Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Bir anne düşünün

Bir anne düşünün; bir şehit annesi.

Gözü yaşlı, gönlü hüzün dolu, her lâfında şükür, her hareketinde Bismillah, her günü matem ama yüzü aydınlık, gururlu, onurlu ve bir o kadar kalbi kırık, yaralı, paralı. Yırtık bir elbise kadar parçalanmış, virane evler kadar yıkık.

Bir anne düşünün; evlâdından, yavrusundan, ciğerparesinden, canından, bir tanesinden ayrı. Yaralı ama mutlu, hüzünlü ama gururlu, gözü yaşlı ama gözlerinin içi gülen, yüreği dağlanan ama gönlü aşkla dolu, elleri bağlanan, kolu kanadı kırılan ama her defasında bir oğlum daha olsa, o da feda olsun diyebilen anne, anneler…

Her bayram gelişinde gözü kapıda olan, ha geldi gelecek diye bekleyen, gözünü camdan ayırmayan, hiçbir zaman gelmeyeceğini de bilip hep bir umut yeşerten, bayramların gelmesini istemeyen, her bayram gelişinde gidip elbiselerine sarılan, bayram namazı dönüşlerini kapıda bekleyen, babası, oğlu olmadan geldiğinde kapıya yadigâr ayakkabılarını dizip yüreğine su serpen gözü yaşlı anneler. Bilirler gelmeyeceklerini bilirler de bir türlü yüreklerine söyleyemezler. Diyemezler “Oğlum gitti” diye. Oğlum şehit oldu derler de gitti demezler, diyemezler, dilleri varmaz demeye. Bir tabağı hep fazla koyarlar masaya, bazen dalgınlıkla bazen bilerek. Tabak, yemek dolar ama yiyen olmaz. Boğazda düğümlenir, bir hıçkırık olur, gözyaşı olur, bir kalp sızısı ya da kalp çarpıntısı. Ben diyeyim evlât acısı, siz deyin gönül yarası.

“Allah kimseye vermesin, bu acıyı kimseye tattırmasın” diye duâ eder dilleri. Yüreğine çöreklenmiş acıyla kimse bunları yaşamasın diye el açarlar, duâ ederler. Başka analar yanmasın, yürekleri kor olmasın, canından can gitmesin isterler. Düşmanın başına gelmesini istemeyecek kadar ağır bir acıdır çünkü bu. Omuzların ezildiği, altında kalındığı ağır bir yüktür bu. Evlât acısıdır. Acıların en hasıdır. Sınavların en büyüğüdür. Dayanılması en zor sabır imtihanıdır. Zor zamanlardır velhâsıl. Çok zor.

Sonra bir gurur gelir. Şehit olma gururu. Şehit annesi olma gururu. Bir anneye bu da yeter, bu da dayanma gücü verir. Kapanan bütün kapılara inat bir kale kapısı açılır ki, varsın bütün kapılar yüzüme kapansın diye tesellisini bulur. Anayım ben dersin, ana. Ben şehit annesiyim diye gururlanırsın.

Acı ve gurur, terazinin kefelerinde ağır gelmek için yarış ederler. Bir ömürlük gurur taşısan, bir ömürlük acını da yaşarsın. Acın her gün kabuk bağlasa gurur her gün kabuğunu atar, artar. Acına her dokunduğunda kanar, gurur her dem taze seninledir.

Misâl hiçbir zaman oğlunun elinden su içemezsin, al yanaklarından öpemez, saçlarını okşayamazsın, kuzum diyemezsin, şöyle sıkı sıkı sarılamazsın. Dağ başında bir kurşun, ayrılık sokar araya. Dokunabilecek kadar yakınken mesafeler girer. Konuşan diller konuşmaz, gülen yüzler gülmez olur. Gece uyanıp odasına girince bomboş bir yatakla yüzleşmek zorunda kalırsın, örtecek bir battaniyen olmaz, elbiseler dağınık değildir, o da perişan olmamıştır, her şey yerli yerindedir ama o yoktur. Her şey vardır ama gözünle bakmaya sakındığın, yemeyip yedirdiğin, gecenin soğuğuna aldırış etmeden her gece başında beklediğin, bir yerine bir şey olsa içten içe yandığın, gülünce dünyalar senin olduğu nazlın, evlâdın yoktur artık.

Ok gibi saplanan bir acının tesellisi ne olabilir ki? Hangi gemi sabırdan öteye bir limana yanaşabilir ki? Her şeyin gerisinde kalan bir “ah” iken, gönlünün rızasına erdiren nedir? Sabrın, şükrün, gururun omuzladığı bunca yük ne ola ki?

Oysa geriye kalan duvarda asılı bir fotoğraftır, “Eğer şehit olursam arkamdan sakın ağlama, sevin anne” diyen mektuplardır, “şehitler ölmez” yazılı mezartaşıdır. Her gün sarılıp ağlanan birkaç çift elbisedir. Hatıralardır, sevinçlerdir, hüzünler ve kalanlardır.

Anne olmak zordur her defasında ama güzeldir. Dünyada sahip olunabilecek en güzel şeye, bir evlâda sahip olunurken, dünyada tadılabilecek en kötü acıyı, evlât acısını tatmaktır aynı zamanda.

Dayanmak zor olsada güzeldir şehit annesi olmak. Tek başına olmamak çok küçük teselli olsa da bir bağdır gönülden gönüle kurulan. İsimlerin, şahısların anlamını yitirdiği, kim olduğunun unutulduğu andır. Hani Neşet Ertaş diyor ya “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez / Gönülden gönüle yol gizli gizli”

Ve vardır her şehit annesi arasında bir gönül bağı, bir gönül yolu. Allah bütün şehit annelerinin sabrını arttırsın, dayanma gücü versin. (Âmin)

Suveyda GÜNER

16.11.2007


Korku

İnsanı yüceltebilen ya da kuyunun dibine atabilen onlarca duygudan biri de ‘korku’dur. Korku, hayatı dengede tutabildiği gibi, bir o kadar da acımasız olabiliyor. İşte benim hikâyem de burada başlıyor.

Allah (cc), verdiği çeşitli duyguları yerli yerinde kullanmamızı istiyor bizden. Sevgi, nefret, acımak, üzülmek, korku bunlardan bir kaçı. Neyi sevip neyden nefret edeceğimizi, başta kendimiz olmak üzere kime ne kadar acıyacağımızı, hangi durumlarda kimden korkacağımızı bize bildirmiş. Yani bıçak elimizde... Bununla ekmek de kesebiliriz, katil de olabiliriz. Arada ne kadar uçurum var değil mi? Bunları yerli yerinde dengeli kullandığımız takdirde hayat bir saat çarkı düzeninde ve düzgünlüğünde bulacaktır kendini. İnsan, bu duygularıyla insandır. Bu duygular nizama girdiğinde mükemmel olmaz mıyız?

Ben korkudan, korkmaktan söz edeceğim biraz. Korkmak... Aslında, ‘öz’ünü yaşadığımızda ‘korkma’nın ne yüce olduğunu anlarız. Aslında diyorum, çünkü kimimiz aslını yaşayamayız bazı şeylerin. Yerinde kullanmadıklarımızın şerre dönüştüklerini her zaman göremeyiz, anlayamayız, anlamadan yaşarız. İşte korkmak da, bir günahkârı Cehennem ateşinden sakındırır, onu Cennete yönlendirir. Bu yönüyle ne kadar etkilidir değil mi? Ama çoğumuz korkudan belki korkarak ondan uzak duruyoruz, aklımıza bile getirmiyoruz.

Neden sevmeyi değil de korkuyu seçtim? Korku, hayatımı acılaştırdı da ondan. Belki yanlış anladım, yerinde kullanamadım onu. Hep korktum hayattan, çok çeşitli şekilleriyle yaşadım korkuyu. Yaşayarak öğrendiğim, bildiğim korkuyu anlatmak istedim size. Yüce Rabbimiz “Şeytan sizi fakirlikle korkutur da cimriliğe yönlendirir” diye bizi uyarıyor ya... Çok yerde de “Düşünmez misiniz?” diye sesleniyor. İşte ben de düşündüm. Şeytan hayatla korkutuyor insanı. İnsanın önüne hayatı ve çözmekte zorlandığı hayat çıkmazlarını koyuyor. Binbir nimetle perverde edilen hayat... Devamı için nice çarkların döndüğü, uğruna kâinatların bir kelebek hafifliğinde ve güzelliğinde pervaz ettiği nazenin hayat... Evet, ben bu hayattan korktum. Dünümden ürktüğüm gibi yarınımdan korktum. Düşünün, insanı Cehennemden koruyabilen bir silâh şimdi bana dönüktü. Tetiğe ise, elim hiç yakışmıyordu. Korktukça gözüme ilişen hayalin büyümesi gibi o da büyüyordu. Anlayacağınız çırpındıkça batıyordum. Bu çırpınmalar arasında şunları düşünemiyordum: Kâinatın çarkları ‘Biri’nin elindeydi. Ben ise ‘Rahmet ve Kerem’e mazhar, her ihtiyacı görülmüş, her hatırâtı duyulmuş, her ameline binlerce işlemler tanzim edilmiş, önümdeki yokluk karanlıkları aydınlatılmış, ‘Korkma ebedî varsın’ müjdesi verilmiş bir misafirdim. Bunları düşünemediğim gibi korkmaktan da korkuyordum.

Peki bu korkunun sebebi neydi? Neden bu kadar esiriydim korkunun? Şeytan, vehmi de ekleyerek şişirmişti korkumu. Sığınmam gereken kaleye de sığınmayınca ya da geç kalınca, ona fırsat verince küçük hücumlarla beni darmadağın etmişti. Neydi benim sığınmakta geç kaldığım, herkesin sevgiyle, reca ile sığındığı kale? Neden sonra anladım ki o kale tevekküldü. Geleceğini, bugününü kemal-i teslimiyetle teslim edebileceğin bir kale yine Rabbi’nin rahmet ve şefkatiydi. Yani hayatı ve dağdağalarını, her şeyin anahtarı yanında olan hayatın sahibine teslim etmekti.

Bir sohbette geçen bir cümle beni uyandırdı: ‘Bir gün göz kapaklarını açıp kapama işi sana verilse...’ Devamını yazmıyorum. Bir basit işimizi dahi bize bırakmamış yüce Rahmet. Ya diğer faaliyetler? Onları ayarlayan, bizi bize bırakmayan, her işimizi gören ne diyor bize? ‘Ben her tedbirinizi alıyorum. Hayatınızı idame ettiriyorum. Hayatın zorluklarını üzerinize alıp altında ezilmeyin.’

Mânen yapılan bu çağrıya kulak vermemenin cezasını çekmişim. Şimdi ise daha uyanık hâle geldim. İnsan bir anda bu mânâyı sezemiyor. Bu kibar sözde buyurulduğu gibi: ‘Düşündüklerinize dikkat edin, söylediklerinize dönüşür; duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.’

Ben bu sözün neresindeyim, bilmiyorum; ama düşünce kısmını aştığımı zannediyorum.

Ahmet Seyda YILMAZ

16.11.2007


İstanbul'u hissetmek

Asırlardan beri gerek tabiî, gerek tarihî güzellikleriyle bir çok kişinin gönlünü fetheden şehirdir İstanbul. Çok şiirlere konu olmuş, çok masallarda anlatılmıştır. Sevdası nice kalpleri yakmış, bizi de derinden etkilemiştir.

İşte bu hasret yangınını köreltmek ve bir gün de olsa İstanbul’u bütün benliğimizle yaşamak için gönül kardeşlerimizle birlikte geziye karar verdik. Nitekim istişare sonucu nihâî karar belirlendi ve İstanbul gezisi planı hazırlandı.

Sabah namazını Eyüp Sultan’da kılmak niyetiyle başlanacak yolculuk için bütün hazırlıklar yapıldı ve gecenin sükûnetinde gönül kardeşlerimizle birlikte yola çıktık. Gezi esnasında sahabe efendilerimize, hizmet ağabeylerimize ve ecdadımıza hediye edilmek üzere Kur’ân’dan bazı sûreler ve Cevşenü’l-Kebîr duâsını kardeşlerle paylaştık ve namazlarımızı kılmak için Eyüp Camii’nin bahçesinde beklemeye başladık. O muazzam kalabalık içinde ayrı bir hisse bürünüyordu insan. Farklı farklı illerden o ulvî havayı tüm benliğiyle hissetmeye gelmiş insanlar, Vahid-i Ehad olan Allah’a yönelmiş, ezanı bekliyordu. O bekleyişte kuşların sesi dikkatimizi çekmişti. Onların da Allah’ı tesbih ettiklerini idrak etmek bize farklı bir haz vermişti. O azim cemaatle birlikte bütün mevcudât Allah’ı tesbih ediyordu. Okunan Kur’ân’la birlikte insanın bedenini hafif bir titreme sarıyordu. Orada namazlarımızı edâ edip, her gün edilen o güzel duâya iştirak ettikten sonra, önceden kendisi ile görüşülüp, kendisinden bize gezi boyunca rehberlik yapması ricâ edilen, gazetemiz yazarlarından M. Latif Salihoğlu ile buluştuk. Latif Ağabey, bizi tebessümle karşıladı ve Nur talebesi ağabeylerimizi (Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Mustafa N. Polat, Mustafa Polat, Av. Bekir Berk, Mehmet Emin Birinci, Dr. Sadullah Nutku, Suad Ünlükul) ziyaret etmek için Eyüp mezarlığına doğru yürümeye başladık. Latif Ağabey her kabir başında bize ağabeylerimizle ilgili bilgi verdikten sonra, onların ihlâsla ve sadakatle yaptıkları derya gibi hizmetlerinden bazı katreleri anlattı.

Her ağabeyimizin başında duygu dolu anlar yaşadık. Şu an rahat bir şekilde Risâle-i Nur’u okuyup imanımızı kuvvetlendirebilmemiz ve daha nice şeyler o muhabbet fedailerinin gayretlerinin neticesiydi. Onların hatıraları, hepimize hizmet için şevk verdi. Ulvî ruhlarına Kur’ân ve Cevşen okuyup, Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrini ziyaret etmek üzere veda ettik.

“Konstantiniyye mutlak feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, onu feth eden asker ne güzel askerdir” müjdesine nail olmak uğruna, doksan yaşında kutsal topraklardan yola çıkan Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyaret etmek bizi çok yüksek hislerle donattı. Hicret sonrası Medine’de Efendimiz’i (asm) evinde misafir eden bu büyük Sahabenin türbesindeki muazzam koku hepimizi büyülemişti.

Daha sonra “İhtilâf u tefrika endişesi / Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni. / İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz, / İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni”1 diyerek ittihad-ı İslâm’a olan sevdasını dile getiren Yavuz Sultan Selim’in kabrini ziyarete gittik. Latif Ağabeyin anlattığı cihan padişahıyla ilgili kıssaları hayranlıkla dinledikten sonra oradan duâlarla ayrıldık ve Efendimizin (asm) müjdesine nâil olan Fatih Sultan Mehmed’in türbesini ziyaret ettik. Büyük Sultan’ın yaptırdığı, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteleri görerek, onun eğitime ne kadar ehemmiyet verdiğini anlamış olduk. Üstad Bediüzzaman’ın “Burada her müşkül halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” diyerek âlimleri münâzarâya dâvet ettiği Şekerci Hanını ziyaret edip, Süleymaniye Camii’ne gittik. Latif Ağabey’den Mimar Sinan’ın şaheseri olan Süleymaniye Camii’nin inceliklerini dinleyerek o güzellikleri temâşâ ettik. Süleymaniye bahçesinin ruhu okşayan huzur dolu havasını hissederken kendisinden Risâle-i Nur’dan bize ders yapmasını rica ettiğimiz Latif Ağabey, 29. Pencere’yi okuyarak bizi tefekkürî bir âleme soktu. Gerek Risâle-i Nur’dan aldığımız imânî gıda, gerekse Süleymaniye avlusunun ruhu okşayan havası bize gezi yorgunluğunu hissettirmiyordu.

Daha sonra Bediüzzaman Said Nursî’nin “İslâm kahramanı” diye methettiği, demokrasi şehidimiz Adnan Menderes’in ve arkadaşları Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu’nun kabirlerini ziyaret ettik. Oradan İzmit’e dönmek üzere yola çıktık. Hem tarihî hem mânevî güzellikleriyle donanmış şehr-i İstanbul’u aklımızla, kalbimizle ve ruhumuzla hepimiz derinden hissettik.

Böyle güzel anları yaşamamıza vesile olan Çamlık Eğitim ve Kültür Vakfı’na ve gezi boyunca engin bilgisiyle rehberimiz olan M. Latif Salihoğlu Ağabeyimize çok teşekkür ederiz.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 45

Tuğba ŞEKERCİ - Saliha BİLEN

16.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri