez Savaşı’nda -1990/1991 yılları içerisinde- ise bu mevcut 12 binlere ulaşmıştı.

O yıllarda, terörist başının hedefi 50 binlere ulaşmaktı. 1992 yılında bölücü terör örgütü karakol ve üslerimize yüzlerce kişiden oluşan gruplarla saldırılar düzenliyordu.

1993-1995 yılları terörle mücadelenin en şiddetli olduğu dönemdir. Bu süreçte güvenlik güçlerinin vermiş olduğu şehit sayıları en üst rakamlara ulaşmış, ancak örgütün silahlı kadrosu da 12 binlerden 6 binlere düşürülmüştür. Bu dönem, örgütün ve terörist başının hayallerinin yıkıldığı dönemdir.

Bunun sonucunda örgüt 1995’ten sonra, kültürel ve siyasal alandaki ayrılıkçı faaliyetlere ağırlık verme kararı alırken, terörist unsurları da 20-30 kişilik gruplara dönüştürmüştür.

Bugün ise teröristler 7-8 kişilik gruplar hâlinde hareket etmektedir. Bu durum, aslında örgütün tekrar başa dönmesi, yani “silahlı propaganda” safhasına dönmesinden başka bir şey değildir.

PKK, NEDEN HALA VAR?

Org. Başbuğ konuşmasında, kamuoyunda en çok sorulan “Nasıl oluyor da, güvenlik güçlerinden bu kadar darbe yiyen bu örgüt hala ayakta durabiliyor” sorusuna ilginç bir yanıt getirdi.

Kara Kuvvetleri Komutanı’na göre, en önemli nedenler şunlar:

1. Bölgedeki gelişmeler, sürekli şekilde PKK’nın beslenmesine ve gelişmesine yardımcı olmuş:

- İran-Irak savaşı (1980-1988)

- Kuzey Irak’taki Halepçe Katliamı (1988)

- Birinci Körfez Savaşı (1990-1991)

- 2’inci Irak Savaşı (2003 - ….)

2. Tüm askeri kayıplara rağmen, örgütün silahlı kadrosuna katılımların engellenememesi.

3. Terör eylemlerinin azaldığı bazı dönemlerde (1999-2004) örgütün bittiği yanılgısına düşülmesi.

4. Sivil hükümet ile güvenlik güçleri arasında (ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik ve güvenlik alanlarında) diyalog ve koordinasyonun bir türlü kurulamaması.

5. Türk kamuoyundaki kavram kargaşasının önüne geçilememesi.

Posta, 26.9.2007

Mehmet Ali BİRAND

27.09.2007


 

TÜSİAD da bunu yaparsa...

Anayasa değişikliği tartışmalarında sesi en yüksek çıkanlardan biri TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ; gün geçmiyor ki, başında olduğu kurum adına, anayasa değişikliği konusunda kaygılarını kamuoyuyla paylaşmasın. Ortaya çıkan tablo şu: TÜSİAD anayasanın değişmesine karşı...

Acaba öyle mi?

Bu sorunun cevabını 300 kadar aileden oluştuğu bilinen TÜSİAD üyelerinin vermesi gerekir. Koç Ailesi, Sabancılar, Eczacıbaşı Ailesi, son 30 yıl içerisinde kaydettikleri büyümeyi TÜSİAD üyeliğiyle taçlandırmış Hamdi Akın, Ethem Sancak ve diğerleri TÜSİAD Başkanı Yalçındağ’ın “Anayasa yenilenmesin” diye özetlenebilecek görüşünü paylaşıyorlar mı?

Herhalde kendilerini ‘burjuva’ sınıfının yerine koyup o sınıfın Batı tarihinde üstlendiği rolü Türkiye’de oynamak sevdasıyla, TÜSİAD’ta toplanan zenginler bizde de ‘ülkenin demokratikleşmesi’ görevini benimsediler. Bu amaçla TÜSİAD tarafından hazırlatılmış onlarca rapor var ve hepsi de neredeyse tek ses halinde, “1980 askeri darbesiyle getirilen düzenin, anayasa ve çeşitli yasalarıyla, Türkiye’nin önünü kestiği, insanımızı nefessiz bıraktığı” görüşünü tekrarlayıp duruyorlar.

1997 tarihli ‘Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’ başlıklı raporun şu satırları TÜSİAD’ın geleneksel görüşünü yansıtıyor (s. 15): “Gerçekten, bugün Türkiye’nin demokratikleşmesi ya da demokratikleşmemesi diye bir sorun vardır. Siyasal hukuk alanında bunun kökleri tarihin derinliklerindedir. Yakın tarihli ara rejimler de, devleti birey aleyhine aşırı güçlendiren, insan haklarını dar çerçevelere hapseden, hukuk devletini ve yargı bağımsızlığını bozan, hatta laikliği sarsan dayatmalarda bulunmuşlardır.”

Oysa TÜSİAD kendi hazırlattığı ‘Demokratikleşme Perspektifleri’ raporunda savunulan görüşler de dikkate alınarak yapılmak istenen anayasa değişikliklerine bugün karşı çıkıyor. Çarpıcı bir örnek anayasadaki milletvekili yeminiyle ilgili TÜSİAD Raporu’nun önerisidir (s. 56): “Devletin ve ülkenin bağımsızlığına ve bütünlüğüne, insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma namus ve şerefim üzerine andiçerim.”

Yalçındağ’ın başında bulunduğu bugünkü TÜSİAD, 1997’de TÜSİAD tarafından hazırlatılan raporda yapılması tavsiye edilen bu değişikliğe de şiddetle karşı çıkıyor.

TÜSİAD’ın kurumsal unutkanlığı biraz daha gerilere gidildiğinde iyice derinleşiyor. 1992 yılında hazırlattığı ‘Yeni Bir Anayasa İçin’ başlıklı raporda, anayasa değişikliğini TBMM’nin yapması, ‘değiştirilemez ilkeler’ konusunda kendini yalnızca ‘Cumhuriyet’ ilkesini korumayla kısıtlı hissetmesi, başlangıç bölümünün kaldırılması, Kemalizm ideolojisine anayasada yer verilmemesi tavsiye ediliyor. ‘Atatürk milliyetçiliği’ ifadesine de karşı çıkılıyor raporda, cumhurbaşkanı ve milletvekili yemininden ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına’ bölümünün çıkarılması da isteniyor.

1992 tarihli TÜSİAD Raporu’nu hazırlayan anayasa hukukçularından oluşmuş heyetin başkanının, bugünlerde anayasa değişikliği çalışmalarına ara verilmesi için esip gürleyen YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç olması da talihin garip bir cilvesi sayılmalı.

Prof. Teziç’in tutarsızlığı bilim çevrelerini ilgilendirir; ancak TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın başında bulunduğu TÜSİAD adına sergilediği tutarsızlık ‘İstanbul Dükalığı’ diye de anılan zenginlerimizi iyice gözden düşürüyor. Bizim insanımız gözündeki değerleri bu tür tutarsızlıklar yüzünden zaten fazla yüksek değil, ortamı göz gözü görmez hale getiren gürültüyle karışık sis bombasının etkisi ortadan kalktığında, kendilerini ‘saygın’ bilen yabancılar nezdindeki itibarlarını da kaybedebilirler...

Cevabı merak edilen soru şu: Arzuhan Doğan Yalçındağ bütün TÜSİAD’ı temsil ediyor mu gerçekten, yoksa başkanlık koltuğunda Doğan Grubu’nun temsilcisi olarak mı oturuyor?

Yeni Şafak, 26.9.2007

Fehmi KORU

27.09.2007


 

Malezya olur muyuz?

Gazetelerimiz Malezya’ya muhabirler gönderiyor: “Gidip bakın, geleceğimiz nasıl olacak?”

Muhabir arkadaşlarımız da, “ körlerin filin orasını burasını tutarak, fili tanımlamaya çalışmaları “ gibi... Malezya’nın gündelik hayatından bize kareler sunuyor.

Yanlış anlaşılmak istemem: Malezya’daki gündelik hayatı ben de merak ediyorum elbette. Arkadaşların izlenimlerini ilgiyle okuyorum.

Ancak: Bir ülkenin, diğerine “ dönüşmesi “ için, benzerliğin görünüşte değil, toplumsal yapılarda olması gerekiyor.

Devlet-din ilişkisi nasıl?.. Tarihten gelen bir aristokrat sınıfı var mı?.. Köylülük ne durumda?.. Ordu-siyaset ilişkisi hangi değerlere dayanıyor?.. Sivil toplum güçlü mü?.. Sermaye sınıfı kimlerle ittifak yapıyor?

Bir yıl boyunca sabahtan akşama Malezya sokaklarında dolaşsalar, on binlerce fotoğraf çekseler, arkadaşlarımız yine de yukarıdaki sorulara cevap bulamaz.

Hatta gündelik hayatı dahi doğru dürüst yansıtamazlar çünkü Laikcanlar başka yöne bakar, Tanrıkulları başka yere.

O soruların cevabını ancak Malezya’yı inceleyen sosyologlar, siyaset bilimcileri ve tarihçiler verir. Muhabirler değil.

Sabah, 26.9.2007

Emre AKÖZ

27.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri