Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ortak düşman kim?

ABD Başkanı Bush, Erdoğan görüşmesinin ardından, hayal kırıklığı yaratan açıklamasında gönül almak için, tıpkı Dışişleri Bakanı Rice gibi, Türkiye’ye “PKK ortak düşmanımız” dedi.

Rice’ın açıklamasından iki gün sonra da ABD, tam da Erdoğan Washington’a uçarken “ortak düşman”a baskı yapıp esir askerlerin bırakılmasını sağlamıştı.

Böylece, “Düşman”a söz geçirebildiğini de kanıtlamış oldu.

Sonda diyeceğimi başta yazayım:

Türklerle Amerikalıların düşmanı ortak mı bilmem; ...ama Türklerle Kürtlerin düşmanı ortaktır.

* * *

Eski dosyaları karıştıralım:

21 Ocak 2002 günü PKK Başkanlık Konseyi’ni temsilen Mustafa Karasu, ABD Dışişleri’ne bir yazı gönderdi.

İki sayfalık bu yazıda, o ay, bir Ortadoğu ülkesinde, PKK ile Amerikalı yetkililer arasındaki görüşmede sağlanan mutabakattan söz ediliyordu.

“Görüşme memnun edici geçti. Görüşlerimiz örtüşüyor” deniliyor ve şu vaatte bulunuluyordu:

“PKK, ABD ile her alanda işbirliği yapacaktır.”

* * *

Belgede, işbirliği için yapılacaklar 9 maddede sıralanıyordu:

1. PKK, ABD’nin Irak’a müdahalesine tam destek verecek.

2. PKK, bölgede demokrasinin gelişmesi için işbirliği yapacak.

3. Kürtlerin merkezi ve yerel iktidara katılması, Irak’ta Kürtlere federal bir statü tanınması, Kürt sorununun 4 parçada birbiriyle ilişki içinde çözüme kavuşturulması, işleri kolaylaştıracak.

4. Kürtler arası birlik için PKK, isim değişikliği dahil yeni adımlar atacak.

5. Kürtler arası ittifak için ABD çaba harcayacak.

6. PKK’nın uluslararası çalışmalarına kısıtlamalar kaldırılacak.

7. Öcalan’ın koşulları düzeltilecek. İdam cezası kalkacak.

8. ABD, HADEP’in baskı görmemesi için girişimde bulunacak.

9. ABD ile görüşmeler Kuzey Irak’ta heyetlerle devam edecek.

* * *

Çok önemli bir belgeydi bu...

Milliyet’ten Namık Durukan, Kuzey Irak’ta ele geçirmişti.

Ben de 18 ve 19 Ocak 2003 tarihinde bu köşede yazmıştım.

Hatta son maddede heyetler halinde sürdürülmesi istenen görüşmelerden bir fotoğraf da yine bu köşede yayımlanmıştı.

Dönemin Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson, elinde o fotoğrafın olduğu Milliyet’le ekrana çıkmış ve “İğrenç yalanlar bunlar” diye bağırmıştı.

O günden bugüne yaklaşık 5 yıl geçti.

Şimdi yukarıdaki 9 maddeye bakın; hükmünüzü verin:

PKK, Irak’ın işgalinde ABD’ye tam destek verdi.

İsmini değiştirdi.

Uluslararası çalışmalarında rahata erdi.

Barzani ile çatışmaya son verdi; ABD’nin arabuluculuğuyla Kürt örgütler arası işbirliği gerçekleştirildi.

ABD ile müzakerelere Kuzey Irak’ta devam edildi.

Bu arada Türkiye’de idam cezası kaldırıldı.

Kürtlerin yerel yönetimlerde ve Meclis’te temsil imkânları genişletildi.

* * *

Yani “Ocak 2002 mutabakatı”ndaki çoğu madde 5 yıl içinde gerçekleştirildi.

ABD’nin, bunca yakınlaştığı PKK’yı şimdi “düşman” ilan etmesinin inandırıcı bir yanı var mı?

Türkiye dün, Ortadoğu’nun baş antrenörüne bir takım oyuncusunu şikâyet etti. O da, oyuncusunun biraz kulağını büküp tansiyonu düşürmeye, Türkiye’yi sakinleştirmeye çalışıyor.

Ama yarın oyun bozulursa “Büyük Ağabey”in işine yaramayan oyuncuyu satmakta hiç tereddüt etmeyeceğini tarihten biliyoruz.

O yüzden dedim ya; Türklerle Amerikalıların ortak düşmanı belli değil ...ama, Türklerle Kürtlerinki belli...

Milliyet, 6.11.2007

Can DÜNDAR

07.11.2007


 

Uyarı sinyalleri

Doğrusunu isterseniz biz o sırada Genelkurmay’ın internet sitesinde yayınlanan bildiriyle, Anayasa Mahkemesi’nin ‘ 367 şarttır’ kararıyla, cumhuriyet mitingleriyle filan uğraşıyorduk.

Öte yandan ciddiye alınacak tüm veriler; onca taş koymaya karşın,

AKP’nin genel seçimi kazanacağını gösteriyordu. Bunu engelleyecek başka ne olabilirdi?

İlk sinyali sosyalist ‘ Birikim’ dergisinin Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner verdi: Yeni Asya gazetesinde çıkan röportajda, “ Siyasetin acımasız bir oyun olduğunu bilin. Bir Kuzey Irak operasyonu AKP’yi yeni krizle karşı karşıya bırakabilir “ diyordu. Kaydettik, geçtik. ( Sabah, 8 Mayıs )

Beni asıl uyandıran, ‘ne oluyoruz’ diye düşündüren ise Almanya’nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in Kanada’da verdiği bir konferansın Türk basınındaki kısacık özeti oldu.

Şöyle demişti Fischer:

“Irak’taki bölünme, İran’ın işine geliyor... Türkiye önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da çok önemli bir oyuncu haline gelecek... AB liderleri Türkiye’yi kucaklamalı ve en kısa sürede Birliğe almalıdır. Türkiye’yi almamak siyasi miyopluktur... Avrupa’nın ittiği bir Türkiye’nin Rusya’ya doğru kaymakta olduğunu görmek gerekir.”

Bu tür analizleri, Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın 12 Nisan’daki “ PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta operasyon yapmalıyız “ sözüyle birleştirdiğimizde ortaya çıkan tablo korkutucuydu.

Korkutucuydu, çünkü...

“ 1990’lardaki gibi bir ‘ gir, vur, çık’ operasyonu, ABD’nin de onayıyla yapılabilir elbette. Peki ya iş büyür de... ‘ Girdim ama çıkamıyorum’ ya da ‘ Hazır girmişken, çıkmasam mı’ durumu hasıl olursa?.. Eğer Kuzey Irak’ta tutunmak zorunlu hale gelirse; bunun siyasetteki karşılığı otoriter-militer bir rejim olur.” ( 18 Mayıs )

Bunlar uçuk, fantastik yorumlar mıydı? Üç gün sonra Milliyet’in Washington temsilcisi

Yasemin Çongar’ın “ Rusya’nın etki alanına girmiş askerler var “ başlıklı konuşması öyle olmadığını gösteriyordu. Neşe Düzel’in röportajı, Radikal, 21 Mayıs )

Ve geldik günümüze... Ecevit Kılıç soruyor: “ABD ile anlaşma sağlanamazsa ne olur?” ( Sabah, 5 Kasım )

Son derece önemli tespitleri olan uluslararası siyaset uzmanı Prof. Beril Dedeoğlu’nun cevabı şöyle:

“İşte o zaman kamuoyu, ‘ Ne zaman giriyorsunuz’ diyecek ve Türkiye de girmek zorunda kalacak. Bu da savaşan orduya destek veren siyasi ve toplumsal dönüşüme yol açar. Otoriterleşiriz. Bu arada demokratikleşme de halt olacağı için AB olayı da biter. Türkiye, İran ve Rusya eksenine kayar. İstemese de toplumsal güvenlik endişelerinin yerini artık askeri güvenlik endişeleri alır. Toplumsal düzeyde de kendi vatandaşı olan Kürtler ile Kuzey Irak’taki Kürtler aynı tarafa itilmiş olacak. Bu da Pankürdizme hizmet edecek bir sonuç olur.”

*

Başbakan Erdoğan başkanlığındaki Türk heyeti henüz ABD Başkanı Bush ile görüşmemişken kaleme alınmış olan alıntılarla dolu bu yazı okurlarımızı sıkmış olabilir.

Uzun lafın kısası şu:

1) Kuzey Irak operasyonu, asla basit bir “ PKK’yı vurma “ meselesi değil. ABD’den Rusya’ya, İran’dan AB’ye “herkesi” ilgilendiren bir konu; dolayısıyla işin içinde hepsinin parmağı var.

2) Bununla da bitmiyor: Dünkü Bush görüşmesi iç siyasetimizi de etkileyecek. Anlaşmanın şekline göre, orta vadede hükümeti, ‘ tamam mı, devam mı’ konumuna getirecek.

Son söz: “ Daha ne bekliyoruz, hemen girelim “ diyen milliyetçi söylemin pratikte nerelere uzandığını ve hiç de iddia ettiği gibi “milliyetçi” olmadığını umarım gösterebilmişimdir.

Sabah, 6.11.2007

Emre AKÖZ

07.11.2007


 

Bir yerde İngiliz parmağı varsa…

Türkiye’de yakın tarihin en kritik döneminde Genel Kurmay Başkanlığı yapan bir komutan, Fikret Bila’nın kendisiyle yaptığı mülakatta ilginç tespitlerde bulunuyor. “Irak’la hududumuz dağların zirvesinden geçiyor. Bu, İngiltere’nin yaptığı bir iş. Bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz. Bence adamlar, ileriyi düşünerek, ileride sorun çıksın diye sınırı dağların zirvesinden, kontrolü çok zor bir coğrafyadan geçirmişler. (…) Suriye hududumuz da yine ilerisi düşünülerek çizilmiş. Suriye hududu öyle bir çizilmiş ki, bizim topraklarımıza doğru bir girinti yapıyor. Ve bu girintide Suriye petrol çıkarıyor. Sınırın bizim tarafında ise petrol yok. Petrol alanı hesaplanarak çizilmiş hudut. Bunu bilinçli yapmışlar.”

Doğrusu asker gözüyle yapılan bu jeopolitik tespit pek çok tarihi gerçekleri de tartışmaya açıyor. Tersinden okursak, kurgulanmış tarihin adeta dogmaya dönüştürüldüğü bir memlekette askeri anlamda yüz yüze gelinen bazı gerçekler, yaşanan sorunlar bu kurguyu unutturup resmi tarih söylemini tekzip ettiriyor. Misak-ı Milliden Lozan’a uzanan resmi tarih söylemi ile tecrübe edilen gerçekler arasındaki mesafenin saklanamaz bir itirafı aslında bu tespitler.

Tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar birbirinden koparılmamış olan, fiziki ve demografik coğrafyada, kutsanan ulus devlet adına tartışmasız benimsetilen, çizen siyasal hat ilk kez bu düzeyde bu kadar açıkca tartışmaya açılıyor.

Askeri ve siyasi anlamda, devletin bu sınırların ne kadar tutarsız olduğunun bilinmemesi mümkün değil. Ancak, dış politika, askerlik gibi sadece devlet seçkinlerinin tartışabildiği, fikir ve söz sarfetmeye yetkili olduğu konuların uluorta tartışılması rejim açısından tehlikeli bulunarak vatandaşın gündeminden uzak tutulmaya çalışıldığı da aşikar.

Emekli komutanın işaret ettiği husus, biraz tarih, biraz jeostrateji bilen, bölgenin kültürel yapısından biraz haberdar olan herkesin görebileceği bir gerçek. Tarih boyunca Osmanlı sınırı ya Bağdat’a kadar inmiş ya da Diyarbakır’a kadar geri çekilmiştir. Şimdi olduğu gibi orta yerde tutunabilmek mümkün değildir. Halep-Antep tarihlerinin hiçbir döneminde Osmanlı sonrasında olduğu kadar birbirinden kopmamıştır. Bu gerçekler artık gizlenemeyecek kadar açık. Hiçbir askeri, kültürel ya da jeostratejik gerçekliğe tekabül etmeyen bu sınırlar ulusdevleti kutsamak adına tartışma konusu bile yapılmadığı gibi idealize edildi yıllarca.

Eski komutanın yaptığı tespitler arasında bence en önemli cümlelerde biri şu: Bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz.

Evet, Birinci Dünya Savaşına kadar dünya siyasetini belirleyen küresel güç olarak İngiltere’nin özellikle postkolonyal dönemdeki Asya ve Afrika’daki uygulamaları bizim Suriye-Irak sınırındakine benzeyen potansiyel çatışma alanlarıyla doludur. Dönemin küresel gücü olarak İngiltere’nin, kolonyal dönemden kalma birikim ve reflekslerinin başka türlü sergilemeleri şaşırtıcı olurdu. Terk ettiği her yerde potansiyel anlaşmazlık ve çatışma alanları oluşturmakta mahir İngiliz Hariciyesi artık sinsi ayak oyunlarıyla hegemonyasını sürdürecektir. Keşmir’de, İran-Irak sınırında, Filistin meselesinden İsrail meselesine kadar pek çok uluslararası anlaşmazlık ve çatışma bölgelerinin tükenmiş İngiliz gücünün açgözlülüğünün marifeti olduğuna şüphe yok.

Yalnız, burada atlanan, görmezlikten gelinen başka fay hatları da mevcut. Ulusal sınırları belirleyen çizgi Ortadoğuyu parçalayan fay hattından ibaret değil. Mevcut sınırlarımız yıllarca bizi Ortadoğudan yani İslam dünyasından ayırmakla kalmamış ayrıca düşman kılacak çatışma noktalarının stratejik mayın gibi sınırlar boyu döşendiğini yeni görebiliyoruz. Ortak bir çizgi olmaktan çok ortak tarih yazdığımız kavimlerle bizi ayıran duvar olmuştur.

Bu sınırın çiziliş hikayesini bu zamana kadar kutsayanların görmedikleri asıl fay hatlarının sınırın bu tarafı için geçerli oluşudur. Dönemin hegemon gücü olarak Britanya’nın sınırları çizerken döşediği stratejik mayınların daha tehlikelisi siyasal, kültürel ve iktisadi olarak memleketin içine döşenmiş olmasıdır.

Sınırdaki fay hattını görenlerin, en azından önemli bir kısmının, memlekette derin fay hatları açtıklarından bihaber olmaları sizce bir şey ifade etmiyor mu? Mesela, 28 Şubat gibi memlekete laiklik-irtica ekseninde fay hattının oluşumuna sebep olanların bu gerçeği görmeleri için üzerinden 80 yıl geçmesi mi gerekecek? “Bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz” tespitini yapabilenler, kendi dönemlerinin hegemonunun kışkırtmasıyla memleket içinde derin çatlaklar açılmasına neden olmuşsa bunun hesabını kim verecek? Evet, sadece bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz demek oyuna gelmeyi engellemiyor. Mesela bir yerde Amerikan parmağı varsa?

Yeni Şafak, 6.11.2007

Akif EMRE

07.11.2007


 

O sınırlara niye razı olduk?

Günümüzde, güney sınırımızın “yanlış çizildiğini” düşünmeyen kalmadı gibi bir şey...

Eskiden bunu söylemeye kalkanın ossaat hayatını kaydırırlar, anasını ağlatırlardı. Türkiye nereden nereye gelmiş...

Elbette, “yanlış çizim” deyince Kürt ayrılıkçıları çok başka bir şey anlıyorlar.

Peki biz ne anlıyoruz?

“Sınırlar yeniden çizilmelidir” sözünü, Türk milliyetçileri de elbette “yeni sınırlarımız Musul ile Kerkük’ü de içine almalıdır” şeklinde anlıyorlar.

Vallahi iyi olur, alabiliyorsanız... Viyana’yı aldınız da biz size niçin aldınız mı dedik?

Peki o zaman sorun nedir? Birkaç kilometrelik küçük bir “düzeltme” mi? Yani sınır dağın tepesinden değil de güney eteğinden geçecek, böylece “hatt-ı bâlâ”ya biz hakim olacağız, PKK bitecek.

Bu mudur yani? Gençlerin gözde deyimiyle.

Son olarak, bir emekli memur gazetesinin “konuşan emekli paşalar” yazı dizisinde, İsmail Hakkı Karadayı Paşa da konuşmuş. Diyor ki, “bu sınır İngiltere’nin yaptığı bir iş... İleriyi düşünerek yapmışlar... İleride sorun çıksın diye...”

Karadayı Paşa, Suriye sınırımızın da yanlış çizildiğini, Suriye topraklarının çeşitli yerlerde bize doğru cep şeklinde girintiler yaptığını, oralarda petrol olduğunu söylüyor... Suriye devleti o girintilerde petrol çıkarıyor, bizim tarafta petrol yok!

Aşkolsun paşam, biz o sınırın Lausanne’da (pardon, Lozan mı yazmalıydım?) anlı şanlı İsmet Paşa tarafından yılmaz bir mücadeleyle ve büyük bir başarıyla elde edildiğini sanıyorduk!...

Eğer sizin dediğiniz gibi sınırı İngilizler yaptılarsa, bize niçin yalan öğretildi? Biz sınırın “muhataralı” olan kısmının yalnızca Irak tarafı olduğunu duymuştuk.

Af buyurun ama, bu “İngiliz çizgisi” niçin kabul edilmiştir paşam, devlet kurucu büyüklerimiz tarafından?

Çünkü savaş çıkardı, Yunan ordusunu yenmiştik ama İngiliz ordusunu yenemezdik, falan filan.

Yahu biz kurtuluş savaşını “yedi düvele karşı” vermemiş miydik? O düvellerden birinden sonradan niçin çekinmiştik? Hani bileğimizi kimse bükemezdi?

Yoksa bu işin sonunda İdris Küçükömer mi haklı çıkacak paşam?

Yoksa “İngilizler, Bolşevik Rusya’ya karşı oluşturmak istedikleri tampon devlet için önce Büyük Yunanistan projesini denediler, sökmeyeceğini anlayınca tampon bölgeyi Anadolu içlerine doğru genişletip bağımsız bir yeni Türk devleti çözümünü desteklediler” görüşü doğru mudur?

Anlı şanlı Ankara hükümeti, eloğlunun hinoğlu hin sınır numarasını nasıl olmuştur da yemiştir paşam?

Eee, bu başarı mıdır yani?

“Bizi keleğe getiriyorlar, yutmayın” diyen muhalefet niçin ve nasıl susturulmuştur?

Sözüm meclisten dışarı, ortada bir “muvazaa” mı vardır? Bir bedel mi ödenmiştir?

Hatay niçin hemencecik bırakılmıştır? Bu başarı mıdır? Yoksa Fransa’yla da muvazaalı bir durum mu vardı?

Acaba Batı Trakya’daki Müslüman Türk halkını da niçin Yunanistan’ın eline terkettik? Niçin Doğu Trakya Misak-ı Milli’ye dahildir de Batı Trakya’dan vazgeçilmiştir?

“1914 sınırı esas alındı” diyeceksiniz. Güney sınırı 1914 sınırı mı? Batıda sökmemiş, güneyde sökmemiş, ne anladım ben bu işten?

Akşam, 6.11.2007

Engin ARDIÇ

07.11.2007


 

Yalman Paşanın çelişkisi

TSK’nın mevcut yapılanmasına ve sistem içindeki yerine bir süredir eleştirel bir pozisyon alan bizlere kimi köşe yazarlarının ‘asker takıntılı asker düşmanı’ diye nitelendirdiğini biliyoruz; bizim gibi koşullara sahip bir ülkede şayet radikal bir anti-militarist ya da daha vahimi PKK ya da TİKKO türü örgütlerin sempatizanı değilseniz ‘asker düşmanı’ olmanın ne kadar aptalca bir şey olduğu ortada ama bu durum askerin mevcut hukuksal konumuna ve konulara yaklaşımına itirazımızı engellemiyor.

Bu yazıda da bu son noktaya, askerin, ağırlıklı olarak yetişiş tarzına bağlı olarak, toplumsal konulara yaklaşımının eksiklik ve çarpıklığını, Aytaç Yalman Paşa gibi önemli bir örnek üzerinden değinmek istiyorum.

Yalman Paşa, manşete de çıkan açıklaması doğrultusunda, sosyal sorun dönemi diye adlandırdığı dönemde anadili kürtçe olan yurttaşlarımızın, kürtlerin ‘kendilerini ifade etmelerinin mesela dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü söylemek, kültürünü yaşamak (A.Y.)’ gibi haklarının engellenmesini, bu hakların kullanımının ‘yıkıcı faaliyet’ olarak değerlendirilmesinin büyük hata olduğunu, sorunun sosyal boyutunun böylece ıskalandığını ifade ediyor.

Buraya kadar doğrusu benim kişisel olarak bir itirazım yok ama arkadan gelen açıklama beni çok şaşırtıyor ve askerin, üstelik klasik batı müziği hayranı bir Paşa’nın dahi aklının ne kadar karışık olabileceğini beni tedirgin edecek ölçüde gösteriyor.

Terörle arasına mesafe koymuş kürtlerin kendi kültürlerini (dil, türkü, şarkı vs.) özgürce yaşayabilmelerinin engellenmiş olmasını hata olarak gören Sayın Aytaç Yalman Paşa bir satır aşağıda kürtleri asimile edememiş olmamızı da bir eksiklik olarak değerlendiriyor.

Asimilasyon kelimesinin bizdeki anlamı da yabancı dillerdeki anlamı da benzeştirme, aynılaştırma, transforme etme, monopolize etme demek (Webster’s sözlük).

Diğer bir ifadeyle Aytaç Yalman Paşa bir yandan kürtlerin kendilerini ifade ediş tarzlarının engellenmiş olmasını bir hata olarak değerlendirirken öte yandan da aynı kürtleri asimile etme istiyor yani çoğunluk olan Türk kültürü ile aynılaştırma, benzeştirme, monopolize etme talebini dile getiriyor.

Emekli Paşamızın iki hedefinin yani kürtlerin kültürel hakları ve asimilasyon hedeflerinin bağdaşamaz olduğu ortada.

Burada aklıma gelen Paşa’nın asimilasyon kelimesinin anlamını çok net bilmediği ama buna da pek ihtimal vermek istemiyorum.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış bir kurmay subayın iki bağdaşması mümkün olmayan hedefi beraber talep etmesi siyaseten de, kurmay mantığı açısından da ilginç.

Paşa’nın eski yanlışları, mesela kürt kelimesinin dahi kullanımının engellenmesini bir hata olarak görmesi olumlu ama aklıma gelen kötü bir ihtimal de kurumsal bazda bugün de kimi değerlendirme hatalarının yapıldığı ve bu hataların da yirmi sene sonra nelere malolduğunu o dönemin emekli paşalarının konuşması.

Söz konusu geçmiş gelecek potansiyel hataları rahatça konuşabilseydik bundan kanımca en başta Türkiye, sonra da TSK kazançlı çıkardı.

Star, 6.11.2007

Eser KARAKAŞ

07.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri