Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Apo’yu aldık çözemedi, Barzani’yi alsak çözülür mü?

Türkiye’nin bu PKK denilen belayı bir şekilde def etmesi gerekiyor. Ama bunun için “Akıllı devlet”in öncelikle problemi tanımlamak ve buna göre bir tedavi metodu ortaya koyması gerekiyor.

Önce teşhis, sonra tedavi. Hastalığı teşhis etmeden tedaviye kalkışmak hastayı sakat bırakmaktan, öldürmekten başka işe yaramaz.

“Akıllı Devlet” in artık başını ellerinin arasına alarak düşünmesi ve “PKK terörüyle bugüne kadar nasıl mücadele edildi” sorusunun cevabını vermesi gerekir.

Sonra da soruna bir teşhis koyup, hiç vakit kaybetmeden tedavisine geçilmelidir. Bugüne kadar ne yapıldı? Sadece ve sadece kavga edildi PKK ile. Hatta bu kavga sırasında öyle büyük hatalar yapıldı ki, bölgede yaşayan Kürt vatandaşlarımız çoğu zaman PKK ile Devlet arasında bir tercih yapmak zorunda bırakıldı. Bu devlet aynı hatayı dindar vatandaşlara yönelik uygulamalarında da yapıyor. Dindar insanları Allah ile Devlet arasında tercihe zorluyor!

Belki de bu devletin en büyük hatası budur! PKK olayı Türkiye için çok boyutlu bir sorun. İç ve dış destekleri var.

En önemlisi de 25 yıllık bir mücadele tarihi var artık.

Sayısız defa askeri karakollarımızı basmış, askerlerimizi pusuya düşürmüş, hatta esir etmiş, adam kaçırmış, eroin ticareti yapmış, gençleri zorla dağa kaldırmış, bölgeye götürülen hizmetleri engellemiş, doktorları öğretmenleri öldürmüş, okulları yakmış, iş araçlarını tahrip etmiş, elektrik trafolarını patlatmış, köprüleri uçurmuş, insanları acımasızca, bebek kadın yaşlı demeden kurşunlamıştır. Bütün bu yaptıklarından anlaşılan şu ki, PKK bütün bunları yaparken bir taktik, bir strateji izliyor.

Tabii biz bu taktiği stratejiyi, ya da adına ne derseniz deyin, dağdaki birkaç tane Kürt teröristin ürettiğini filan düşünüyoruz!

Örgüt bugün, Türkiye’nin iç dış politikalarını etkileyecek, eylemleri ile Türkiye’yi yönetenleri yönlendirebilecek konuma yükselmiştir! Böyle bir terör örgütünü Kandil Dağı’na bir kaç F16 göndererek çözmeyi düşünmek, Barzani’yi korkutarak, sindirerek yapmaya çalışmak sorunu ortadan kaldırmaz!

Çözmez!

Ahmet Türk’ün “PKK’yı neden kınamıyorsunuz” sorusuna verilen cevap gibidir bunun cevabı:

PKK’yi kınamak sorunu çözecekse bunu yaparız, ama sorunu çözmeyeceği ortada. Doğru... PKK Amerika’nın terörist örgütler listesinde ama bugün PKK Amerikan silahları ile şehit ediyor askerlerimizi...

Avrupa güya terör örgütünü kınıyor ama, PKK’ya akan paranın merkezi Avrupa... Türkiye’den kaçan teröristler Avrupa’da himaye görüyor.

Türkiye eğer PKK terörünü ciddi ciddi ortadan kaldırmak istiyorsa önce kendisine şu soruyu sormalı:

“Bu terörü elimizde her türlü imkan olduğu halde 25 yıldır neden ortadan kaldıramadık.” Adını bile doğru koyamıyoruz. Nedir bu?

Terör ama ne?

Neden bu kadar yıldır devam ediyor ve giderek güçleniyor?

Türkiye milyar dolarlarını bu terör örgütünü yok etmeye harcadığı halde neden neden neden?

PKK terörü ile mücadelede eksik noktalarımız nedir?

Kürt gençlerin dağa çıkmasını engellemek için neler yaptık, yapıyoruz?

PKK’ya katılımı neden önleyemiyoruz? Önce bu soruların cevabını vermeliyiz, sonra da şu sorunun:

“Kuzey Irak’a ABD ile girmekten kaçınıp şimdi tek başına girmenin ne tür bir faydası olacak?”

Son olarak: Varsayalım sonuçta PKK terörünü izole ettik, ortadan kaldırdık. Ülkemizin başına, başka terör örgütleri musallat etmeyecekleri ne malum!

Demek ki önce kendimize bakmalıyız ve “Neden, neden, neden, bu terörü 25 yıldır durduramıyoruz” sorusunun cevabını vicdanlarımızı tatmin edecek şekilde vermeliyiz! Nasıl oluyor da bir avuç eşkıya bölgesel bir güç konumuna geliyor?

Bir de Apo’nun kellesini aldık sorunu çözdük mü ki, Barzani’nin kellesini alıp PKK’yı bitirelim?

Bugün, 3.11.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

04.11.2007


 

Garip bir ısrar, garip bir medya

Gerçekten garip bir durum var. Hakkâri’de 12 erin şehit olduğu haberine, birkaç gün sonra aynı saldırıda sekiz erin de kaçırıldığı ayrıntısı eklenmişti ya, tam o gün, hükümet, yasasının 25. maddesini işleterek konuyla ilgili haberlere sansür uygulanması için RTÜK’e başvurdu. Danıştay’ın iki kez uygun görmediği için iptal ettiği bu uygulamada ısrarcı hükümet; ikinci retten sonra da kararını gözden geçirmesi için Danıştay’a yeniden başvurması bunu gösteriyor...

RTÜK’ün haberleri sansür yetkisi bulunmuyor. Yayınlara getirilebilecek sınırlamalar ‘milli güvenliğin açıkça gerekli kıldığı haller’ ve ‘kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasının kuvvetle muhtemel olması’ şartlarına bağlanmış durumda. Hükümet ise, “Toplumsal psikolojinin olumsuz etkilenmemesi, çocukların ruh sağlığının korunması” gibi basit gerekçelerle istiyor bazı haberlerin yasaklanmasını...

Sözün kısası, sansüre karşı çıkmakla Danıştay hukukî bir davranış içerisinde; yasaklama isteyen hükümet ise yanlışta...

İlk gariplik de bu noktada işte. Ak Parti, iktidara geldiği 2002 yılından başlayarak pek çok yasayı demokrasiye uygun hale getirdi; bu yasaların içerisinde Basın Yasası da var. Nice yıllardan sonra ‘sansür edilemez’ bir medyaya o yasa sayesinde kavuştuk. ‘Millî güvenlik’ gibi bir gerekçeyle de olsa, aynı Ak Parti’nin yayınlara sınırlama getirmek istemesi gerçekten garip kaçıyor.

Bu arzu ve ısrarın arkasında, Güneydoğu’da yeniden azan terörle mücadele eden Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin (TSK) ricasının bulunması ihtimali hükümetin girişimini mazur göstermeye yetmiyor. ‘Sansür’ edilmek istenen ‘kaçırılan askerler’ konusunun ‘millî güvenlik’ ile doğrudan bir ilgisi olsa neyse... TSK da sonuçta yasaların kendisine tanıdığı yetki alanında görevini yerine getiren bir devlet kurumu. Medya ise, devlet kurumu değil elbette, ancak anayasal koruma altına alınmış, halkın haber alma hakkını yerine getirmeye çalışan bir kamu hizmeti yapıyor o da...

Hiçbir mazeret, medyanın ‘kaçırılan askerler’ haberleri üzerine konmak istenen ‘sansürü’ meşru gösteremez. Ayrıca anayasamız da ‘basın özgürlüğü’ konusunda titizlik gösterilmesini bekliyor; ‘resmi makamların müdahalesini’ yasaklayan, ‘yayımı engellemek amacıyla’ sınırlama getirilemeyeceğini, yayımın hiçbir gerekçeyle ‘önceden’ durdurulamayacağını belirten bir özgürlükçü ruhu yansıtıyor anayasa...

Anayasa ve yasaların açık ifadeleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin konuya ilişkin kararları ortadayken Danıştay ne yapsın?

Esas gariplik ise bu noktadan sonra başlıyor. Kaçırılan sekiz askerle ilgili haberlere sınırlama getirmek isteyen hükümet, yargının karşı çıkması yüzünden, istediği sonucu alamadı; ancak medya kuruluşları sanki böyle bir yasak varmış gibi davranmaya devam ediyor. Rutin olanlar dışında bölgeden elle tutulur bir haber verilmiyor hiçbir bültende; günlerden beri kaçırılan erlerle ilgili yeni bir gelişme öğrenilemiyor. Anne-babalarla görüşen, ya da erlerimizi kurtarmak için sarf edilen çabalarla ilgilenen kanal da pek yok.

Danıştay karşı çıktığı için haberler üzerinde yayın yasağı bulunmuyor, ama televizyonlar sanki böyle bir yasak varmış gibi davranmaya devam ediyor... Sizce de garip değil mi bu durum?

Bugüne kadar sürdürdüğü politikalara ters, yürürlükteki anayasa ve yasalara aykırı, iki kez yargıdan dönmüş bir konuda hükümetin bu denli ısrarcı olmasıyla, yargı kararı olmadığı halde kendiliğinden ‘sansür’ uygulaması yapan ‘medya’ organlarının davranışı arasında bir paralellik var mıdır acaba? Varsa nasıl bir paralelliktir bu?

Bugünler geçsin, bu sorunun da cevabı alınır nasıl olsa.

Yeni Şafak, 3.11.2007

Fehmi KORU

04.11.2007


 

Kalb coğrafyamızın kurtulması için

Bu coğrafya bizim kalp coğrafyamız.

Yani kalbimiz bu coğrafyanın ruhaniyeti ile beslenmiş.

Mekke, Medine ile, Kudüs ile, İstanbul – Konya ile, Bağdat – Kerbela – Meşhed ile... Kahire - Endülüs ile... Buhara – Semerkand ile... Üsküp – Kırcali - Bosna ile...

Kalbimiz dediğimizde bütün bunlar hem bir ince sızıdır hem bir gurur abidesi...

Bugün parça parça olmuş bu kalp coğrafyası...

Hani, kalp dünyamızda, sömürgeci güçlerin cetvelle oluşturduğu sun’i sınırlar aşılabilse yanmayacağım. Bazan sınırlardan öte parçalanmışlıklarla boğuşuyoruz.

Onun için kalp coğrafyasının parçalanmasından söz ediyorum.

Orada, Peygamber aleyhisselam’ın, orada Kur’an’ın sımsıcak iklimi olmalıydı.

“Kardeşsiniz” demiş ve kalpleri buluşturmuştu yüce Yaratan...

“Parçalanmayın, yoksa rüzgarınız gider” diye uyarmıştı.

Kavmiyyet diye savrulmayın.

Ebu Cehil Araptı. Selmanı Farisi İranlı idi...

Peygamber aleyhisselam yanında hangisi güzeldi?

Kara derili Bilal-i Habeşi’yi bin Ebu Cehil’e değişir miydi Allah’ın elçisi?

Üstünlük orada değil, diye uyarmıştı Yaratan.

Üstünlük gerçek insan olmakta, o da Yaratan’a yakınlıkta, diye uyarmıştı.

Hadi, bakalım kalplerimize...

Ne var orada?

Öncelikler nerede?

Bu kalp durumu ile Rasulullah’ın elinden tutabilir miyiz?

Bu kalp halini, Yaratan’ın huzuruna çıkarabilir miyiz?

Bana kızanlar var.

Türkçülük adına kızanlar, Kürtçülük adına kızanlar... İki taraftan da ağza alınmayacak ihanet suçlamaları geliyor.

Gelsin, dert değil. Ama bu öfkelerin bir anlamı yok. Bir dert çözmüyor bu öfkeler. Bütün bu kalp coğrafyamızın mazlumiyetini ortadan kaldırmıyor.

Çözüm olarak “İslam kardeşliği”nden söz ettiğimde bana “hayalci” diyenler var. Desinler.... Dönüp dolaşıp geleceğimiz yer orası bana göre. Başka çıkış yok.

Haydi, Türkçülük veya Kürtçülük yaptık, nereye varacağız?

Arapçılık ya da Arnavutçuluk yapanlar nereye vardılar?

Osmanlı’yı çökerttik nereye vardık?

O zamandan beri kalp coğrafyamız talan edilmiyor mu?

Devlet diye kurduklarımızı birbirimize karşı savunmak için Amerika’yı çağırmıyor muyuz?

Amerikan ordusu bu coğrafyanın harim-i ismetinde postallarıyla dolaşmıyor mu?

Amerikalı komutan Abizaid “Daha 50 yıl bu topraklardayız” demiş.

Neden?

“Çünkü petrolü kontrol altında tutmamız lazım!” Git deyin bakalım gidecekler mi? Nerede bağımsızlık? Nerede devlet olma onuru?

Hani Osmanlı’yı kovup devlet olmuştuk!

Şimdi sıra Türkiye’ye diz çöktürüp devlet olmakta öyle mi?

Sonra İran’a...

Irak’ın işi çoktan bitti. Çılgınlar yönetimini besleyip büyütenler sonra başını yediler geriye 600 bin mi, bir milyon mu insanın hayatına mal olan bir enkaz kaldı.

Bu coğrafyada İsrail’den büyük devlet kalmasın!

Ya da bu coğrafya Armagedon’a, yani kıyamet senaryosuna hazır hale gelsin...

Türklerle Kürtler, ya da Araplar ve Farisiler, Şiiler ya da Sünniler.... yarın hiç Livaülhamd altına sığınma arayışı içinde olmaksızın vuruşsunlar...

Bugün hangi mezhebin camii bombalandı?

Bugün hangi İslam büyüğünün türbesi havaya uçuruldu?

Kerbela’da Hazreti Hüseyin’in başı kesilirken yakınlarından biri canilere sesleniyor:

-Nasıl kıyıyorsunuz Allah Rasulü’nün “Reyhanım” diye sevdiği torununa... Yarın onunla hiç buluşmayacak mısınız?

Cinnet başka bir şey.... Gözü dönmüş caniler hiçbir şeyi duymuyorlar.

Bugün Irak’ta bir camiyi, bir türbeyi havaya uçururken nasıl bir Kerbela cinneti yaşanır?

Türkler ve Kürtler, Araplar ve Farslar... Sünniler ve Şiiler...

Kalplere yönelme zamanıdır... Kalp coğrafyamız üzerinde bir kere daha düşünme zamanıdır.

Hakikat şu ki: İslam bir rahmet dinidir.

Hakikat şu ki: Hazreti Muhammed bir rahmet peygamberidir.

Hakikat şu ki: Dünyanın İslam’ın rahmet iklimine ve Hazreti Muhammed’in rahmet çağrısına ihtiyacı var.

Ve açık hakikat şu ki: Rahmet iklimine ve Peygamber çağrısına önce İslam dünyasının ve Müslümanların ihtiyacı var.

Biz bu çağrıyı duymazsak kime duyurabiliriz, biz rahmet iklimini yaşayamıyorsak, kimden böyle bir hayatı isteyebiliriz?

Allah Rasulü “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız” buyuruyor. Sonra “Selam”ı öğütlüyor sevgileri çoğaltma vasıtası olarak...

Selam İslam demek. Selam barış ve güven demek...

Birbirine güven taşıyan insan demek Müslüman...

Öyleyse bu coğrafyada bir selam seferberliğine, bir İslam seferberliğine ve Müslümanlığımızın içini İslam’la yeniden inşa seferberliğine ihtiyaç var.

Kalplerin kanamaması için ve bu coğrafyanın kan kaybından bir kere daha yere kapaklanmaması için...

ahmettasgetiren.com.tr, 3.11.2007

Ahmet TAŞGETİREN

04.11.2007


 

Kötü formülasyon

5 Kasım’da Bush’la görüşecek olan Başbakan Erdoğan’ın en kuvvetli argümanı “Terör sebebiyle kamu düzenimiz bozuldu” cümlesi olacakmış. Hatırlanacağı üzere 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere düzenlenen saldırıların ardından ABD’li yetkililer hep bu cümleyi öne çıkardılar.

“Amerika’nın kamu düzenini bozan terör” gerekçesi gösterilerek önce Ocak 2001’de Afganistan, sonra Mart 2003’te Irak işgal edildi. Her iki ülkede işgal devam ediyor. Gelinen noktada öldürülenlerin sayısı Batılı kaynaklara göre 1 milyonu çoktan aşmış durumda. Sadece Ekim 2007’de Irak’ta 758’i sivil olmak üzere 888 kişi hayatını kaybetti.

Bu basit tablo bile, işgalin Afganistan ve Irak’a büyük felaket getirdiğini göstermeye yetiyor. Amerika, işgale teşebbüs ettiğinde öylesine zayıf gerekçeler kullandı ki, sonunda bütün dünya nezdinde güvenilirliğini kaybetti, Türkiye’de olduğu gibi dünyada da Amerika’dan nefret edenlerin sayısı yüzde 80’lerin üstüne çıktı.

Bundan Amerikan halkının sorumluluğunun payı nedir? Elbette sorumluluğun büyük bir bölümü yöneticilere ait. Siyasi, askeri ve bürokratik elit Amerika’yı büyük bir maceraya, sevimsiz bir pozisyona sürükledi. Birçok ülkede sıradan ve suçsuz Amerikan vatandaşları güvenlik içinde seyahat edemez hale geldi. Bütün bunlardan daha trajik olanı Afganistan ve Irak halkının, suçsuz sivil insanların çektiği büyük acıdır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktu, hiçbir gerekçe bu acılara mesnet teşkil edemez.

Diyeceksiniz ki, Amerika’nın içine düştüğü ahlakî zaaf, sevimsiz durum ve Irak’ta oluşturulan bataklığın Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale etmek istemesiyle ne gibi ilgisi var? Tabii ki bu iki fenomen arasında temelde illet benzerliği mevcut değil. Fakat herkesin kolayca yapabileceği bir analojinin, sevimsiz bir benzerliğin kurulmasına yol açabileceğini de akıldan çıkarmamak lazım.

Benzerlik şu ki, Türkiye, son aylarda “birden artan PKK saldırıları” dolayısıyla kayıp üstüne kayıp veriyor. PKK terörü, belli çevrelerin de ustalıklı yönlendirmesiyle geniş toplumsal bir tepkiye, haklı infiale yol açtı. Türkiye’nin her yerinde kitlesel gösteriler sürüyor. Açık ki, bu terörün durdurulması lazım. Terör vatani görevini yerine getiren gencecik askerlerin hayatına mal olmakta, anaların yüreğini dağlamaktadır. Denklem, ikiz kulelere düzenlenen saldırıyla örtüşmektedir: İkiz kulelere düzenlenen saldırı Amerikan kamu düzenini bozdu, terörü yapan El Kaide militanları Afganistan’da barınıyor. Afgan yönetimi (Taliban) El Kaide liderini teslim etmediği için Afganistan’a askerî operasyon düzenlenmiştir. Arkasından Saddam’ın -kitle imha silahına sahip olduğu iddiasına ek- “terör örgütlerini desteklediği” öne sürülmüştür; Saddam bunu reddetmiştir, ama Saddam güvenilmez bir adamdır, öyleyse kitle imha silahını yerinde yok etmek ve terör örgütlerini dağıtmak üzere Irak’a askerî operasyon düzenleme gereği ortaya çıkmıştır, operasyon yapılmıştır.

Bunun, PKK terörü, Barzani ve Kuzey Irak operasyonuyla benzerliği yok mu? Zahirde var: 1) Birinci önerme: PKK, Türkiye’ye karşı terör düzenlemektedir: Bu doğrudur. 2) İkinci önerme: Barzani PKK’yı koruyor, liderlerini Türkiye’ye teslim etmekten imtina ediyor, hatta Türkiye’ye karşı kullandığı iddia ediliyor (Barzani bunu reddediyor. Türk kamuoyundan bazıları Barzani’yi güvenilmez buluyor, dolayısıyla beyanını ve itirazını geçerli saymıyor. Yani bu önerme ortadadır.) 3) Üçüncü önerme: Yapılacak şey, fazla vakit kaybetmeden terör örgütünü yerinde imha etmek üzere Kuzey Irak’a girmektir. (Hüküm cümlesi kesindir, geri dönülmesi mümkün değildir.)

Bu bana “iyi bir formülasyon” gibi görünmüyor. Kim bu aklı Başbakan’a verdiyse hata etti. Hata sadece basit bir analoji kurmaktan ibaret değildir, daha feci olanı Türkiye’yi Kuzey Irak’ta ABD’nin Irak’ta düştüğü duruma düşürme istidadı taşımasıdır. İçimde bir kuşku var: Amerika, sağ gösterip sol vurdu; acaba Türkiye de Kuzey Irak’ta benzer bir pozisyona mı sürükleniyor?

Zaman, 3.11.2007

Ali BULAÇ

04.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri