Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O kâfirler dediler ki: "Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey!"

Sâd Sûresi: 5

09.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Dört kimse vardır ki, duâları kabul edilir. Bunlar: Adâletli idâreci, mü'min kardeşine yanında yokken duâ eden, zulme uğrayan, anne ve babasına duâ eden kimsedir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 530

09.12.2007


Kadının yaratılışı tesettürü gerektiriyor

Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktizâ ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli var.

Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar; taarruza mâruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın.

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor. Çünkü, sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz bir veledin terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşrû zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin iştahını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor.

Mesmûâtıma göre, merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!

Lem’alar, 24. Lem’a, 1. Hikmet

09.12.2007


Kendimi kâinatın âhengine bıraktım…

Uzaklaştım… Uzaklaştım… Uzaklaştım… Sırtıma paltomu aldığım gibi yavaş yavaş şehirden uzaklaşmaya başladım. Şehrin sun’î mutluluklarından, insan ruhunu velveleye veren gürültülerinden, insanın hissiyâtını körelten o küçük hesaplaşmalarından uzaklaştım.

Yürürken ağaçları seyrettim. O fıtrî halleriyle ümit oluyorlardı bize… Şehrin, kardeşimiz kâinattan bizi koparan hâline rağmen tesellî oluyorlardı bize. Şehrin hırs kokulu hayatı içinde tevekkülü öğretiyorlardı bize.

Semâya açılmış elleriyle duâ etmeyi öğretiyorlardı bize. Âciz olduğumuz, fakir olduğumuz gerçeğini hatırlatıyorlardı, her an o mütevâzi hâlleriyle. Ve… Ancak bir Kadîr-i Rahîm’in dergâhına el açmakla tesellî bulabileceğimizi ihtar ediyorlardı, hâcâtı nihayetsiz olan kalbimize…

Düşündüm sonra… Ağaç gibi bir hayat, sükûnetle yaşanan, telâşsız, fıtrî ve canlı bir hayat… Duâ ettim ardından:

“Rabbim! Bana bir ağaç gibi tevekkülle yaşanan,

Bir ağaç gibi telâşsız ve sükûnetli,

Bir ağaç gibi fıtrî bir hayat ver!

Ne olur! Sadece bir ağaç kadar fıtrî yaşanan hayat ver bana!”

Bitmiyordu şehir. Sokaklar bitmiyordu. Sokakları caddeler kucaklıyordu. Caddeler sokaklarla şehre tutunuyordu. Kaldırımlar ise yorgun ve telâşlı kalabalıkların savrulduğu çıkmaz sokağı andırıyordu. Öyle demiyor muydu, şehrin aldanan ve aldatan yüzüne seslenen şâir:

“Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz çıkmaz sokak

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak

Durun durun, bir dünya inliyor kubbemizden,

Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden” (NFK)

Yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm… Nihâyet ışıklı dükkânların, gürültülü araba seslerinin, dar ve yorgun kaldırımların arasından kâinatın kapılarını açtım… Ve, “kendimi kâinatın âhengine bıraktım.”

Şehrin sun’î ışıklarına rağmen gecenin karanlığı daha bir aydınlık, daha bir aydınlatıcıydı.

İlk önce sükûnet karşıladı beni sessizce… Bütün gürültülerimi, telâşlarımı gecenin bu sessiz gemisine bıraktım…

Doyasıya bir koştum sonra. Kendimi rahmet yokuşların akıntısına bıraktım. Bir çocuk heyecanıyla kuşlar gibi süzüldüm. Üstüm kirlenirmişmiş, umurumda mı… Bütün içtenliğimle sularda, çamurlarda sıçradım… Şehrin yorgun sokaklarında raksedenlere mukabil, kendimi kâinatın âhengine bıraktım…

Ve, bir nehir kenarına usulca uzandım… Çıkardım ayakkabılarımı, annemin ördüğü yün çorabı da… Bütün benliğimle “ayaklarımı yere bastım”.

Şimdi, kendimi nehir suyunun akıntısına bıraktım…

Dinledim suları. Usulca, suları dinledim. Binlerce yıldır durmadan akan, rahmet rahmet imdadımıza gönderilen, o pâk ve temiz ni’meti dinledim… Çorak toprakların imdadına yetişen, ovaları, tepeleri, sahraları yemyeşil eyleyen o güzel vesileyi seyrettim…

Ve, şehrin bereketsiz havasında solmuş, sararmış bütün topraklarıma, ağaçlarıma, iç âlemimin bütün derinliklerine suların o hayata âhenk katan, can katan saflığını saldım… Kalbimi rahmetin âhengiyle yıkadım… Kalbime kâinatın âhengiyle can kattım…

Gecenin karanlığından çıkardığımız aydınlık düşünceler bunlardı… Artık seherlerin aydınlığında saklı esmâ parıltılarını bulmalıydım… Ondandır ki, elimi başımın altına aldım, gözlerimi kapadım ve gecemi aydınlatan hilâl ile yavaş yavaş sabaha aktım…

Güneş, bütün parıltısıyla, göz kapaklarının ardından yavaş yavaş sabahı süzerken… Bir anne sıcaklığıyla rengârenk çiçeklerin başını okşarken, gözlerimi hayatın rengine açtım…

Renkler ne kadar da fıtrî, ne kadar sâfî şu güzel sahrâda… Sesler ne kadar da gürültüsüz ve âhenkli… Ağaçlar, yavrularını besleyen şefkatli bir anne gibi, ağaçlar rızkını arayan, bulduğuna kanaat eden mütevekkil bir baba gibi… Ağaçlar, meyvelerini gören, o güzel yapraklarıyla çalışmalarının o güzel neticelerini gören ve bundan müteşekkir olan bir kâşif gibi…

Şefkatli olmayı, mütevekkil yaşamayı, müteşekkir durmayı öğreten bir bilge gibi ağaçlar...

Şehirde kocaman binaların ardında güneşsiz ve ışıksızız… Belki de gündelik kaygıların perdesine takılmışız ve ışıksız kalmışız. Oysa Rabbimiz her sabah fıtrî bir tazelikle bizi hayatı sükûnetle yaşamaya çağırıyor. Ve tabî, hayatı hakîkî âhengiyle yaşamamızı istiyor. Belki de, bundandır ki, günün telâşesi içinde yo(ğ)rulan, dünya dalgaları arasında keşmekeşte olan insan ruhuna bir sükûnet olsun diye bizi günde en az beş defa namazın akıntısında ferahlamaya çağırıyor… Namazın penceresinde nefes almamızı istiyor… Bütün telâşelerimizi arkamıza alıp, rekât rekât, secde secde namazın huzuruyla durulmamızı, arınmamızı, paklanmamızı istiyor… Ve işte Mü’minin dalgasız ve telâşsız duruşuyla etrafa nasıl bir güven ve emniyet verdiği bu sırdan anlaşılıyor…

Bunları anlatmakla “Şu şehirden çıkın, bütün bütün dağların, tepelerin âhengine kendinizi bırakın” dediğim anlaşılmasın. Dünyadan da nasibinizi unutmayın. Ancak kâinattan da nasipsiz kalmayın. Hiç olmazsa kalbinizi yüksek tepelere çıkarın. Dağların o saflığında âhenkle atan bir kalple şehirde yaşayın. Şehirde telâşla yaşarken, kalbinizi huzur veren tepelerin ardına atın…

Kâinat bütün fıtrîlik ve ahengiyle sâfî bir ubudiyeti yaşıyor. Ve Rabbimiz, küçük bir kâinat olan insana da, aynı âhenk ve huzurla yaşaması için kâinatında binler delili nazarına veriyor… Huzuru ve mutluluğu arayanları, bu fıtrî hayatın âhengine dâvet ediyor… Telâşsız ve sükûnetle yaşanan küçük ama anlamlı, fıtrî bir hayatı kendilerine kâfî görenleri huzuruyla mükâfatlandırıyor…

Huzuru, âhengi bütün fıtrîlikle yaşamaya ne dersiniz? Cevabınız evetse; işte kâinat, tam yanıbaşınızda büyük bir özlemle sizi bekliyor, her sabah yanıbaşınızda size selâm veren ağaçlar, çiçekler yollarınızı gözlüyor… Bunları nasıl yapacağız mı? diyorsunuz.

İşte size çözüm: Kendinizi kâinatın âhengine bırakın…

Cihan CAMBAZ

09.12.2007


Sevap defteri kapanmayan Hilmi Doğan

Ben Hilmi Doğan Ağabeyi görmüş biri değilim. Ama hem onun bir evlâdını tanıyorum, hem de gazetemiz yazarlarından Nuriye Çevik’in “Nurlu Hatıralar” kitabı çıkmadan önce gazetemizde dizi halinde Hilmi Doğan Ağabeyle röportajını merakla takip etmiştim. Nuriye Çevik’le bir ili, bir mahalleyi, bir sokağı, bir ortamları paylaştığımızdan dolayı bu yazı dizisini kitaba çevirme aşamasında sürekli “Ne zaman çıkacak?” diye soranlardan biriydim. Kitap çıktığında elime geçer geçmez okudum. Merak sebebim, çok sevip saygı duyduğum bir ablamızı yetiştiren bir babanın hayat hikâyesi idi.

İslâmî bir hayatı, açıkçası büyürken göremediğim için, sonradan önceki alışkanlıklarımı bırakmak gerçekten çok zor oluyordu benim için.

“Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî almazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayrimüslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabanî düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanîlik verir. O halde o çocuk dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nev'î belâ olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: ‘Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?’ İşte bu hakikate binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenâtı ile onların defter-i amâline vefatlarından sonra hasenâtı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 39)

Bu lâhika mektubunu okuduğumda hem üzülmüş, hem de beni tarif edemediğim bir sorumluluk korkusu sarmıştı. Ben hem kendim İslâmî bir yaşayışla hemhâl olmak, hem de çocuklarımı İslâm’a uygun yetiştirmek istiyordum. Tanıdığım yetişkin ablalara genellikle ilk sorduğum sorudur: Acaba çocuklarıma nasıl davransam da onları bu dünya içinde yaşayan ama dünyayı kalbine koymayan, ahiretini kazanmak için çalışan, yaptığı her işinde Allah rızasını düşünen gönüllere sahip evlâtlar olarak yetiştirsem?

Bazen bu konuda hırs yaptığımı bile düşünüyorum. Gerçi Risâle-i Nur’da “Umur-u uhreviyede (ahirete yönelik işlerde) hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat (...) ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde; neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 80) deniliyordu. Anne baba olarak bizlerin öncelikli mesleği, hizmeti ise; küçük daireden başlıyor. Her anne baba evlâdının hayırlı olmasını ister. Niyetimiz Allah rızası olunca inşallah neticelerine kanaat ederiz.

Bu yüzden örnek şahsiyetlerin aile yapılarına ve yetiştirdiği evlâtlarına bakar, onları örnek alırım. Kendisinden bahsedilmesinden hoşlanacağını sanmıyorum ama Risâle-i Nur’da yol kat etmemde bu ablanın çok rolü oldu. O sert mizacının arkasındaki duygusallığına, oğlunun askerde olmasından dolayı kalabalıkta tutamadığı gözyaşları vesilesiyle şahit olmuştum. Sözün fazla uzatılmasından hoşlanmayan, doğruları söylemekten çekinmeyen, Risâle-i Nurlarla hemhâl olmuş, kendini öncelikli olarak aile, anne, eş olmaya adamış bir abla. Son birkaç yıldır anne babasıyla beraberlikleri onu derslerden bir nebze çekse de; bu da ana-baba rızası içindi biliyoruz.

Hani hadis-i şerifte “Rahim (sıla-i rahim) Arş’a asılıdır, şöyle der: ‘Beni gözeteni Allah gözetsin, beni terk edeni Allah terk etsin’” buyrulduğu gibi; aslında her şey Allah rızası içindir.

İyi bir anne, iyi bir mü’mine, iyi bir dost, iyi bir evlât olmanın yanında hem iyi bir iş kadını, hem iyi bir eş olmak onu biraz çökertmiş olsa da ondan öğreneceğimiz çok şeyler var daha. Ben bildiğim bu yönleriyle ablamızı çok seviyorum ve onu yetiştiren anne-babayı da görmediğim halde sevenlerdenim.

Nur içinde yat Hilmi baba. Arkanda amel defterini sevap cihetinde kapatmayan evlâtlar bırakmak er kişinin işi. Senin neyin peşinde koşturduğunu idrak edip, kendileri de bu yolda koşan evlâtların, belki de torunların bu defteri kapatmayacaklar.

Rabbim bizlere de amel defterimizi sevap cihetinde kapattırmayan evlâtlar nasip etsin. Ganî ganî rahmet olsun…

Nur BABA

09.12.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Konya’nın açan güneşi Hazret-i Mevlânâ ile Tebriz’in uçan güneşi Şems-i Tebrizî uzun süren bir hak ve hakikat dostluğu ile birbirlerine bağlandılar. Şems-i Tebrizî Hazret-i Mevlânâ’ya feyiz verdi, Mevlânâ’dan ilim devşirdi. Ardından ledünnî ilimlere birlikte uçtular.

Fakat Konya onlara dar geldi. Esasen, dünya onlara dar geldi ve Şems-i Tebrizî dostluklarını ebedî âlemlerde sürdürmek duâsıyla bir gün ortadan kayboldu, Tebriz’e uçuverdi.

Bir gün Tebriz’de gezerken bir Yahudi, Şems-i Tebrizî’ye gelerek dedi ki:

“Müjde ya Şems; Mevlânâ geliyor!”

Şems-i Tebrizi, bu müjde üzerine elinde ne var, ne yoksa bu Yahudi’ye hediye etti.

Biraz sonra başka biri gelerek, Şems’e:

“Yahudi seni aldattı ve bütün malını aldı. Ortada ne Mevlânâ var, ne bir şey! Gelen giden yok... Yahudi yalan söyledi” dedi.

Hazret-i Şems:

“Biliyorum! Ben malımı ve mülkümü bu sözün yalanına verdim. Doğrusuna canımı verirdim!” dedi.

09.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri